PROF. DR. İBRAHİM KAFESOĞLU’NUN
Yasemin ÇAYIR- Mehmet ŞAHİN 01 Ocak 1970
(D:1914 - Ö:18.08.1984)
1914 Yılında Burdur İli Tefenni ilçesi Yokuş Mahallesi’nde doğan Halil İbrahim’in, babası Kafeslerden
Recep Bey, annesi Hatice Hanım’dır. Babası Kafkas cepesinde şehit olunca annesi ile Halil İbrahim’i dedesi
Hacı Mehmet Bey (Mehmet TOKMAKER) himayesine aldı.
Okul çağına gelince ilkokula başladı. Başarılı olmasına rağmen, fiziki gelişmesi yeterli olmadığından
ilk yıl sınıfta kaldı. Diğer sınıfları başarıyla geçerek hocası Emin Bey’in tavsiyesiyle “ İzmir Muallim
Mektebi’ne” gitti (1926). Buradaki masraflarının bir kısmını dedesi, bir kısmını da amcası Hüseyin Bey
karşıladı.
1932 yılında İzmir Muallim Mektebini başarıyla bitirince, Afyon ‘da öğretmenliğe başladı.
1934 yılında soyadı kanunu ile “Çağatay” soyadını aldı. Üç yıl kadar öğretmenlik yaptıktan sonra 1936
yılında Ankara “Gazi Yüksek Öğretmen Okulu” bursunu kazanarak, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde
öğrenime başladı.
Bilhassa “Hunlar Devri” başta olmak üzere “Eski Türk Tarihi” tahsil eden Halil İbrahim, Prof. Dr.
L.Rasoyn, Prof. Dr. Fuat KÖPRÜLÜ, Prof. Dr. Abdülkadir İNAN’dan dersler aldı. 1940 yılında aynı fakülte
“İlmi Yardımcı” ünvanıyla araştırma hayatına başladı.
1941 yılında 2. Dünya Savaşının çıkmasıyla Askere çağırıldı. 1942’de ÇAĞATAY soyadını
“KAFESOĞLU” olarak değiştirdi. 1943 yılında askerlik sonrası, hocalarının tavsiyesiyle Türk Tarihi ve Kültürü
üzerine doktora yapmak üzere Devlet tarafından Macaristan’a, Budapeşte Üniversitesi’ne gönderildi. A.Alföldi,
Gy. Nebeth, L.Ligeti gibi ünlü Türküyatçılar’dan dersler aldı. 2. Dünya Savaşı devam ettiğinden, Macaristan’ın
Komünizmin pençesine düşümüne şahit oldu.1945 Nisan’ında Yurda dönüşünde Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi’nde çalışmaya başladı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde “Orta Çağ Tarihi Kürsüsü
Asistanı” olarak tayin oldu.
1946 Yılında hemşehrisi Müzeyyen Hanım’la evlendi.
* SDÜ Burdur Eğitim Fak.Türkçe Öğretimi Bölümü Öğrencisi
** SDÜ Burdur Eğitim Fak.Türkçe Öğretimi Bölümü Öğrencisi
1949’da Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah hakkındaki doktora tezi ile ‘Doktor’ payesini aldı. 1953’te
Harzemşahlar Devleti Tarihi adlı eseriyle “Doçent’ oldu.
1957 Yılında Erzurum’a Atatürk Üniversitesi açılınca ilk dersi verdi, 1959’da Profesörlüğüne yükseldi.
Tekrar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Umumi Türk Tarihi Kürsüsü’ne atandı. 1965 yılında Kültür
Ocağı Başkanı, İstanbul Milliyetçi Öğretmenler Birliği Başkanı oldu. Birinci Milliyetçiler Büyük Kurultayını
topladı ve başkanlığını yaptı 1969 da 2. Milliyetçiler İlmi Semineri’ni yönetti. Türkiye Milli Vakfı “Türk Milli
Kültürüne hizmet şeref armağanı” aldı.
1970 yılında, A.Zeki Velidi Togan’ın vefatı ile Türk Tarihi Kürsüsüne Başkan oldu. 1983 yılı Ocak
ayında yaş hattinden emekli olana kadar bu görevi sürdürdü. “Aydınlar Ocağı” nı kurarak ilk başkanı oldu.
1971 yılında yüksek öğretmen okulu müdürlüğüne getirildi. Malazgirt Meydan Muharebesi’nin 900. yılı
kutlamalarına katılmak, seminer vermek üzere Van’a gitti.
1974’te Sofya’da Türkiye-Bulgaristan Kültür ilişkileri konseyinde Milli Eğitim Bakanlığı adına katıldı.
1976’da Altan DELİORMAN ile birlikte lise 1 ve lise 2 tarih ders kitaplarını yazdı.
Üniversitelerimizin çeşitli kademelerinde binlerce öğrenci yetiştirdikten sonra, 18 Ağustos 1984’de
İstanbul’da geçirdiği kalp krizi sonunda vefat etmiştir.
Cumhur (1947), Fatma GÜLNUR(1953) VE Mehmet CELALETTİN (1959) adlarında üç çocuğu olan
İbrahim KAFESOĞLU, İslam Ansiklopedisi’nde pek çok madde bellekten, Boğaziçi, Türk Kültürü Dergilerinde
300 civarında makale ve pek çok kitap bıraktı.
Macarca, Fransızca, Almanca, İngilizce’yi 60 yaşında öğrendi. Arapça, Farsça ve Osmanlıca biliyordu.
ALTAN DELİORMAN GÖZÜYLE KAFESOĞLU
Aziz Hocam İbrahim Kafesoğlu’nu, her şeyden önce müstesna bir vatanperver olarak tanıdım.
Kafesoğlu, hiç şüphe yok ki, büyük bir âlimdi. Türk tarihi sahası, onun şahsında güçlü bir uzmanlığa
kavuşmuştu.
Kafesoğlu, sadece bir tarih bilgini olmakla kalmamış, aynı zamanda seçkin bir fikir adamı seviyesine
yükselmişti. Türkçeyi çok iyi bilirdi. Ona sanki sevdalıydı. Üzerine titrediği anadilinin merhametsizce
hırpalanması ve güdükleştirilmesi faaliyetlerine bunun için şiddetle karşı koymuştur.
İbrahim Kafesoğlu, tam anlamıyla olgun bir insandı. Son derece nazik, hatırnaz, mütevazı ve
şefkatliydi. Çevresindekilerin ruh ve karakter yapısını, derin sezgisi ile gayet isabetli tahlil ve teşhis eder, fakat
kanaatini daima kendisine saklardı. Mizah yönünün ne kadar kuvvetli olduğunu, ancak yakınındaki birkaç dostu
bilirdi.
Herkesi dinler, kendi fikrini en sonra söylerdi. İnandığını, sonuna kadar savunur, bulunduğu topluluğa
da kabul ettirirdi. Yumuşak, sakin bir konuşma üslûbu vardı. Hırçınlaştığını nadiren görmüşümdür. Tedbirli ve
uzak görüşlüydü. Son derece merhametli, vefakâr ve hassastı. Dertleri içine atar, sıkıntılarını kolay kolay açığa
vurmazdı. Onun dünyasında, maddî meselelerin ve şahsî menfaatlerin hemen hiç yeri yoktu.
