« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

29 May

2007

İSTANBUL VE FATİH

Haluk NURBÂKİ 01 Ocak 1970

Mânâ âleminde, mutlu bir zaman dilimine yaklaşmanın heyecanı vardı. Bu heyecan dünyaya yansırken, toprakları coşturan ve ağaçları tomurcuklandıran bir bahar rüzgârı gibi yeryüzüne iniverdi. Yeni kurulan Osmanlı Devleti Marmara'ya yerleşmiş, Balkanlar'a çelik yumruğunu koymuştu bile.

Ancak mânâ coşkusunun ve onun yeryüzüne dalga dalga hayat veren rüzgârının özünde ayrı bir güzellik daha vardı. Ve bu güzellik, Allah sevgilisi Fahr-i Kâinat Efendimizin "Belde-i Tayyibe" (Güzel şehir) diye isimlendirdiği İstanbul'un, İslâm nuru ile tanışmasıydı.

Mânâ kahramanları için böyle bir güzelliği düşünmek bile akıl almaz bir haz veriyordu. Kısa bir süre sonra Hazar'ın batısındaki iklimlerden fışkıran ve Allah sevgisiyle dolu olan bir velîler ordusu, ışık ışık yola çıkarak Osmanlının ana evi olan Bursa'da toplanmaya başladılar. Bu nur ordusunun bazı fertleri ise, kalb gözü açık strateji ustaları tarafından çok esrarlı yerlere yerleştirildiler.

Emir Sultan, Bursa'nın yeşil penceresinden İstanbul ufuklarını seyrederken, orada bambaşka bir hayat coşkusu olduğunu, âdeta taşına toprağına mânevî bir zemzemin sindiğini hissediyor, zamanın ötelerine açılan gözleriyle asırlardan beri İstanbul'a ulaşmak için hayatını veren şehitlerin nefesini duyuyordu. Emir Sultan, mânâ âleminin büyük strateji plânında Fatih'e perde perde hazırlanan dekorun en hassas bölgesinde vazife alan velîlerin hangi saat, hangi dakika Hz. Fatih'e ulaşacaklarını ve ışıklarını hangi köşeden yakacaklarını plânlayan bir mimardı. Somuncu Baba'yı Aksaray'a yolcu ederken, İstanbul'un şifresini ona vermeyi unutmadı. İstanbul'un fethi ile ilgili İlâhî senaryonun en önemli noktalarından biri olan Ankara'da da Hacı Bayram Velî Hazretleri oturacaktı. Emir Sultan. Hacı Bayram Velî Hazretleriyle sürdürdüğü gönül telgrafında, Aksaraylı Hamidüddin'i görevlendirmişti. Tâ Mısır'dan kalkıp gelen Eşref-i Rumî de, Hz. Emir Sultan'ın mânâ sofrasında sergilenen şifreleri ilk çözenlerden ve Hacı Bayram'a ulaştıranlardandı.

Hacı Bayram Velî Hazretleri, Sultan Fatih'e ve ordusuna gerekli olan mânevi teçhizatını hazırlamakla görevliydi. Fatih'in hocası olan Akşemseddin ise, bir yandan kadirî ustası Eşref-i Rumî'den gelen mânâ cereyanının alırken, bir yandan da Hacı Bayram Velî Hazretlerinden Fatih'e destek planının ayrıntılarını öğreniyordu.

Bu mânevî rüzgarların hayat verdiği zaman diliminde daha nice yüceler ve dervişler sahneye çıkmıştı. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz’in İstanbul'un fethine işaret buyrulan hadîsindeki medh'e lâyık olabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı.

Bu coşkulu bekleyişin ve hazırlığın ilk ışığı, Hacı Bayram Velî Hazretlerinin 2. Murat'ı ziyaret ettiği bir günde yandı. Ve bu yüce velî bütün Türk-İslâm kumandanlarının ortak rüyası olan İstanbul'un fethi düşüncesini Sultan'a arz etti. Zaman dilimindeki inceliğe bakın ki, o sırada âniden hastalanan ve henüz 1 yaşında olan Fatih, dua kapmak için annesinin kucağında huzura geliverdi. Hacı Bayram Velî Hazretleri, gözlerinin derin ışığını İstanbul'u fethetme askıyla tutuşan Sultan Murat'a çevirerek:

"O fetih size müyesser değil sultanım, dedi. İstanbul'un fethi bu yavruya nasiptir."

