Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Türk Romanı
M. Nihat Malkoç 01 Ocak 1970
Roman türü Türk edebiyatına Tanzimat’tan sonra girmiştir. Bundan evvel roman türünün yerini mesneviler tutuyordu. İlk örnekler verilmeden evvel Fransız edebiyatından çeviriler yapıldı. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirmen Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i çevirdi. Böylece roman türünü tanımaya ve sevmeye başladık.
||Bu tercümelerden sonra yerli yazarlarımız da roman türüne merak salmaya başladı. Yazarlarımız özgün örnekler vermek için kaleme sarıldı. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Fakat Batılı tarzda yazılan ilk roman olarak Namık Kemal’in İntibah’ı kabul edilmektedir. Daha sonra Ahmet Mithat Efendi yazdığı çok sayıdaki eserle Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ yeni teknikler kullanılan, Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Bugün bu roman zincirimize yeni halkalar ekleniyor.
||Romanımız geçmişten bugüne çok yol kat etti. Şiir kadar olmasa da bu türe ilgi her geçen gün arttı. Bazen sıradan, bazen de özgün eserler çıktı ortaya. Hemen her yazar, roman külliyatımıza bir veya birkaç eserle katkıda bulundu. Fakat bazıları ömrünü bu işe adadı. İşte bu isimlerden birisi de geçenlerde kaybettiğimiz(09 Temmuz 2006 Pazar günü) Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur. O, ömrü boyunca onlarca roman yazarak bize kültürümüzü ve tarihimizi sevdirdi. Romanlarında tarihî gerçekleri saptırmadan işledi. Bin yıllık bir medeniyetin unutulmaya yüz tutmuş değerlerini tarihin karanlık perdesini aralayarak gün yüzüne çıkardı. Kahraman atalarımızı yarınlarımızın teminatı gençlere tanıttı, sevdirdi.||Onun adı da kendi de büyüktü bizim için… Mustafa olan ilk adı “Kötülüklerden arınmış; süzülüp temizlenmiş” anlamını taşıyor. Necati de “Kurtuluşa ermiş” demekti. Bunlardan yola çıkarsak ismiyle müsemma bir insan olduğu sonucuna varırız. O, roman tekniğine hâkimdi. Dili titizce kullanıyordu. Arı duru bir Türkçeydi kullandığı.
||Sepetçioğlu, Karadeniz kökenli bir yiğit yürekti. Fakat Karadeniz gibi hırçın değildi, aksine çok müşfikti. 1932’de Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya gelmişti. Temel eğitimini burada tamamladıktan sonra İstanbul’a açılmıştı. Ortaöğrenimini Haydarpaşa Lisesi’nde tamamlamıştı. Çocukluğundan beri edebiyata gönül vermişti. Onun için de yükseköğrenimini bu alanda yaptı. 1956’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Fakat dört duvar arasında kalan öğretmenliğe sıcak bakmadı. İstanbul Belediyesi’nde memurluk, Türkiye Kızılay Derneği’nde Neşriyat Müdürlüğü, İstanbul Sosyal Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik yaptı.
||İlk hikâyesi henüz 16 yaşındayken Sivas’ta basılan Hakikat gazetesinde çıktı. Daha sonraki hikâyeleri İstanbul, Yol, Türk Yurdu, Türk Dili, Türk Edebiyatı dergilerinde yayınlandı. ‘Çağlayanlı Vadi’ adlı romanı Vatan gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra nehir roman diye adlandırılan seri romanlar yazmaya başladı. Bu romanlar birbirinin devamı niteliğindeydi. Türklerin Anadolu’ya ilk ayak basışı olarak bilinen Malazgirt’ten başlayarak günümüze kadar bu nehir roman silsilesini devam ettirdi. Tarihî malumatları roman sıcaklığında ve güzelliğinde yoğurarak okuyucuya sundu. Böylelikle de tarihimizi ve millî değerlerimizi gençlere öğretti ve sevdirdi. Onun romanlarını okuyup da Osmanlı’yı sevmeyen bir insan gösteremezsiniz. Çünkü O, tarihi tarafsız bir gözle işleyip serdi önümüze.