“Hoca” olarak Kafesoğlu... İlmi derecesinde kuvvetli bir öğreticiydi. Ders verirken çok kere önündeki
metinden ayrılır, tarihî olayları âdeta yaşayarak anlatırdı. Onun heyecanı öğrencilerini de etkilerdi, bu sebeple
dersleri büyük rağbet görürdü. Geç kaldığım birkaç defa derse onun arkasından girmiş, fakat kalabalıktan,
fakültenin en büyük sınıfında oturacak yer bulamamıştım.
BAŞLICA ESERLERİ ve MAKALELERİ
• Macaristan Tarihi,
• Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu,
• Selçuklu Alesinin Menşei Hakkında,
• Harzemşahlar Tarihi,
• Türkler ve Medeniyet,
• Malazgirt Meydan Muharebesi,
• Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri,
• Eski Türk Dini,
• Selçuklu Tarihi,
• Sultan Melikşah
• Türk tarih ve Kültürü,
• Tarih (Lise I ve II. sınıfları için),
• Türk Millî Kültürü,
• Kutadgu Bilik ve Kültür Tarihimizdeki Yeri,
• Atatürk İlkeleri ve Dayandığı tarihî temeller,
• Türk-İslâm Sentezi,
• Tarihte “Türk” Adı,
• Türk Bozkır Kültürü,
MAKALELERİNDEN BİRKAÇI
?? Millet Olma Yolunda (İstanbul Dergisi, 1955)
?? Tarih Üzerine Soruşturmalar (Yeni Ufuklar Mecmuası, 1955)
?? Yabancı Gözüyle Türkler (Türk Yurdu Dergisi, 1955)
?? Türk Kadını (İstanbul Dergisi, 1955)
?? Türk Tarihinde Laiklik (İstanbul Dergisi, 1956)
?? Türkiye Muallimler Birliği (Bilgi Mecmuası, 1956)
?? Türk Medeniyeti ve Batıya Tesirleri (Türk Yurdu, 1959)
?? Türkçe’nin Yarını (Türk Kültürü, 1963)
?? Atatürk ve Atatürkçülük (Türk Kültürü, 1963)
?? Türkiye’de Eğitim Meselesi (Tercüman, 1984)
?? Türkçe’nin Hakkı (Tercüman, 1984)
?? Yabancı Dil Hastalığı (Türk Edebiyatı Dergisi, 1984)
Kafesoğlu’nun “Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Temel İlkeler” adlı makalesinden bir bölüm aşağıda
verilmiştir; şöyle diyor:
“Halkçılığı benimseyen Devletimiz, ülkemizin iktisadî problemlerinin çözümü için Devletçilik
programını da ortaya koymuştur. Devletçilik, tamamen Türkiye’nin içinde bulunduğu şartların sonucunda ortaya
çıkmıştır. Asırlardır çeşitli sebeplerden dolayı geri kalmış Türk Milletinin en kısa sürede kalkındırılması ve
temel altyapısında bile eksikliklerin olduğu ülkemizi kısa sürede imar etmek için Devlet ekonomiye müdahale
etmek mecburiyetinde kalmıştır. Atatürk’ün, Bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdî mesai ve faaliyeti esas
tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek
için milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icabettiği işlere –bilhassa iktisadî sahada- devleti fiilen alâkadar
etmektir.”
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
TÜRKİYE’DE MİLLİ EGİTİM VE MESELELERİ
Dünyanın her tarafında milli eğitim faaliyetlerinin gayesi iyi vatandaşlar, topluma faydalı fertler
yetiştirmektir. Eğitim ve öğretim (terbiye ve talim) temelleri üzerine kurulan bilumum kültür faaliyetleri ve
bununla ilgili her çeşit teşkilat ve müesseseler hep bu maksat etrafında toplanır. Yurdun. Mukadderatını ele
alacak genç nesilleri toplum menfaatleri yönünde geliştirmek ancak bu yolda mümkün olabileceği için medeni
milletler milli eğitimlerini geliştirmek ve kuvvetlendirmek, düşüncesiyle milyonlar harcarlar. Çünkü cemiyet
hayatının türlü cephelerinde vazife alacak hâkim, mühendis, tabib, memur, asker, öğretmen mutlaka milli eğitim
çarkından geçmek suretiyle şahsiyetini, benliğini, millet bütünü içinde kendine düşen vazifeyi ifa kabiliyet ve
melekesini kazanacak, nihayet her vatandaş eğitim ve öğretimle elde edeceği vasıf sayesinde memlekete ve
millete yararlı unsur olacaktır.
Fertleri, mensup bulundukları cemiyete faydalı hale getiren kültür faaliyetlerinin temelini eğitim teşkil
eder. Çünkü eğitim, toplumun ruhi manevi hüviyetinin, şuurlu veya şuuraltı duygularının, özlemlerinin, ahlak ve
inancının karakterini, bir millete, diğer milletlerden ayırıcı, özelliker veren ferdi ve maşeri hasletlerini temsil
eder. Bu itibarla eğitim, her biri kendine has bir kültürün sahibi ve taşıyıcısı olan her millet için başkadır,
orijinaldir, yani millidir. Zaten «Milli eğitim» tabiri de bunu ifade eder. Öğretim ise, eğitimin işlenme ve tatbik
yolları olup, millet maneviyatının kültürel, tarım hamulesini korumak, inkişaf ettirmek, zenginleştirmek
hususunda başvurulan bir takım usuller, maddi ve mekanik vasıtalardan ibarettir. Eğitimin mevzuu, toplumun
deruni ruhi varlığının, ahlak, milli benlik, inanç memleket severlik ve milli vicdan sahalarındaki belirtilerinden
mürekkep manevi değerleri tayin etmektir.
Öğretimin vazifesi de, bu değerleri, okul müfredatları, ders konuları ve müesseseler kadrosunda ve
layıkı veçhile yeni nesillere aktarmaktır. Buna göre, milli eğitimin prensipleriyle öğretim planlarının birbiri ile
olan çok yakın alakası açıktır. Eğitimde muvaffakiyet nasıl milletçe itibar edilen değerler manzumesinin
tesbitindeki isabetle mümkün ise, öğretimde başarı şansı da, tesbit edilmiş milli eğitim prensiplerini
zedelemeden, fakat daha da geliştirerek, olgunlaştırarak genç dimağlara işlemeğe elverişli programlar ve planların tatbikine ve müesseselerin yaşatılmasına bağlıdır. Milli eğitim ile öğretim arasındaki muvazene, topluma iyi vatandaş yetiştirme bahsinde tam bir garanti teşkil edeceği gibi, aynı ahenk ve nizam içinde yürütülecek öğretimve kültür faaliyetleri de milli eğitimi, kısa zamanda ve kesinlikle gayeye ulaştıracak yegane yol vasfını taşır.
Medeni milletlerin gerek iyi vatandaş yetiştirmede, gerek ilim ve teknik alanlarında hamlelerini, eğitim esasları
ile öğretim vasıta ve tarzlarının, birini diğerinin izinde ve ahenkli olarak geliştirilmesinde aramalıdır. Buna
karşılık, açık bir gerçektir ki, milli eğitim davalarını bir türlü halledemeyerek, her gün daha da giriftleşen hayat
problemlerinin sarahate kavuşamaması ve bu sebeple öğretim çalışmalarının ve kurulan müesseselerin
tesadüfIere terk edilmiş olmasıdır. Çünkü bu gibi ülkelerde peşin hükümlerle rastgele tatbika mevzu olan eğitim
sistemleri, çok kere, toplumun telakki ve inançlarına, «milli» olan ferdi ve maşeri hasletlere yabancı olduğu gibi,
öğretim vasıtaları ve mekanik faaliyetler de, umumiyetle, milli eğitimin gerçek değerleriyle alakalı değildir.