İstanbul'un Fethi. nizâm-ı âleme giden nurlu yolu açacak büyük bir fetihti ve hazırlıkları içinde en ufak bir eksiklik olsun istenmiyordu. Bundan dolayı müjdeli fethi gerçekleştirecek olan kişinin kimliği, Hacı Bayram Velî tarafından çok önceden açıklanmıştı. Nitekim Sultan Murat, 10 yaşından itibaren Fatih'in sözlerine olan itimadını ispat edecektir.

Sultan Murat, fevkalâde dirayetli bir padişahtı. Gençti, kılıcının önünde kimse duramazdı. Fakat bu meziyetleri kadar, Allah'a olan sonsuz imânı ve kadere teslimiyeti ile tanınıyordu. Düne kadar İstanbul'un fethi rüyasıyla yaşarken, şimdi artık o plânın bir parçasına hizmet etmek şerefine rıza göstermişti.

Niçin İstanbul böylesine önemliydi? Fahr-i Kâinat Efendimiz (S.A.V.) İstanbul'u beğenmesi ve onu zaptedecek kumandan ve askerlere iltifat etmesinde hikmet neydi?

Acaba Efendimiz (S.A.V.) İstanbul'a dünyanın çok hoş bir yerinde bulunması ve güzelliği için mi iltifat etmişti?

Yoksa İstanbul, yüzlerce yıl İslâm güneşini parlatacağı ve mânâ ehlini toplanacağı bir yer olduğu için mi methedilmiştir?

Allah'ın binbir güzellikle yarattığı bu beldeyi Efendimizin (S.A.V.) sevmesi, Mirac'ta seyrettiği zaman dilimleri içinde İstanbul'a özel bir iltifat göstermesi ve mübarek nazarlarını o şehir üzerine lûtfetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla nazar-ı Muhammedîye (S.A.V.) uğramak şerefi, kader çizgisine bir emr-i İlâhî hâlinde işlenivermiştir.

Hz. Fatih velîler sofrasında yetiştirilirken, Fahr-i Kâinat Efendimiz'e (S.A.V.) olan sevgi cereyanlarından fazlasıyla nasiplendi. içiyle dışıyla Fahr-i Kâinat Efendimiz'e (S.A.V.) hizmetten başka bir düşüncesi yoktu. Daha 20 yaşındayken namaza karşı gösterdiği saygı ve onun icrâsındaki titizlik, Akşemseddin'i bile hayran bırakıyordu. İstanbul'u fethedeceğinin mânevî işaretleri kendisine verilmişti. Ancak, Akşemseddin Hazretlerinden bir işaret gelmedikçe, madde plânına geçmek istemiyordu.

Bu işaretlerden ilki, kulaktan kulağa fısıldanan bir parola gibi yüzyıldan beri konuşulur olmuştu. Somuncu Baba, Molla Gurânî’den aldığı fetih tarihini Hacı Bayram'a mukaddes bir emanet gibi iletmişti. Çünkü Kur'an'ımızın İstanbul hakkında buyurduğu "Beldetün tayyibetün" kelimeleri ebced hesabı ile 857'yi gösteriyordu. Ve bu sayı, Milâdî hesapla 1453 tarihiydi. İşte Hacı Bayram Velî ve Emir Sultan Hazretlerinin önceden bildikleri ve kendi zaman dilimlerine rastlamadığı halde, küçük Fatih'i bebekken tanımalarındaki hikmet buydu.

Yüce Fatih, fetih ve gençlik ateşinin tesiriyle âdeta yanıp tutuşuyordu. Birgün Akşemseddin'in huzuruna gelerek yalvaran bakışlarla:

"Bana bir emriniz olacak mı efendimiz?" diye sorduğu zaman, Akşemseddin;

"Karşı yakaya bir sur yap, dedi. Öyle bir sur olsun ki, dünyanın bu yöresine bir yüzük taşı gibi Muhammed (S.A.V ) imzası atılsın."