||Sepetçioğlu öte yandan oyunlar da yazdı. ‘Trampacılar’ adlı oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi. Sepetçioğlu’nun, oyun yazarlığında en önemli başarısını gösterdiği Büyük Otmarlar, önce İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’nca sahneye konuldu, ardından Avrupa Üniversitelerarası Tiyatro Festivali’nde en iyi oyun seçildi. Bu sahada da iyi eserler verdi. Fakat asıl ağırlığı romanlarına verdi. 20 tane roman kaleme aldı. Onun tiyatro yazarlığı romancılığının gölgesinde kalmıştır.
||Mustafa Necati Sepetçioğlu, bir noktaya kadar sağlığında kadri bilinmiş yazarlardandı. ‘Gece Vaktinde Gün Dönümü’ ve ‘Karanlıkta Mum Işığı’ adlı kitaplarıyla ‘Türkiye Milli Kültür Vakfı Kültür Armağanı’nı kazandı. 1994’te kendisine İLESAM üstün hizmet beratı verildi. 1998’de Atatürk Dil-Tarih Kurumu şeref üyeliği’ne seçildi. Bunlar herkese nasip olmayan manevî payelerdir. Fakat O, hiçbir zaman kendini ön plana çıkarmak istemezdi.
||Bizde tarihi roman alanında pek çok eserler verilmiş olsa da Sepetçioğlu’nunkiler ayrı bir değer ifade etmektedir. O, ırmak roman türünde başarılı örnekler vermiştir. Konuları, tarihi hakikatlerden beslenerek ifade özgünlüğü içerisinde ele alınmıştır. Türk edebiyatında tarihi romanlar yazan yazarlar arasında şu isimler önemli bir yer tutar: Abdullah Ziya Kozanoğlu, Mümtaz Turan Tan, Feridun Fazıl Tülbentçi, Reşat Ekrem Koçu, Oğuz Özdeş, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Yeşim Ragıp Şevki, Ahmet Refik Sevengil, Nihal Atsız, Murat Sertoğlu, Bekir Büyükarkın, Kemal Tahir, Tarık Buğra ve Yavuz Bahadıroğlu…”
||Sepetçioğlu, kimliğiyle ve inancıyla gurur duyuyordu. Türklerin gerçek hüviyetini islamla bulduğuna inanıyordu. Onun kültürümüze ve inancımıza dair dikkate değer, tutarlı ve isabetli düşüncelerini kendisiyle yapılan bir röportajda söylediklerinden çıkarabiliriz:
||“Kendi insanlarını ve kendi insanlarımın olaylarını yazarken de bakıp gördüğüm şey, o insanın bulunduğu yere nereden, ne şekilde, nasıl gelmiş olduğudur. Biz 5000 yıllık (Orhun Kitabeleri benim için ölçüdür. Çünkü onu yazmak için bin yıllık bir geçmişe sahip olması ve bin yıllıkta kültürsüzlük devresi geçirmesi gerekir.) tarihte beş alfabe değiştirdik ve her alfabe bir kültür değişmesidir. Bugün Mao’un Çin’de zorla, yakma ve yıkma ile yaptığını, biz millet gelişmesinde tabiî olarak yaptık. Göktürk alfabesi ve kültürü, kendi kültürümüz, destanlarımız, milletleşme, devletleşme kültürümüz... Bunun yanında Uygur Türklerinin kendi alfabesiyle geliştirdiği ve Uygur alfabesinin etkisiyle ana kültürden uzak olmayan fakat Buda dininin etkisi altında olan kültürü, vs...
||Ondan sonra çok büyük bir etkilenme ki biz Müslüman oluyoruz. Hiçbir zorlama olmadan, kendi arzumuzla Müslüman oluyoruz. Türk, yıllardır aradığını İslâm’da buluyor. Kaftana ihtiyacı var. Bir bedenin bir ruha ihtiyacı olduğu gibi... Böylece İslâm’da birleşiyor, İslâm da Türklerle birlikte cihan şümul oluyor. Hz. Muhammed’in (S.A.V) yıllarca önce söylediği o arayış onuncu asırda ancak bulunuyor. Ondan sonra yeni bir kültüre girmiş ve o kültür vatanlaşma olmuştur, o kültüre uyan vatan aramıştır. 1029 tarihlerinde Alpaslan’ın babası ve Tuğrul Bey Maveraünnehir önlerindedir, keşif harekâtı vardır ve Anadolu, Van’dan Kars’a kadar keşfedilmiştir. Burada yerleşmeyi azimlemişler ve geri dönmüşlerdir. 1040 Dandanakan’dadırlar. 1063’te Diyarbakır-Şam tarafında ve 1071’de birden hücum başlamıştır. Malazgirt’le kültür ve vatan toprağı elde edilmiştir. Türk insanı yeniden yorumlanmıştır. Bugün kaynakta aynı olmamıza rağmen Orta Asya’daki bir Türkle buradaki bir Türk’ün yorumlanması çok farklıdır. Artık burada yeni bir kültür oluşmuştur. İslâm kaftanı altında gelişen bir kültürdür bu...