Neticede ne yerli, ne yabancı olmayan, asli hüviyetini kaybetmiş yozlaşmış bir «terbiyeler» halitası ile karşı
karşıya kalınır ve genç nesiller hangi cemiyetin insanı olduklarını tayin edemiyecek bir şaşkınlık içinde
bırakılmış olur.
Böyle disiplinsiz, intizamsız, ahenksiz, yani ilim dışı «milli eğitim» in yürürlükte bulunduğu memleketlerden
biri de Türkiye’dir. Gerçi bizde terbiye ilmini (Pedagoji diye bir şeyin mevcut olduğu ve yurt çocuklarını yetiştirmek
için bazı planlar ve programlara İhtiyaç olduğu bilinir, fakat eğitim ve öğretimin milletlere, toplumlara mahsus ayrı
muhteva ve şekle sahip olduğu hususu düşünülmemiş, BatıIılaşma gayretlerine hız verdiğimiz yıllardan beri bize örek
olan Avrupa ülkelerinin maarif sistemleri arasında bariz ayrıIıklar bulunduğu fark edilmemiştir. Mesela, hepsi de aynı
medeniyetten feyz aldıkları halde, Fransızı Almandan, Almanı İngilizden, (hatta dil birliğine sahip olmalarına rağmen,
İngilizi Amerikalıdan ayıran faktörlerin başında eğitim muhtevalarının yer aldığı ve bu memleketlerden her birinde,
eğitime göre, farklı öğretim usullerinin tatbik edildiği şuuruna erilmemiştir. Cumhuriyetten bu yana, hem de çeşitli
memleketlerden, ardı-ardına bir çok yabancı terbiye mütehassısı getirterek onlardan maarifimizdeki hastalığa çare
bulmalarını beklememiz ve okullarımızda bazan Fransız usülünü, bazan Alman tarzını, nihayet son zamanlarda da
Amerikan sistemini denemeğe kalkışmamız bizim arz edilen gerçekleri kavrayamadığının açıkça ilan eder.
Memleketimizde teknik ve müsbet ilimler öğretimi ile materyalizm arasındaki büyük farkın gözden kaçırılması
sebebiyle orta dereceli okullarımızda «maddeci» telakkilerin gittikçe daha fazla baskısını artırması, yüksek okullarda
ve üniversitelerde bile eğitim ve öğretim mefhumlarının birbirine karıştırılması bu mevzuda durumumuzu tayin
eden en iyi örneklerdir. Türk milli eğitim prensiplerini tesbit edememiş oluşumuz, buna mukabil, Türk gençlerini
başka toplumların manevi değerler manzumesinden kaynak alan eğitim muhtevası ve öğretim metotlarına tabi
tutuşumuz, kültür sahasındaki gayretlerimizi korkunç bir taklitçiliğe sürüklemiş, «yüksek» olduğu iddia edilen
bir takım yabancı kültürlerin şuursuzca yapılan kesif propagandası gençlerimizi aşağılık kompleksine bürümüş,
bu suretle sözde «kültürlü, aydın» yeni nesil içinden çıktığı toplumdan kopmuş, ona yabancılaşmıştır. Bununla
paralel olarak, yine «ilericilik» namına, tahrip edilen milli eğitim ve milli kültür yanında, bozulan, yozlaştırılan
Türk dili münevverlerle halk arasındaki ayrılığı adeta perçinleme istidadını göstermiştir. Elbette böyle bir kültür
anlayışında, böyle bir eğitim keşmekeşinde, böyle bir öğretim kaosunda felah bulmak mümkün değildir.
Sözlerimizde mübalağa arayanlara meselenin tahkiki yollarını gösterebiliriz. İlk, Orta ve Lise müfredat
programları ile okul kitaplarının basit şekilde gözden geçirilmesi bile bizi haklı çıkarmağa kâfi gelecektir. Tarih,
edebiyat, felsefe vb. kitapları gibi müşahhas misaller dışında, Türkiye’de milli eğitimin perişanlığını başka
yönlerden de ortaya koymak mümkündür. Mesela şu soruları sorabiliriz: Memleketimizde eğitime temel teşkil
etmesi gerekenTürk milli terbiyesinin değerleri tesbit edilmiş midir? Bu terbiye esaslarına göre, bir Türk
pedagoji sistemi kurulmuş mudur? Müfredat, ders plan ve mevzuları bu belirli Türk pedagoji sistemine
dayanmakta mıdır? Okul kitapları Türk toplumuna yararlı fertler ve iyi vatandaş yetiştirmeğe kifayet etmekte
midir? Milli eğitim yalnız Bakanlık kontrolündeki müesseselerden ibaret olmadığına göre, Türkiye’de çeşitli
eğtim ve öğretim yerleri ve faaliyetleri, mesela, tiyatrolar, filmler, hususi yayınlar, yerli ve tercüme eserler;
çocuk edebiyatı ve radyo, dünyanın medeni milletlerinde olduğu gibi, gerçekten Türk milli kültürünü yaymağa,
zenginleştirmeğe, milli birlik ve bütünlüğü muhafazaya, milli menfaatleri benimsetmeğe, halkı vatanperver,
saygılı ve ahlaklı, iman ve ideal sahibi kılmağa müsait midir?
Bugünkü toplum manzarası karşısında bu suallere evet demek herhalde güç olacaktır. Eğer, gönülden
dilediğimiz gibi, müsbet cevap vermek kabil olsaydı, Türk milleti içinde yuvarlandığı badirelere düşmez, gençlik
mefkûresizlikten doğan avarelikle rastgele esintiler önünde savrulmaz, fikir, ideoloji, din, ahlak alanlarında
çelişmeler, çatışmalar olmaz, hâkim mühendisten, tabip öğretmenden, asker memurdan farklı düşünmez,
münevver halktan ayrılmazdı.
O halde Türkiye’de milli eğitim meseleleri meydandadır. Derhal halliicap eden hususlar şöyle
sıralanabilir:
1 - Türk milli terbiye esaslarının tesbiti ve pedagoji ilminin metotları ile işlenmesi,
2 - Müfredat programlarının, milli terbiyenin ruhuna ve lafzına uygun şekilde hazırlanması,
3 - Okul kitaplarının kesin surette müfredata uygunluğunun sağlanması,
4 - Okul dışında kalan her türlü halk eğitim ve öğretim müessese ve vasıtalarının -tiyatro, sinema, radyo
vb.- faaliyet yönünden «milli eğitim» esasında kadrolanması.
5 - Okul kitapları dâhil her nevi sözlü ve yazılı neşriyatın düzgün, anlaşılır, yaşayan Türkçe ile
yapılması.
Türkiye milli eğitiminin bu saydıklarımız kadar, hatta bir bakıma onlardan da mühim olmak üzere, bir
de öğretmen problemi vardır. Unutmamak lazımdır ki, Türk eğitim prensiplerini tatbikat sabasına çıkaracak,
onları genç dimağlara intikal ettirecek, öğretimi bu prensipler çerçevesinde yürütecek tek unsur öğretmendir. Bu
itibarla önce «milli eğitim» in emrettiği vasıfta yetiştirilmesi gereken öğretmenlerimizin, ağır olduğu nisbette
yüksek ve şerefli vazifelerini, cemiyetin itibarIı, hürmete layık şahsiyetleri olarak, yapabilmelerini sağlamak
üzere, maddi bakımdan teçhiz ve terfih edilmeleri muvaffakiyetin ilk şartı kabul edilmelidir.
