En ilginç padişahlardan biri
İlber Ortaylı 01 Ocak 1970
Bundan 250 yıl önce Osmanlı padişahlarının en ilginçlerinden biri, III.Selim dünyaya gelmişti
1761 yılı aralık ayının 24’ünde, imparatorluğun henüz üç kıtada yaşadığı bir dönemde doğdu. Toprak kayıpları vardı ama kimse onun yıkılacağını henüz düşünemezdi. Lakin içerideki ideoloji alt üst olmuş vaziyetteydi. 1699’un kayıpları bir yana, şehzade Selim’in doğumundan 13 yıl sonra Osmanlı II. Katerina Rusya’sı karşısında ilk defa ağır ve telafi edilmez yenilgiye uğramış ve Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalamıştır.
Babası III. Mustafa kahrından öldü. 1783’te Kırım ve Kuban da elden çıkınca imparatorluğu yönetenler ve halk ilk defa Müslüman ve Türk bir bölgeyi kaybetmekten dolayı bir dağınıklığa uğradılar. Ne var ki bu imparatorluk kendini yenilemek için bazı reform ve düzenlemelere de gitmeyi biliyordu. 18’inci yüzyıl boyunca Avusturya ve Rusya’ya karşı direnebilmişti.
Zekiydi, çok iyi şiir bilirdi
Babası III. Mustafa ölünce garip veraset sistemimiz dolayısıyla tahta şehzade Selim değil, amcası I. Abdülhamid geçti. Mamafih şunu söylemek gerekir, şefkatli ve adil bir hükümdardı. Şehzade Selim’in yani veliaht-ı saltanatın dış dünya ile temasına ses çıkarmadı. Bu dış dünya ile temas sadece müzisyen, şair ve alimlerle sınırlı değildi; bazen başkentteki yabancılarla olduğu gibi hatta Fransa Kralı XVI. Louis ile mektuplaşmaya bile başladı. XVI. Louis’nin tavsiyeleri korkunç şeyler değildi. Birçok kimsenin sandığının tersine aklı başında bir kraldı, onu felaketine götüren Fransa’daki ters rüzgarlar olmuştur. Kuşkusuz ki bir veliahdın dış devletlerle ve hükümdarlarla bu gibi teması büyük Petro ve veliaht Aleksyin akıbetini düşünürsek ağır cezayı gerektirirdi. I. Abdülhamid bu eylemi reddetti ve onu sarayda sıkı bir göz hapsine aldırtmakla yetindi.
Veliahdın gözü açılmıştı, zekiydi, iyi şiir biliyordu. Musiki ustalığı ve Türk müziğindeki kompozitör olarak katkıları herkesin malumudur. Sanatı seviyordu ve sanatçıları takdir eden, hatta onlara aşırı derecede saygı duyan bir hükümdardı. Güzel Türkçesi, musiki zevki ve edebiyat yeteneği yanında hat sanatı ile ilgisi yoktu ve yazısı gayet kötüydü.
1808’de sarayda öldürüldü
Dar bir müşavirler kadrosunun kurduğu çembere girmeye müsaitti. Bu onun hem kurmak istediği yeni askeri birliklerin (olası Nizam-ı Cedid) yarattığı fesadı, hem de vergi yolsuzluklarının yarattığı etkileri ve homurtuları duyup değerlendirmesine mani olacaktır. Neticede 1807 yılında pekala önleyebileceği şehir ayaklanması ile boğazdaki kale yamaklarının (muhafız bile değil) başı Kabakçı Mustafa ihtilali ile devrildi ve saraydaki ‘Şimşirlik’ denen hücreye kapatıldı. Saltanat kendinden sonra gelen IV. Mustafa’ya yani amcasının silkine geçmişti. Öbür kuzeni II. Mahmud ile arası fevkalade iyiydi. IV. Mustafa için bu söylenemez.
Bir yıllık kaos dolu bir idareden sonra Rumeli’nin ayanları ve başı bozuk orduları adeta 100 sene sonraki bir olayı andırır şekilde başkente yürüdü. Alemdar III. Selim’in hayatını kurtaramadı. 28 Temmuz 1808’de saraydaki cinayet bir katliama dönüşecekken Osmanlı tahtının son erkeği Mahmud’un hayatı kurtarıldı ve son Osmanlı, cemaat başı olarak II. Mahmud unvanı ile tahta geçti. Bundan sonra bütün Osmanlılar onun sulbünden gelecektir.