||Bu insanların da tabiî olarak maceraları vardır. Ben bu maceraları anlatmazsam, bu toprağın bu kültürle nasıl yoğrularak bugün bizleri nasıl meydana getirdiğini, sizlere tekrar iyi, güzel ve doğruluk ölçülerinde vermezsem ben görevimi yapmamış olurum. Bu durumda: 1. Sanattaki başarıya, bir sanat başarısına erişememiş olurum. 2. Verdiğim neticede hatalı olurum. 3. Bunun için ben diğer insanları değil, kendi insanlarımı yorumlarım...” Uluyurt, A. “Sepetçioğlu ile Sohbet”, Konevî Dergisi, Sayı: 28, 1985, s.15)
||Edebiyatımıza onlarca kıymetli eser kazandıran Sepetçioğlu, geniş bir okur kitlesine sahipti. Romanları arasında şunları sayabiliriz: Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Karanlıkta Mum Işığı, Darağacı, Sabır, Ebem Kuşağı, Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu, Gecevaktinde Gündönümü-İstanbul’un Fethi; Geçitteki Ülke....Ve Çanakkale 1 / Geldiler, ... Ve Çanakkale 2 / Gördüler... Ve Çanakkale 3 / Döndüler, Kutsal Mahpus, Sabır Ağacı, Benim Adım Yunus Emre, Bir Ömür Boyu Kıbrıs…” Bu arada yazdığı son eseri “Yesili Hoca Ahmed” adını taşıyordu.
||Sepetçioğlu çağımızın Dede Korkut’uydu. Müslüman-Türk kimliğiyle şeref duyuyordu. Tarihe karşı sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmişti. Hain kuşatmalara karşı kalemini kılıç gibi kullanmıştı. Türk edebiyatına birbirinden güzel ve orijinal eser kazandıran bu büyük insanı çok iyi okuyup yorumlamak lâzımdır. O günümüz aydınlarından şikâyetçiydi. Onlarla ilgili şu tespitlerde bulunuyordu:
||“Bizdeki `aydın`cıklar yaşayabilmek, daha çok semirip sömürmek üzere önce bizleri, sonra yakınlarından en yakınlarına kadar dostlarını ve dost bildiklerini sağırlaştırır, dilsizleştirir, öldürebilirler. Yeri geldiğinde de gözlerinize kaka kaka, kulaklarınıza çakarcasına hıyanetlerini ‘ilân’ ederek hainlikleriyle öğünürler. Şeyhleri N.H’den mirastır bu, vasiyettir.”
||Tarihi roman deyince ilk akla gelen isimlerden biriydi o… Bizim neslin tarih şuurunu Sepetçioğlu’nun romanları besledi. Onun, ‘nehir roman’ diye adlandırılan tarzda yazdığı eserler Türk tarihini sevdiren ve gerçek manada anlatan kıymetli kitaplardır. Bunlar onun engin bir tarih bilgisinin ve sevgisinin olduğunu da gösteren delillerdir. Hem onun, üzerinde durduğu tarihin özüydü, popüler tarih değildi. Kilit romanıyla başlayan ve ‘Yesili Hoca Ahmet ile sonlanan bu süreç nice tarihi güzellikleri gözler önüne sermiştir. Bu eserlerde tarih, kuru bilgi olmaktan çıkmış, malumatın sıkıcılığından sıyrılarak billur hissiyata dönüşmüştür.