Görülüyor ki, Türkiye’de milli eğitim meseleleri bir muamma değildir. Araz açık, çare aşikârdır. Süratle
ve ciddiyetle işe sarılmalı ve millet yıllardır hasretini çektiği hedefe ulaştırılmalıdır. Burada belirtmek
istediğimiz bir nokta da şudur: Türk milli eğitiminin normal çığırına girmesi için ileri sürülen hususların, söz ve
Yayın hürriyetine müdahale gerekçesiyle, demokratik nizama aykırılığı iddia olunamaz. Zira bir memlekette
fikir ve basın hürriyeti, mefhumları vatanın selameti ve milletin bütünlüğü prensipleri açısından gerçek mana ve
değerini kazanır. Bunun haricindeki mütalaa ve tutumlar, her medeni toplum gibi, sağduyu sahibi Türk milleti
tarafından her zaman reddedilmeğe mahkûmdur.
19 MAYIS’IN IŞIĞINDA TÜRK GENCİNİN VAZİFESİ, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Dört bin yıllık tarihin çocuğu, uzun ve ihtişamlı bir mücadele hayatının bugünkü temsilcisi Türk genci,
adını bir kere daha medeniyet tarihinin sahifelerine altın harflerle yazdırmak üzere yeni bir fırsatın eşiğinde
bulunuyor. Bu, türlü desise planlariyle, doğrudan doğruya manevi değerlere saldırarak milli bünyeleri tarihte
eşine rastlanmamış ölçüde tahrip eden ve dünyayı yüz kızartıcı kölelik karanlığına boğmak istiyen korkunç bir
rejimin ilk ve en yakın hedeflerinden biri haline gelen Türkiye’nin manevi şahsiyetinde cihan medeniyetini
kurtarmak mücadelesidir.
Milletlerin iki safa bölündüğü zamanımızda aziz vatanımızın, coğrafi mevkii ve stratejik durumu icabı,
içinde bulunduğu ciddiyetin şu uruna ermiş olarak, memIeketi bu gaddar ve imhakar sistemin tasallutundan
masun tutmak vazifesini ifada ne tereddüde düşmesi, ne de gecikmesi elbette bahis mevzuu olmayan Türk genci,
bir ölüm-kalım çizgisine itilmek istenen Türkiye’yi, Büyük Atasından devraldığı Türk istiklal ve cumhuriyetini
müdafaa ve muhafaza kararı ile bir iman seddi halinde nabet tutmaktadır.
Ancak, Türk’ün insan hakları ve medeniyet koruyuculuğuna yeni bir örnek vermeğe hazır Türk
gencinin bu kutsi vazifesini layıkı ile yapabilmesi için iyi anlaması gereken bazı hususlar vardır ve bunlar
girişilecek savaşta hareket noktasının tesbiti bakımından kesin bir ehemmiyeti haizdir. Türk genci, etrafını
çeviren imha çenberini, Türklük âleminin son müstakil ülkesi olan güzel yurdumuzun hudutlarında kırdığı gün,
bütün Türklük için yapmış olacağı vazife yanında, beynelmilel sahada da azametli bir hizmet ifa etmiş olacaktır
ki, dünya milletlerinin hemen hemen yarısının hür milletler safına iltihakını temin edecek bu tutumu ile insanlık
haysiyeti içinde yaşamak emelindeki milyonlarca kişinin minnetini kazanacaktır. Türkiye böyle beşeriyet
ölçüsünde bir hizmeti yapmak mevkiinde olan yegâne memleket vasfındadır.
O halde, Türk gencinin vazifesi iki cepheli olarak tecelli etmekte, başka bir ifade ile, bu vazife iki
istikamette gelişmek zaruretinde bulunmaktadır. İstikametlerden biri, içe doğru, milli meselelerin halline; diğeri
dışa doğru, hür dünya ile görüş ve anlayış birliğine yönelmiştir. Türk gencinin milletlerarası mahiyetteki
vazifesi, Cumhuriyet hükümetleri tarafından Türk milletinin tarihi gerçeklerine uygun şekilde takip edilen dış
politikası vasıtasiyle tayin edilmiştir. Esasen hürriyet ve istiklal sevgimizin coşkunluğu sebebiyle Türk milletinin
hür milletler blokuna bağlanması içtimai ve siyasi şartlarımızın tabii neticesidir. Fakat bu bağlılık basit ve geçici
askeri ittifaklardan ibaret olmayıp, hürriyet ve demokrasinin kaynağı insan kültürünün devamını sağlamak
fikrinde temellenen ve ihmali asla caiz olmayan bazı vecibelerin yerine getirilmesini gerekli kılmaktadır.
Söylemeğe hacet yoktur ki, bu vecibeler mevzuunda Türk genci yalnız değildir; aynı gaye ye doğru yürüyen hür
dünya gençliği tarafından desteklenmektedir. İşte bu dayanışma ve medeniyette, ilimde dostça yarışma
durumudur ki, Türk gencinin milletlerarası vazifesinin karakterini ortaya koyar. Türk genci, kendi hesabına ve
beşeriyet uğrundaki müşterek dava namına, cihan medeniyetinin gelişmesine yardım edecektir. Medeniyet,
çeşitli kültürlerin İhtiva ettiği kıymetlerin birbirleriyle karşılıklı tesirleri neticesinde milletlerarası itibara
yükselen değerler mecmuası olduğuna göre de, Türk genci önce kendi milli kültürü üzerine eğilecektir. Milli
kültürün kuvvetlenmesi ve zenginleşmesi ile paralel olarak şahlanan ilim, memleketin kalkınmasını sağlayacak,
teknik imkânları artıracak, halkın maddi refah seviyesini yükseltecek, böylece Türk milleti, vatanın üzerindeki
hoyrat bakışlarım alamaya bile lüzum görmeyen, akıl, mantık ve insaftan nasipsiz ve yalnız içgüdülerinin
emrinde hareket eden aç gözlü cemiyetlerin iştihalarını körletmek imkânını elde edecektir.
Türklüğü dört bin yıldan beri hâkim ve efendi millet olarak yaşatan milli kültürün başlıca unsurları,
Türk dili, din, Türk ahlâkı ve Türk terbiyesidir. Bundan dolayı Türkçe, özleştirme, arındırma vesair her ne ad
altında olursa olsun, her türlü tecavüzden uzak tutulacak, Türk âleminin ortak dini haline gelen islamiyet
emsalsiz bir manevi bağ olarak muhafaza edilecek, Türk terbiye ve ahlakının geliştirilmesine çalışılacaktır.
Bunların yanında da, milli varlığı garanti eden hukuk, iktisat vb. hususlar işlenecektir. Ancak hukuki ve iktisadi
nizamın Türk sosyal gerçeklerine uygunluğu gözden kaçırılmayacaktır. Bu bir zarurettir, çünkü, Türk tarihinin
normal seyri içinde muhteva kazanan Türk hukuk anlayışına zıt mevzuatın, tatbiki kabiliyetten mahrum, cansız
hükümler olmaktan ileri geçemiyeceği, diğer taraftan, Türk milletinin içtimai telakkileri ve umumi yaşayış
şartlarına aykırı bir takım ezberlenmiş, aktarma iktisat nazariyelerinin de manasız, spekülatif düşünceler olarak
kalacağı aşikardır. Memleketin ve milletin tarihi, kültürel ve içtimai realiteleri dikkate alındığı takdirde
gerçekleşmesi muhakkak olan edebi kudreti yüksek, ilmi ve felsefi mafhumları ifadeye yeterli bir Türkçe,
vicdanın derinliklerinde akisler bwan bir din, asırlarca Türk cemiyetine yön vermiş bir ahlak telakicisi ve terbiye
tarzı ile bezen, hukuken ve iktisadi bakımdan muvazeneli kıymetlere sahip olmuş 32 milyon Türkün neler
yapmağa kadir olduğu tasavvur olunabilir.