Akşemseddin'in emrettiği Rumeli Hisarına ait taşları temin etmek dahi, İstanbul'un fethinde sembolleşen madde ve mânâ kaynaşmasının harika bir tablosuydu. Gerekli olan malzeme için araştırma yapıldığında, Karadeniz Ereğlisi’nden daha yakın bir yerden taş temin etmenin imkânsızlığı ortaya çıktı. Fakat o taşların kesilip hazırlanarak boğaza sevk edilmesi, o günkü şartlarla 10 senelik bir işti. Fakat Emir Sultan Hazretleri, bu hâdiseyi mânâ kompüterinden seyretmiş ve 2 derviş velisini, yıllar öncesinden Ereğli’ye göndermişti. Bu dervişlerinden Havlucu Baba olarak anılan kişi, sert kayaları âdeta tokatlar gibi çıkartıp deniz kıyısına yığmakta ve çok öncesinde aldığı bu emri, âdeta nefes almadan yerine getirmekteydi. Uzun süredir hazırlanan taşlar, kısa sürede boğaza taşındı ve Efendimizin ismini gösteren Rumeli Hisarı, 120 gün gibi akıl almaz bir sürede tamamlanıverdi. Yüce Fatih, böyle bir imzayı atarken, binlerce askeriyle birlikte sırtında taş taşıma şerefinden vazgeçmemişti.

Fatih'in Edirne'de ordusunu hazırlamaya başladığı sırada gerek Molla Gürânî, gerekse Akşemseddin Hazretleri askerlere mânevî destek veriyordu. Şubat ayından itibaren başlayan savaş hazırlıkları, bizzat Fatih'in geceyi gündüze katan moral gücü, askerî teknik bilgisi ile birleşince, uzay çağı gibi makineleşiverdi. Onun Haliç'e karadan indirdiği donanması, olmazı olur yapacağının bir işaretiydi. Günümüzün imkânlarıyla sırf film çevirmek ve macera hevesiyle dahi bir küçük geminin karadan Haliç'e inmesi imkansızken, bir donanmayı göz açıp kapayana kadar Haliç'e indirmek, aklı başında olan Bizans kumandanlarına bu işin çoktan bittiğine dair bir işaret gibi sunulmuştu.

Nisan'ın ilk haftasına gelindiğinde maddenin, mânânın, dağların, taşların ve meleklerin beklediği harekât başlamıştı. Şehit olacağı ana kadar abdestsiz yere basmayan ve namaz vakitlerini geciktirmeyen 10.000 has mümin, Efendimizi (S.A.V ) mutlu etmek savaşına yıldızlar gibi akıyordu. Ancak bir tarihin açılıp kapanması, sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Çünkü Bizans, Topkapı'yı çift sur emniyeti içine almıştı. Dıştaki surdan seyyar merdivenlerle yaklaşan kahramanların üzerine kaynar zeytinyağı dökülürken, buradan mucizevî şekilde kurtulanları da 50 metre içerdeki surlarda mevzilenen okçular bekliyordu. Yüzlerce mücahidin şehid düşmesine ve aradan 50 gün geçmesine rağmen bir türlü düşürülemeyen surlar, bütün metanetine rağmen Fatih'i bile endişelendiriyordu.

Akşemseddin ise çadırında bir yandan duasını ediyor, bir yandan da Fatih'ler birlikte yetiştirdiği diğer dervişlere son derslerini veriyordu. Bur dervişlerin arasında Ulubatlı Hasan ve bilâhare Kadı Hızır diye anılacak olan Hızır Bey de bulunuyordu. Akşemseddin hazretleri, bizzat Fatih'in bile tırmanmak için sabırsızlandığı surlara baktıktan sonra Ulubatlı’ya dönerek: "Sıran geldi Hasan" dedi. "Haydi, göreyim seni."

Ulubatlı. hocasının sözleri daha bitmeden surlara tırmanmaya başlamıştı bile. Üzerine dökülen kızgın yağların acısını, Peygamber (S.A.V.) aşkı ile hissetmiyor, vücuduna saplanan 8–10 oka rağmen şehadet yolculuğuna devam ediyordu. Bizans askerleri, gördükleri manzara karşısında korku ve panik içinde ne yapacaklarını şaşırırken, İslâm mücahitleri çoktan surları aşmaya başlamıştı. O sırada Ulubatlı yere düştü, şehadet gülleri açan çehresindeki neşe ile son nefesini vermek üzere bir kez daha Fatih'e bakarak;

"Meraklanma sultanım, Resûlullah (S.A.V.) surlarda" diyerek bir başka sırrı daha açıklayıverdi:

Ertesi gün Ayasofya da cuma namazı kılınırken, gerçekten batıya ait bir çağın kapandığı apaçık sergileniyordu.