||Sepetçioğlu milliyetçi ve mukaddesatçı bir sesti. Fakat o lafta bırakmamıştır hiçbirşeyi… Hayatı boyunca yazdıklarını yaşamış, yaşayamayacağı, altından kalkamayacağı sözleri telaffuz etmekten sakınmıştır. Onun milli ülküsü Kızılelma’ydı. Türk milletinin gelenek ve görenekleriyle, dini ve milli değerleriyle eğilmeden bükülmeden yaşaması için üzerine düşen vazifeyi eksiksiz yerine getirmiştir. Onun şu sözleri altı çizilecek türdendir:
||“Bizde eski, en eski bir Kızılelma ışığı vardır. Kızılelma ışığını ben görebileceğimiz en son yer; tutunacağımız en uç nokta bilir, bir sonraki durağın ışığıdır diye düşünürüm. O son durağa vardığımızda yandığını, daha ötede bizi çağırdığını gördüğümüz ışık... O bizim Kızılelma’mızdır. O ışık, Yaradanımızın özümüzde bizim için yaktığı ışıktır. Biz neredeysek, bir adım ötemizden bizi yine çağıracaktır.”
||Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanlarında dikkatimizi çeken asıl unsur dili ve üslubudur. O, Türkçeyi bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek geleceğe aktarmıştır. Onun dil hassasiyeti ve zevki her şeyin fevkindedir. Zira o bir dilcidir aynı zamanda. Dil eğitimi almıştır uzun zaman. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuştur. Dilin teknik altyapısına da vakıftır. Türkçenin söz kudretini çok iyi bilen ve eserlerinde yansıtan müstesna bir yazardır.
||Mesleği öğretmenlik olmasına rağmen bu vazifeyi ifa etmemiştir. Çünkü o bir yazma müptelasıydı. Vaktinin başka işlerle bölünmesine gönlü razı olmuyordu. Romancılığı meslek olarak görüyordu. Geçimini kalemiyle sağlıyordu. Onun parada pulda, makamda, şöhrette gözü yoktu zaten. Bir lokma bir hırka anlayışıyla geçirmiştir ömrünü. Bankalarda para biriktirmek yerine kütüphanelerin raflarını, yazdığı kıymetli eserlerle donatmıştır. Devlet memuru olmadığı için, kendine resmi sınırlar koymadan özgürce yazabiliyordu. Kalemi sağdan soldan gelen çatlak seslerle eğilip bükülmüyordu.
||Tarihi romanların piri olan Sepetçioğlu’nun sevenleri kadar sevmeyenleri de vardı. Onu sevmeyenler milli ve manevi değerlere sırt çeviren, Batı kültürüyle beslenen mankurtlardı. Onu sevmiyorlardı; çünkü o Türklüğüyle ve Müslümanlığıyla şeref duyuyor, bu inancın meyvelerini geleceğe taşıyor, gençlerin bu değerlerle yetişmesi için büyük çaba harcıyordu. Ötekiler milli ve dini olan her şeye karşıydılar.
||Son dönem tarihi roman yazarları içerisinde mümtaz bir sima olan Sepetçioğlu, kendine has üslubuyla, yazdıklarını güzelleştirmiştir. Anlatımı sade olmasına rağmen asla basit ve sıradan değildir. Aksine şairane ve soyut bir söyleyişi vardır. İçtenliği her şeyden daha çok önemser. Eserlerindeki canlı portre, tasvir ve tahliller zevk ve birikim sahibi okuyucuların dikkatlerinden kaçmaz. Söyleyişinde halk kültürün izlerine sıkça rastlanır. Hatta yeri gelince yöresel ifadeleri kullanmaktan da kaçınmaz. Fakat onun asıl marifeti İstanbul Türkçesini bir su berraklığında ve nehir akışkanlığında ustalıkla kullanmasıdır.