Bütün bu imkânları sağlayacak varlık, atalarımn müstesna meziyetleriyle donanmış olan Türk gencidir.
Gerçek şudur ki, milletler, rmıunun safiyeti, gönlünün samimiyeti ve enerjisinin sınırsızlığı ile ömrünün
baharında. heyecan şahikalarında süzülen gençlik kartalının kanatlarında yükselir. Bu kanatlardan biri milli
kültür, öteki ilimdir. Türk genci de büyük ve asil bir millete mensup olmanın verdiği gururun şevkiyle ilim için
ve Türk kültürü için çalışacak, her başarısının vatanın inşasında pek şerefli bir pay olduğu. Şuurunun hazzı ile
daima vazifesine devam edecektir. Aziz Türk genci, her şeyin vatan için olduğunu hatırdan çıkarmayacak ve
hayatını buna göre ayarlayacaktır.
Türk genci bugün belki bir lise yahut üniversite talebesidir, fakat kısa zaman sonra memleket
mukadderatına el koyacaktır. Avukat hâkim savcı olarak, adaleti koruyacak, mazluma hakkını verecek, zalime
haddini bildirecek, kaba kuvveti, zorbalığı yere serecek, yurtta huzur ve sükûnu sağlayacaktır. Asker olarak,
milletin namus ve haysiyetini kahramanca müdafaa edecek, silah elde uykusuz geceler geçirerek memlekete
düşman ayağı bastırmayacak ve gerektiği anda canını feda edecektir. Öğretmen olarak, bir maneviyat mimarı
sıfatiyle, yavruları terbiye edecek, fedakâr ve vefakâr nesiller, faydalı vatandaşlar yetiştirecektir. Edip ve
sanatkâr olarak, ince hayali ve kudretli kalemi ile Türkün duygu ve iştiyaklarını dile getirecek, Türklük atmosferini
bayrak gibi dalgalandıracak, milleti kültürce ve bedii zevk bakımından besliyecektir. Teknik adamı
olarak, vatanı bir baştan bir başa yollar, fabrikalar ve diğer sınaî tesislerle donatacaktır. Gazeteci olarak, bütün
gücünü halkın hizmetine verecek, millete doğru yolda rehberlik yapacaktır. Siyasetçi olarak, milli menfaatleri
yurt içinde ve yurt dışında muvaffakiyetle koruyacak, Türk milletinin itibarını yükseltecek, hürriyet ve
demokrasinin müdafaacısı olacaktır.
Hulasa Türk genci, hangi mesleğe girerse girsin, şunu asla unutmayacaktır: Her şey vatan içindir.
Ancak, milli ve milletlerarası vazifesini Ha ederken Türk gencinin bilhassa dikkat edeceği noktalar vardır.
Mesela mevcut hukuki mevzuat. milli birliği temin bakımından tam olmayabilir veya gerekli hükümlerden
mahrum bulunabilir. Yürürlükteki okul müfredat programları, talimatnameler ve tatbiki istenen öğretim ve
eğitim usulleri Türk gerçeklerine ve hakiki ihtiyaçlara aykırı düşebilir. Orduda vasıtalar eksik olabilir. Edebi ve
sanat hayatımızda sahte «Gerçekçilik» nev’inden bazı cereyanlar milli havaya hâkim gibi görünebilir.
Gazetecilik mesleği bütün gayretlerin yalnızhaber yayma düşüncesi etrafında toplanmasını icap ettirebilir.
Siyasette parti mülahazaları bazan rejimin sarsılmasına yol açabilir, hatta memleket aleyhine tecelli edebilir ve
nihayet Türkiye’ de bir takım «dalalet içinde bulunan bedhahlar» her sahada nüfuz sahibi olmak durumuna
girebilirler. Bütün bunlara rağmen Türk genci, kanunları tatbik ederken, askerlik yaparken, okulda ders verirken,
gazete veya dergi yayınlarken, edebi eserler meydana getirirken ve siyaset sahnesinde memleketi temsil ederken,
her an ve her yerde, eğilmez ahlakı ve bükülmez iradesiyle, milli menfaatler yanında yer alacak, onun tahakkuku
için aşılması imkânsız bir mânia heybeti ile direnecek, milletin hakkı ve vatanın selameti istikametinden inhiraf
etmiyecektir. İşte ancak o zamandır ki, Türk genci, bu millete layık ve bu yurda yakışır bir evlat, şanlı ve
ihtişamlı Türk tarihini yaratan şövalye ruhlu atalarının çocuğu olarak öğünebilecektir. Bu öğünme ile Ha ettiği
vazifeden doğacak huzur onun saadet hazinesi olacaktır.
ESKİ TÜRKLERDE DEVLET MECLİSİ (TOY), Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Asya Hun İmparatorluğunda Motun devrinden (m.ö. 209-174) beri, devlet işleri ve dini törenlerle ilgili
olarak üç ayrı toplantıdan bahsedilmektedir. Biri, senenin ilk ayında ile gelen davetlilere hükümdar (tanhu) ın
sarayında yapılıyordu. Dini vasfı baskın görünen öteki toplantı yılın 5. ayında (bizim takvime göre Haziran’da)
Ong-kin ırmağı vadisinde olurdu. Buna halk da iştirak ederdi. Üçüncüsü ise, her yıl sonbaharda (9. ayda. Bizim
takvime göre Ekim’de) Ma-i (Şansi’de) bölgesindeki Tai-lim’de yapılmakta idi. Büyük ve en mühim toplantı bu
idi.
Ordunun teftiş edildiği, er ve hayvan sayımının yapıldığı, memleket meselesi üzerinde umumi muzakereler
açılarak, bütün ülke işlerinin görüşülüp kararlara bağlandığı, hükümdarlıkların tasdik edildiği,
gerektiğinde idareye daha geniş İcra salahiyetlerin verildiği (yani, yeni töre hükümlerinin tesbit edildiği) bu toplantıya
Yin-çü (Yen-shih veya Yen-ki hatun)’nün, prensiplerin, tegin (şehzade)lerin, askeri-sivil bütün vazifeli
başbuğ ve yüksek memurların, devlete tabi Hun boyları ve yabancı zümreler temsilcilerinin katılmaları mecburi
idi. Çünkü mecliste ve bu münasebetle düzenlenen resmi ziyafette hazır bulunmak devlete ve hükümdara,
sadakat işareti sayılıyor, aksi durum ise, itaatsizlik ve isyan manasını taşıyordu. Tanhu O-yen-t’e (m.ö.85-86)nin
tahta çıkışı sonrasında hanedan üyeleri arasındaki kavgalar yüzümdeıı sağ kanad ve sol kanad elig (kral) leri,
protesto gösterisi olarak bu toplanWara katılmamışlardı2. Daha sonraki devirlerde Türk tarihinde çok sözü
edilen yemekli “toy” geleneğinin aslı bu meclis olmalıdırı³.