16 nikah kıydı, çocuğu olmadı
III. Selim rivayetlere göre 16 kere nikah kıymış, bugün dahi ürolojik bir tedaviyle çok kolay çözümlenmeyecek akametten dolayı hiç çocuğu olmamıştır. İlk Avrupa tarzında portresi yapılan hükümdar odur. Alaturka musikinin büyük üstadı garp müziğini de dinlerdi. Ve saray onun döneminde büyük değişiklikler yaşadı. II. Mahmud’un Topkapı Sarayı’ndan hiç hoşlanmadığını göz önüne alırsak, bu imparatorluk evinin gerçek son sahibi odur.
Döneminde ihtilalci Fransa ile Avusturya ve Rusya gibi devletlere karşı ittifak yapıldı, doğru bir politikadır. Sonra da Bonaparte çığrından çıkınca Fransa’ya karşı Rusya ile bir ittifak yapıldı. Amiral Uşakov ve Amiral Kadir bey arasındaki bir ittifakla Adriyatik’teki İyon adaları Fransa’nın elinden alındı ve müşterek himaye altında Yedi Ada Cumhuriyeti kuruldu. Yunanistan tarihinin bu faslı unutmamalıdır, Balkanlar ilk cumhuriyeti monarşist Osmanlı imparatorluğu ve Rusya’ya borçludur. III. Selim döneminde Avrupa ile de daimi ikamet elçilikleri kuruldu, bu bir anlamda ama sadece teşkilat olarak modern Türk hariciyesinin temeli sayılıyor, yıl 1793. Lakin suret-i katiyede Osmanlı diplomasisinin ve dış ilişkilerin tarihini ve tecrübesini ve geleneğini bu kadar yeni zamanlara koymayalım.
Bir büyük adamın 250’nci doğum veya ölüm yıldönümü uygar ülkelerde hususi tören toplantı ya da yayınlarla kutlanır. Ne yazık ki Türk kültürünün ve çağdaşlaşmamızın bu ünlü öncüsünün 250’nci doğum yıldönümünü unuttuk. Hiç değilse bu ay onun ayı olmalıydı.
Manasız yakınlaşma
İsviçre Dışişleri Bakanı Michelin Calmy-Rey, Dışişleri Bakanlığımızın onur konuğu olarak Ankara’daki büyükelçiler konferansına çağırıldı. Hatırlatmaya lüzum yok; hem dünyanın dört bucağındaki hem de merkezdeki büyükelçilerin yılda bir araya geldikleri önemli bir toplantıdır. Buraya çağrılan zatın devlet politikası gereği fevkalade iltifata layık olması gerekir. İsviçre Dışişleri Bakanı Türkiye’ye karşı soykırım ve ırkçılık (bunun üzerinde duralım) konusunda karşı görüş sergileyenlerin ağır cezalar almasını öngören kanunu Federal meclisten geçirten elebaşıdır. Calmy-Rey “Bu kanun genel olarak ırkçılığa karşıdır” diyor. Münasebetsiz bir özür; hiçbir hukukçunun kabul etmesi mümkün değil. Üstelik bu kanunla bir Türk politikacı İsviçre’de mahkum edildiğine göre bundan sonra oradaki Türklerden herhangi biri Ermeni sorununa değindikçe II. Cihan Harbi’nin Yahudi kasaplarıyla veya sinagogları tahrip eden dazlaklarla aynı paragraf içinde değerlendirilecekler demektir. Michelin hanımın böyle bir kanunu ırkçılığa çok karşı veya çok Ermenici ve çok Yahudici biri olduğu için ele aldığını sanmıyoruz.
Herkesin malumu olduğu üzere, mali yönden İsviçre güçlüdür. Bankacılığa hâkimdir, milletlerarası ağırlığı olan küçük bir devlettir, 20. asırda daha da bir ağırlığı vardı. İşte sorun da burada başlar, bu saygınlığını II. Cihan Harbi’nde yitirmiştir. Cüssesinden dolayı milyonlarca Yahudiyi ve Çingeneyi fırınlara yollayacak hali yoktu, cihan harbini onun çıkarması da beklenemezdi. Daha rezilce bir şey yaptılar, Nazilerin yağmaladığı Yahudi servetlerine kasadarlık yapıp hissemend oldular. Buna lügat tabiriyle nebbaşlık deniyor.
Dışişleri bakanlığımız Fransa ve Sarkozy ile olan ihtilafı ve Ermeni konusundaki savunmayı gürültüyle götürürken (ki hiç kimse buna itiraz etmiyor) İsviçre ile bu manasız yakınlaşmayı izah edememektedir ve çelişki içindedir. Diplomaside protesto kozunu çelişik eylemlerle silmenin hazin bir örneği...