||İyi insanlar iyi bir mazi bırakıyorlar arkalarında. Onlar için güzel şeyler söyleniyor. Onlara dair güzellikler dünyadan ukbaya taşınıyor. Güzellikler bir yelpaze misali açıldıkça genişliyor. Sepetçioğlu da güzel bir insandı. Onun ardından söylenenler de güzel oldu. Onun ölümüyle birlikte edebiyat, kültür ve sanat otoriteleri şahsi değerlendirmelerini yaptılar. Bunlardan bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum:
||”Yakından tanıdığım ve severek okuduğum bir yazardı. İlk okuduğum kitabı, İslam öncesi Türk destanlarını edebi bir üslupla yeniden yazdığı ‘Yaratılış ve Türeyiş’tir. Daha sonra Anadolu’da Türklüğün oluşumuna yöneldi. Kilit, Kapı ve Anahtar ile başlayan dizisi, Anadolu’nun Türklere açılışını ve sonraki gelişmeleri başarıyla anlattığı romanlarıdır. Son zamanlarda yeniden gündeme gelmişti. Önemli bir şahsiyetti. Çok ihmal edilmişti; ama edilmemesi gerekirdi”(Beşir Ayvazoğlu)
||”Türk tarihini onun sayesinde okuduk, sevdik ve benimsedik. Onunla birlikte tarihimiz, edebiyat ile birlikte geniş yollardan günümüze ulaştı. Destanları, o sihirli kalemden okuduktan sonra daha çok sevdik. Büyülü bir rüyaydı gördüğümüz, engin ufuklara satır aralarından açıldık. Dede Korkut’tan aldığımız soluğu Çanakkale’de boşalttık. Sepetçioğlu, sağlam kuralcılar, emin rehberler ve gerçek öncülerin ardından yürüttü okuyucusunu.”(Mehmet Nuri Yardım)
||“Kemal Tahir’in Devlet Ana’sından sonra biraz da ona özenerek yazdığı tarihî roman dizisi ile birçok gencimize tarih şuuru kazandırdı. Tarih romanı açısından unutulmaz bir isim. Çanakkale’yi ilk kez romana döken romancımız olması bakımından önemli bir yere sahip. Ayrıca, Karanlıkta Mum Işığı, Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu, köy enstitülerinin dışında Anadolu romancılığının samimi bir örneği sayılabilir”(Mustafa Miyasoğlu)
||Romancı ele aldığı konuya mutlaka hâkim olması gerekir. Kulaktan duyma bilgilerle tarihi roman yazılmaz. Bu milletin geçmişini yazacaksanız bu millete dair çok geniş bir tarihi malumatınız olması gerekir. Bilgi sahibi olmak yetmez, bildiklerinizi inanç kalelerinizin burçlarında dalgalandırmaya azmetmelisiniz. İnançtan mahrum bilgi tesirden uzaktır. Sepetçioğlu’nun tarihi roman alanındaki başarısı bu milletin mazisini çok iyi bilmesinden ve idrak etmesinden kaynaklanıyor. Zira o Anadolu’nun bağrından, Tokat’ın Zile ilçesinden bakmıştır Türk’ün şanlı serüvenine; bakarken de önyargılardan olabildiğince sıyrılmıştır. Okuyucularını tesir altında bırakmasının en büyük sırrı bu olsa gerek. O bu toprağın ayrılmaz bir parçasıydı. Geçmişini ve geleceğini Moskovalarda arayan yoz kültürden çok ama çok uzaktı. Toprak kokan ellerden ayranını içmiş, mısır ekmeğini yoğurt içerisine katarak karnını doyurmuştu. Gönlünü de yerli kültürün öz değerleriyle donatmıştı.
||Sepetçioğlu bütün romanlarında bizi bize anlatmıştır. Dede Korkut’tan Çanakkale’ye kadar olan tarihimiz nakış nakış işlenmiştir satırlarında. Onun eserlerinde yabancı kelimelere, yabancı kültüre ve yozlaşmaya yer yoktur. O, yüzde yüz Türk malı bir kültürün yayıcılığı vazifesini üstlenmiştir. Tarih, onun kitaplarında bütün ihtişamıyla canlandırılarak olanca diriliğiyle gözler önüne serilmiştir. Her genç onu okumalı ve ondan aldığı ilhamla hayatına yön vermelidir. Tarihi edebi bir zevkle okuyup sindiren gençler ecnebi kültüre meyletmez. Onun için bu değerli romancının eserleri devlet eliyle, Kültür Bakanlığı aracılığıyla basılarak ucuz fiyatla geniş kitlelerin hizmetine sunulmalıdır. Ecnebi kültürlerin mantar gibi çoğaldığı, milli ve manevi değerlerimizi istila ettiği bu dönemde buna çok ihtiyacımız vardır.
||Bir nesil onun kitaplarıyla büyüdü. Bu kitaplardan ilham alanlar vatanlarını sevdi ve başlarına taç eyledi. Şimdi her biri mühim vazifelerde bulunarak bu vatana hizmet ediyorlar. Sepetçioğlu, bildiğimiz sınıf ortamında öğretmenlik yapmasa da bir millete muallim olma şerefini taşıdı. Bizlere çok şey öğretti. 09 Temmuz 2006 Pazar günü Hakk’a kavuşan bu güzel insan, arkasında milyonlarca sevenini bıraktı. Allah rahmet eylesin.