Motun’un ilk tanhu’luk yılında komşu Tung-hu’larla siyasi münasebet meselesinin bu mecliste
görüşülmüş olduğu düşünIebilir. Fakat m.ö. 58’deki tanihu Ho-han-yeh ile kardeşi Çi-çi arasıda şiddetli
münakaşalara yol açan ve Hun birliğinin bölünmesi ile sonuçlanan müzakerelerin burada cereyan ettiği
şüphesizdir. Hun devletindeki bu meclis, taşıdığı büyük ehemmiyetinden, kuruluş tarzı ve fonksiyonundan
dolayı, De Groot, L. VVieger, W.Bclımidt, B. Bzasz gibi araştırıcılar tarafından “Reichstag”, “Rat”,
“Nemzetgyüles” (veya Orszagtanaes) olarak, yani “Devlet Meclisi” (veya Millet Meclisi) diye tavsif edilmiştir.
Latin yazarı A. Marcellinus (m. 4. asır sonları) ‘un belirttiğine göre, Avrupa Hunlannda da idare kral iktidarının
şiddetli değildi, Hun hükümdarlarının kararları meclis’te alması zaruri idi(5). Attila zamanında, 448 yılınd.a
Bizans elçilik heyetine dahil olarak, Hun başkentini ziyaret eden Bizanslı tarihçi Priskos bu meclisi “Seçkinler
Meclisi” (Logades) diye tanıtmıştır(6). Böyle bir meclis (“Ministerrat”) Tabgaç Türk devletinde de vardı(7).
Gök-Türk hakanlığında, yalnız siyası ve askerî işlerin değil, iktisat ve kültür meselelerinin de görüşülüp
kararlara bağlandığı bir büyük meclis mevcut bulunuyordu. Bilge Kagan (716-734) ‘ın getirdiği iki teklif (Gök.
Türk şehirlerinin surlarla çevrilmesi ve Budizm ile Taoizm’in yurda sokul. ması) meclis tarafından kabul
edilmemişti(8), Aynı meclis hakan seçiminde de tam salahiyet sahibi idi, yani idare başına yeni gelenlerin
hükümdarlıklarını tasdik etmek suretiyle hakan’ı meşrulaştırıyor, icabında hakan adayını gerekçe göstererek
reddediyor, hatta Uygur’larda görüldüğü üzere, muktedir idare adamı ve kumandanlar arasından birini han
yapabiliyordu(9).
Demek ki, Hun devletinde olduğu gibi, millet meclisi, bir yasama kurulu karakterinde idi. Böylece,
Türklerin “Toy” dedikleri büyük ve resmi toplantının, Hunlardan beri süregelen bu meclis olduğu daha iyi
anlaşılmaktadır. Türk lehçelerinde ortak bir deyim olup, sonraları “resmi ziyafet” manasını kazanmış bulunan
toy sözü aslında “meclis, toplantı” manasını ifade ediyordu(10) ve sonraki Moğol devrinde ortaya çıkan Kurultay
(aslı Moğolca Khuriltai) sözünün Türkçe karşılığı idi(11). “Toy” tabirinin, yemek yiyerek “doy-mak”tan
çıkarılmasının bir yanlış anlama neticesi olduğu görülüyor. Çünkü Orhun kitabelerinde yazıldığı gibi, “doymak”
fiilinin kökü aslında “tad-” (d ile) idi(12) ve ancak daha sonra toy- doy- şeklini almıştım. Hâlbuki kitabelerde,
toy kelimesinden türeyen (bk.aş.) “toygun” sözü, y ile (d ile değil) yazılmıştır.
Demek ki, toy ve doy kelimeleri birbirinden ayrı kavramlar ifade etmiştir. “Hükümdar yemeği”ne doğru
bir mana kaymasına uğradığı XI. asırda bile, toy tabirinin, aynı zamanda resmi toplantı (meclis) ‘ya delalet ettiği
beIlidir(14). Kaşgarlı’ron “Han-toyı” deyimini Oğuzların bilmediklerini söylemesi(15) de toy müessesesini -
Oğuz ların siyaseten dağınıık oldukları bir devirde - Karahanlılar ve Karluklar yolu ile Gök Türk hakanlığına
bağlamamızı kolaylaştırır. Kitabelerde toy kelimesi geçmemekle beraber, Üç yerde “Toygun” kelimesi
bulunuyor(16).
Tay ile “-gun” ekinden meydana geldiği daha ilk nazarda dikkati çeken “toygun” sözüne V.
Thornsen’den beri (1896) çeşitli manalar verilmeğe çalışıImış(17) ve tabir hakanlık teşkilatında sezilen ehemmiyetinden
dolayı, “yüksek mevki sahibi” gibi, pek de açık olmayan bir değerlendirme ile karşılanmak
istenmiştir(18). Fakat ikinci hecedeki “-gun” eki eski Türkçede ““birHk, topluluk veya bir topluluğa
mensuhiyet” manasını verdiğine göre(19) , “toygun” sözünün “tay birliği içinde, toy’a mensup” veya daha doğru
bir deyişle, “toy üyesi” (Devlet Meclisi azası) demek olduğunu kabuI etmek mümkündür. Nitekim Çin
kaynakları da “Ta-kuan” şeklinde kaydettikleri “‘toygun” deyiminin(20) bu mana ile bağlantısını teyid
etmektedir. Çin kaynakları Türk devletinde toygun (ta.;.kuan) ‘ları tanıtırken, onların unvanlarını sıralamıştır:
tegin, kül-çar, apa, erkin, yen-hungta(?), tudnn, il-teber, tarhan Vb.(21). Bu ünvan sahipleri yukarıda belirtildiği
gibi, sivil-askeri idare sorumluları olarak Devlet meclisi (Tay) nin üyeleri idiler. Esasen bunların devlet
meselelerini müzakere ve kontrol etmekle vazifeli olduklarına da diğer bir Çin kaynağında işaret edilmiştir”(22).
Görülüyor ki, toygun’ların çoğu hükürı1dar ailesine mensup değildi. Türk hükümdarı toy’un tabii
başkam idi. Belirli yerlerde ve belirli tarihlerde hükümdarın bir konuşması ve dini-milli törenlerle açılan toy,
devlet ve millet işlerini müzakereye başlarıdı. Fakat bilhassa tanhu’luğun tasdiki veya hakan seçimi hallerinde
toy’un başka biri tarafından idare edilmesi tabii idi. İşte bu vazifeyi şimdiye kadar “devlet baş müşaviri” olarak
bilinen kişinin yaptığı anlaşılıyor ki, toy’un başkan vekili durumundaki bu zat, Aygucı(23), veya Üge (Öge)24
diye anılıyordu. üge’nin ve aygucı’nın aynı zamanda hükümet başkanı (başbakan) olması kuvvetle ihtimal
içindedir ve bunlar elig, tegin, şad vb. gibi hanedan üyesi olmayıp, hükümdar ailesi dışından seçilmekte
idiler(25).
Dipnotlar:
(1) Bk. M. ‘De Groot, Die Hwınen der vorchristleohen Zeit I, Berlin-Leipzig, 1921. s. 59, 177, 188; B.
Szasz, A. Hünok tört~nete. Attila nagykiraly, Budapest, 1943, s. 65, 489; K. Shiratory; on the Territory of the
Hsiung-nu Prince Hsiu-t’u... Toyo-Bunko, sayı 5, Tokyo, 1930, S. 27 vd.