Hikmetlerin incesine bakınız ki, bu olaylardan 700 yıl önceki Kerbelâ vahşetinde, İstanbul’a câriye olarak gönderilen Hz. Hasan Efendimizin (R.A.) kızı Fatma Sekine ile Hz. Hüseyin Efendimizin (R.A.) kızı Zeynep. Ayasofya'yı inşa eden bir kralın 6. torunu olan Katerina ile tanışıp bir tarz kader birliği yapmışlardı. Bu şanslı hanım, Fatma ve Zeynep sultanlardan iman lütfuna uğramış ve demişi ki:

"Benim dedelerimin yaptırdığı Ayasofya, sizin yolunuza baş koymuş bir kumandan tarafından zapt edilince mutlu olacağım."

İstanbul’un fethi için gönülden dua eden Katerina, müslüman olduktan sonra Sarı Sıdıka ismini almış ve vefat ettiğinde, Ulubatlı Hasan’ın bayrak diktiği köşeden 300 metre içeriye defnedilmiştir. Bu hanım, şimdi İstanbul’daki Sümbül Efendi dergâhında, Fatma ve Zeynep sultanla birlikte yatmaktadır.

İstanbul'da kılman ilk cuma namazından sonra, peri masallarında bile görülmeyen bir sürat ve estetikle, çürümüş Bizans imparatorluğu tasfiye edildi ve yerine. Efendimiz’in teftişine ve nazarına hazır bir Belde-i tayyibe kuruldu. Fatih İstanbul’un harika tabiatını koruyan ilk kanunları ile birlikte koskoca şehri su ve yol şebekesi ile bir anda modernize etti. Kiliselerini bile temizletip tamir ettirdi. Hatta papazların maaşını, kiliselerin vaftiz kazanlarını temizleyen özel memurların ücretini ve bu sırada kullanılan gülsularının parasını bile devlet hazinesinden ödedi. Kur'an emirlerine uyarak, Efendimizin (S.A.V.) emirleri istikametinde diğer dinlere karşı öylesine bir hürriyet ve müsamaha sistemi geliştirdi ki, aklı başında her batılı bilgin Fatih'e hayran oldu. Kendi köhnemiş fikir taassuplarıyla bir yere varılamayacağını, Fatih'in ilme ve insana karşı olan saygısını taklit etmenin kaçınılmaz olduğunu anladılar. İstanbul'un fethinden sonra en önemli olay olan Rönesans, böylece Fatih'in avuçlarında doğdu.

Fatih'in İstanbul'da yaptığı icraat ve getirdiği harika prensiplerin korunması için unutulmaz bir bedduası vardır:

"Bu şehre getirdiğim her güzellik, vasiyet etiğim her güzel kaide Kur'an'a ve Efendimize (S.A.V.) bağlılığımdan doğmuştur. Bunları kim değiştirirse, Allah'ın, Resûlünün ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun." Fatih, eksiksiz bir lider olmanın yanısıra Efendimizin (S.A.V.) iltifatına mazhar olmuş büyük bir velîdir. Ve onda yalan veya yanlış arama yalnız gafletin değil, büyük bir ihanetin eseridir.

Fatih'in Türk Devletine ve Dünya Milletlerine getirdiği güzellikleri anlamamakta niçin inat edildiğini bilmek zordur. 7 lisânı bilen ve o lisân üzerinde şiir yazacak kadar bilgisi olan Fatih, şiirde de çok üst seviyelerde eser veren devlet adamlığı ve sorumluluğu açısından çağımızın ulaşamayacağı bir insanlık ve hürriyet fikriyatçısı idi. Ülkesindeki çeşitli kavimlere yaşama ve istediği mahkemede yargılanma hakkını veren, çağımız hürriyet mefhumlarının çok ötesinde yaşamış bir kişidir. Bütün bunlara rağmen onu, başka türlü görmeye ve göstermeye çalışanların gönülleri zaten kurumuştur. İnşaallah dilleri ve kalemleri de kuruyacaktır.

Ziyaret -> Toplam : 125,32 M - Bugn : 84918

ulkucudunya@ulkucudunya.com