Ergenekon davası: Yanlışa yanlış cevap
Kadri Gürsel 01 Ocak 1970
Ergenekon operasyonları ve dava süreçleri, Ümraniye’deki el bombalarının ele geçirildiği 2007’deki ilk gününden, geçen pazartesi günü Silivri’deki karar duruşmasına kadar hep bir iktidar mücadelesinin mantık dairesi içinde yürütüldü. Bu operasyon ve davanın demokrasi ve hukuk kriterleri açısından en büyük zaafı, sahipleri olan AKP ve Cemaat’in, bu süreçler zarfında elde etmek istedikleri siyasi sonuçlara odaklanıp adil ve düzgün yargı gereğine boş vermesi olmuştur.
Sanık sandalyesine oturtulanların hak ve hukukunun kamuoyunun nazarında önemsizleştirilmesi için de Ergenekon operasyonu ve davasına atfedilen siyasi hedefin meşruiyetine müracaat edilmiştir: Askeri vesayetin sivil destekçileriyle birlikte tasfiyesi ve eski rejimin yasadışı derin devlet örgütlenmelerinin çökertilmesi...
Bu meşruiyet payandası ile operasyon ve davanın sığası alabildiğine genişletildi; bütün bu süreçler muhayyel “yeni rejim”in inşasına çok amaçlı olarak hizmet edecek mahiyette yapılandırıldı.
Ergenekon operasyonu ve davası, asker ya da sivil olsun darbe planlayanların ve darbe ortamı hazırlanmasına yönelik eylemler düzenleyenlerin doğru düzgün ve hukuka uygun yargılanması ile sınırlı tutulsaydı, ülkenin demokratikleşmesine hizmet edebilirdi.
Ama böyle yapılmadı, geçmişte otoriter laikçi uygulamalarıyla ünlenmiş üniversite yöneticilerine, parti dışı siyasi faaliyeti fazlaca AKP ve Cemaat karşıtı addolunan Kemalist Cumhuriyetçi figürlere, muhalif Kemalist gazetecilere ve rakip görülen sivil toplum kuruluşlarına kadar uzanıldı.
Bu davada geçen pazartesi verilen, bazı sanıklar açısından son derece ağır mahkumiyet kararları ile dava sürecindeki hukuksuzluk ve usulsüzlükler doğru orantılıdır.
Savunma hakkı kısıtlanmasaydı, sanıklar lehindeki bazı deliller dikkate alınsaydı, gizli tanık acayipliklerine başvurulmasaydı, gazetecilik faaliyeti suç sayılmasaydı, alakasız “deliller” iddianameye katılarak sanıkların itibarsızlaştırılması hedeflenmeseydi, bu ağır mahkumiyet kararları da şaşırtıcı olurdu; ama şaşıracak bir durum yoktur. Dava nasıl başladıysa, öngörüldüğü gibi bitmiştir.
Ergenekon operasyon ve davası, iktidarın medyası ve sözcülerinin de desteğiyle neticede bir zihniyet dünyasını cezalandırmayı hedef alır hale gelmişti.
İktidarın, Ergenekon ve bunun yanı sıra Balyoz dava süreçlerine paralel kapsamlı faaliyeti sonucunda, bir askeri darbeyi bizzat planlamış olanlarla, AKP’den ne pahasına olursa olsun kurtulmak için darbeye razı olanlar, “darbecilik” ortak paydasında eşitlendiler.
Sonuca iki açıdan bakabiliriz:
Birincisi, sivilleşmedir. Kemalist Cumhuriyet’in geçmişte kalmış dünyasında adeta kanıksanmış olan askeri vesayet artık tamamen çökertilmiştir. Asker siyasetten yüz kızartıcı biçimde kovulmuştur.
Askeri darbelerden medet ummak nihayet bir “düşünce ayıbı” haline gelmiştir Türkiye’de.
İkincisi ise sivil otoriterliktir.
Siyasetin demilitarizasyonu beraberinde otomatikman demokratikleşmeyi getirmiyor. Çünkü siyaseti sivilleştiren AKP ve Cemaat demokrat değil.
Türkiye askeri vesayet anormalliğinden seçimli otoriter rejim anormalliğine savrulmuştur. Sivilleşmenin, tek başına demokratikleşme olmadığı artık görülmelidir.
Şimdi bu ülkede demokratların görevi bir aşırılıktan ötekine giden rejim sarkacını özgürlükçü demokraside ortalamak olmalıdır.
Ergenekon davası mahkumiyetleri, toplumdaki kutuplaşmayı daha da derinleştirdi.
Madem bu bir siyasi dava ve arkasında seçilmiş bir siyasi irade var; o halde bu davada verilen bazı aşırı ağır cezaların toplumun önemli bir kesiminde neden olduğu adaletsizlik duygusunun da bir genel af ile bertaraf edilmesi için yine bir seçilmiş siyasi iradenin müdahalesi gerekecektir.
Müebbet mahkumu İlker Başbuğ’un “Yargılananlar için son sözü millet söyleyecektir” ifadesinin bir anlamı sanırız budur.