(2) Bu ve başka örnekler için bk. yk. nok
(3) Ble Kaşgarlı, DLT/nşr. ve terc. B. Atalay/, III, 141; F. Sümer, OğUzlar, Ankara, 1967, s. 4{)1. Eski
Türk geleneklerini en özlü şekilde aksettiren og’uz Han destanında görÜldüğÜ üzere, Oğuz” tertipledig-i büyük
top’a İl’i ve giinü (devlet sorumlularını ve halkı’) davet etmiş, halk temSiilcileri kendi aralarında “kengeş” tikten
(mf,izakereler yaptıktan) sonra toy’a katllmUllardır (bk. Og-uz Kagan Destanı, neşr. ‘W. Bang-R.Rahmeti jTürk.
terc,/, İstanbul, 1936, str. 89 vdd.). Kaş
garlı’nın şu ibaresinde (DLT, r, s. 522) toy’a katılmanın itaat ifade ettiği daha açıktır: “Toydm anı
göçÜrgen...” “Onu (onları) meclisten (toplantıdan), yani itaatten uzaklaştırıp...” (B. Atalay’ın tercümesi tam
de~ldir.).
(4) Bk. De Groot, aynı esr. S. 52, 114; B. Szasz; aynı esr. s. 489; W. Schmidt, Der Ursprung des
Gottesidee X, 3, Freiburg, 1949, s. 15. Türk. terc. TDE Dergisi, XIII, 1965, s. 86.
(5) Bk. P, Vaczy, JTürk. terc.;, Hunlar Avrupa’da (bl\:, Attila ve Hunları, İstanbul,194Z) , s. 96, 100.
(6) ;Bk. B. Szasz, ayn. esr, s. 186; F. Altheim, Geschichte der Hunnen, IV, Berlin,1962, s. 280 vd.
(7) Bk. O. Franke, Geschichte des chinesischen. Reiches, II, Berlin, 19’36, s. 21ı. (8) Bk. Liu Mau..tsai,
Die ohinesischen Nachrichten zur G~schichte der OsteTürken,I, Wiesbaden, 1958, s. 177, 224,
(9)Bk. Liu, ayn, esr. I, s, 43 vd.; H,N. Orkun, Eski Türk yazıtları. II, İstanbul,.1939, s, 35.
(10) Bk. G. .Doerfer, Turkische und mongolische Elemeİıte im Neupersischen, II, Wiesb’aden, 1966, s.
352 vd. Burada verilen örnekler de gösteı:iyor ki, gerek Türk lehçelerinde, gerek Türkçe’den intikal ettiği
yabancı diıierde y kelimesi ziyafet, düğün, şenlik vb. sosyal hareketlerden çok, bu vesileIerle düzenlenen
toplantılar için kullanılan bir tabir idi. Ayrıca bk. G. Clauson, An EtymoIogical Dictionary of Pre- Thirteen
century Turkish, 1972, Oxford, s. 566 b.
(11) İbn Battuta (14. asrın ilk yarısı) bile toy kelimesini Kurultay manAsında kullanmıştır (bk. W.
Barthold, Orta Asya Türk tarihi hakkında dersler, İstanbul, 1927,s. 184).
(12) Bk. Kül Tegin kitabesi, güney, str. 8, 11, kuzey, str. 6ıvb.
(13) Türkçede.d y değişimi. Bod boy; badrak bayrak vb. de olduğ’u gibi. Türk dilindeki bu ses
farklılaşması 11. asırda henüz geçiş halinde idi: Bk. DLT,II, s, 244.
(14) Bk. DLT, göst. yerler. Ayrıca Kutadgu Bmg (İ1şr. R: Rahmeti Araıt. metin, 1947, bugünkü. Türkçe
ile 1959): Beyit, 2347, 2349 (karargah? ). “ULUğ’ toy”: beyit 5340. .Buradaki 5336 ve 5343 beyitlerindevlet
idaresi açısından manalandırılması herhalde. daha doğ’ru olurdu.
(15) Ek. DLT. III, s, 141.
(16)Kül Tegin kitabesi, kuzey-doğu, str. 1, güney-doğu, str. 1, güney.batı, str. ı.
(17)Tafsilen bk. A. Bombaci, On the ancient Eltabar, PİAC, Naples, 19-70, s. 24 vd.
(18)BK H.N. Orkun, EsIn .Türk yazıtları, lVı s. 116; A.V. Gabain, AlUürkisehe Grammatik, Leipzig,
1941, s. 337, 348: “Wirdentrager”; Liu, ayn. esr. I, s, 103, 105: “Wurdentrager”; G. Clauson, aynı esr. s. 584b:
“High official”.
(19) Bk.A.V. Gabain, ayn. esr. s, 85; A. Caferoğlu, Türk dili tarihi, I, 1958, s.134;T. Tekin, A Grammar
of Orkhon T’Urldc, 1968, Bloomington,. S. 1Zl.(ZO) Bk. Liu, ayn. esr. r, s. 103, II, s, 498. Liu da
Würdentraeger” (= yüksek rütbel’i) diye karşıladığı ve Çin kayıtlarında “Tan-kuan” olarak geçen türkçe “toygun”
tabirinin Çince şeklinin aslında “tarkan”, (tarhan) unvanı olması gerek. tiğini ileri sÜrmüştür (Liu, ayn. esr,
II, s. 581, 613). Halbuki aynı Çin kaynaklarında “tarhari’, “ta.kuan” (toygun) lardan biri olarak ayrıca zikredilir
ve üstelik tavh’an kelimesi. Çinc-ede daima ta.kan (ta.kuan değil) şeklinde zaptedilmiştir.
(21) Bk. Liu, ayn, esr. II, s. 556 vd. Gök-Türk çağındaki bu unvanları, değişik sıra ile, kaydeden birkaç
liste vardır. Doğru sıra. belki şöyle olabilir: Yabgu, şad, tegin, ilteber, erkin vb tafsilen b ayn. esr. s. Zl vd. 35 vd.
(22) Bk. Ed. Ohavannes, Documents sur les Tou-kieu (Tures) occidentaux, Petershurg, 1903, s. 15
(Burada ilteber’ler ve Yen.hung.ta’lar zikrediImiştir).
(23) Tonyukuk kitabesi, str. 1.0, 21 vb. ve öteki kitabelerde: Açıklama için: R. Gi.raud, L’Empire des
Turcs celestes, Paris, 1960, s. 75 vd.
(24) Suci ve. Açura kitabelerinde ve Miran yazmalarında (bk. Eski Türk yazıtları, I, 156, II, s. 64, 67,
III, s, 133), ayrıca Uygur’larda (el.ügesi, bk. J.R. Harpilton, Les Ouighours a l’epoque des Cing Dynasties...,
Paris, 1955, s. 159), Hazar’larda ve Macar’larda, Bul’gar’larda (Bk. K.H. Menges, Alta~c Elements in the Proto.
Bulgaren inscriptions, Byzantion, XXI, 1951, s. 91 vd.), Karluklar ve Karahanlı’. larda (Kutadgu Bilig, beyit,
1868, 4141) görülen -age (öge) unvanı Almancada “Ra.tgeber”, “Föderationsratgeber” (Gök.Türklerdeki
“uygucı” deyiminin tam karşılığı) olarak manalandırılmıştır ‘tafsilen bk. G. Doerfer, ayn, esr. II, esr, II, S. 157
vd.) ki, Kutadgu Bilig’deki açıklamaya uygtindur.
Aygu (cı) ve Öğe (üge) kelimelerinin aynı kökten türemiş olduğu düşünüle. bilir (belki her ikisi de öğüt
sözü ile bağ”lantılıdırJ. Avrupa Hun İmparatorluğu büyüklerinden, başkanlık va~ifeslni yaptığı anlaşılan Onege
(sios) adının da Uge. ile ilgili olabileceği hakkında bk. F. Altheim, Geschichte der Hunnen, IV, s. 284,.
(25) XI, asırda belki, ügelik ile vezlrl1k birbilinden ayrılmış bulunuyordu (bk.Kutadgu Bilig,beyit,4140,
4141).
ÖLÜMÜNÜN 1250. YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE BİLGE KAGAN, Prof. Dr. İbrahim
KAFESOĞLU
Gök (Kök)-Türkler, bilindiği üzere, Türk milletine ad veren bir Türk zümresi olarak tarihimizde şerefli
bir mevkie sahiptir. Kendilerine ve devletlerine Türk ( güç-Iü, kuvvet-li) diyen bu kütle miladdan önceki
yüzyıllardan beri Asya’nın hâkimleri Hunlar soyundan olup, başbuğ Bumin’ın 552 senesinde Ötüken yaylasında
(Baykal gölü’nün güneybatısında: 47. enlem, 101. boylam. Orhun ırmağının kaynak bölgesi) tahta çıkması ile
yukarı Çin sınırlarından Karadeniz’e kadar uzanan sahada büyük bir hakanlık kurmuşlardı. Bu geniş sahada
devlet doğu ve batı olmak üzere ikili teşkilat halinde idi. Asıl Hakanın bulunduğu doğu kanadına bağlı olan batı
kolu, hiyerarşide ikinci derecedeki “Yabgu” unvanını haiz İstemi (Bumın’ın kardeşi) tarafından idare ediliyordu
(552576). Doğu kanadındaki Mukan Hakan (553-572)dan sonra tahta çıkan T’a-po (572-58 i) zamanında
hakanlık Çin’ in memleket içindeki bozguncu propaganda faaliyetleri yüzünden zaafa uğramış, Çin’in tahriki
ileDoğu’dan ayrılan Tardu (İstemi’nin oğlu)nun istiklal ilan etmesi neticesi devlet resmen ikiye ayrıımıştı (581).
Böylece, Doğu ve Batı Gök-Türk hakanlıklarının birbirleri ile mücadelesini, emsalsiz entrika becerikliği
sayesinde istismar eden Çin, nihayet 630 yılında her iki kanadı kendi hâkimiyeti ve himayesi altına almayı
başardı ve ihtişamlı ı. Gök-Türk hakanlığı için 50 yıl süren hazin bir fetret devresi başladı (Bu dönem milli Türk
alfabesi ile Türkçe yazılmış Orhun Kitabelerinde bütün açıklığı ile anlatılmaktadır: Kitabe 1Kül-Tegin adına/,
Kitabe II/Bilge Kagan adına/ ve Kitabe III/Aygucı = Devlet Meclisi başkanı ve Başbakan Tonyukuk adına) (2).
680-681’de istiklal savaşı hazırlığına girişerek, ünlü devlet adamı Tonyukuk başta olmak üzere kısa
zamanda hemen bütün halkın işbirliği yapması kıyılarına ve Şan-tung Ovasına kadar ilerlemişlerdi (3). Bu büyük
sefer münasebeti ile Gök-Türklere karşı çıkamadan Türk süvari tümenlerinin dönüşünü, General Şa-ça Cungi
(kitabelerde Ça-ça Sengün) idaresindeki kalabalık Çin Ordusu uzaktan seyrederken, f’ang sülalesinden Çin
imparatoru, sarayından bir günlük emir yayınlayarak “Hakan”ı yakalayan ve öldürenin resmen “prens” ilan
edileceğini bildiriyordu(4). 698 yılının sonlarına doğru, Kapgan’ın 3’lü planının son safhasının uygulanmasına
geçildi. Yine Tonyukuk’un yüksek komutasında, Bilge ile İnel emrinde batı orduları grubu, Batı Türkistan’daki
dağınık Türk kütlelerini hakanlığa bağlamak üzere harekete geçirildi ve süratle Altay dağlarını (kitabelerde
Altun-yış) ve Cungarya (kitabelerde Yarış-ovası)yı aşan Gök-Türk kuvvetleri Bolçu mevkiinde(5), On-ok’larla
karşılaştı. “Türk bodun [milletinden] olduğu halde yanlış hareket eden”(6) Türgiş başbuğu U-çe-Ie:(Çin
kayıtlarında Wu-shin-Ie)nin yakalanması ve yabgusu’nun, şad’ınıntelef olması ile neticelenen bu savaş bütün
On-ok boylarını (To-lu ve Nu-şipi’ler), dolayısiyle Balkaş gölü, Isık-göl, Çu ve Talas bölgelerini, İnci
ırmağı(Seyhun Sir-derya) kıyılarına kadar yayılan toprakları merkezi idareyesokmuş oldu (699).
Hakanlığın resmi sınırları Kengü-tarban(7)a ve Fergane’ye dayandı. Bu münasebetle Çin kaynağında
şöyle denmektedir: “Mo-ç’o [Kapgan] zaferlerinden gururlu. Bizi küçümsüyor! Her yana ordular sevkediyor,
ülkesinin bir baştan bir başagenişliği, 10 bin “li” [aş. yk. 4500 km.]denfazla. Onun yüksek gayeleri var!”
(8).Kapgan’ın 3 numaralı planının tamamlanması için Maveraünnehir’in de zaptı gerekiyordu. Türlü Türk
kümelerinin yer yer görüldüğü bu bölge, coğrafi mevkii ve mutedil iklimine ilaveten verimli toprakları ve tabii
zenginliği itibarı ile de ta eski çağlardan beri komşu devletler için bir rekabet sahası idi. O tarihlerde Gök-Türk
baskısına karşı koyacak ciddi bir mahalli güce de sahip değildi ve Türk soylu oldukları tahmin edilen bazı şehir
krallıklarınca idare edilmekte idi. Nitekim siyasi ayrılıkları kendi lehlerine değerlendirmeye çalışan
Horasan’daki İslam kuvvetleri, bu küçük “devletleri” teker teker ortadan kaldırılıp bölgeyi Emevi
imparatorluğuna katarak ve dolayısiyle İslamlaştırmak faaliyetinde idiler. Ancak, şehir “hükümdar”ları Arap
kumandanlara (Abdullah b. Ziyad, Sa’id b. Osman, Musa, muhelleb vb..) başarı ile direnmekte idiler.
Gök-Türk Orduları batı grubu aynı kadro içinde ikri harekata devam etti ve Karadağ’ın kuzeyinden Şaş
(Taşkend, Farab)-sahasını geçerek, İnci ırmağı (kitabelerde Yinçü-ögüz)nı aştı, Kızıl-kum çölüne daldı. Ordu
güneye doğru yürüyordu, hedef Maveraünnehir’in diğer sınırına ulaşmaktı. Bununla beraber, Semerkand’ın
kuzey cihetlerine kadar nüfuz etmiş olan Arap kuvvetlerinin muhtemel bir yan hücumunu önlemek üzere
Tonyukuk, kalabalıkça bir müfrezeyi İnel kumandasında yolda bırakmıştı. Türk
Ordusunun büyük bölümü ilerledikçe halk öbek öbek Türklere iltihak ediyordu. O sırada Türgiş
başbuğu So-ko (U-çe-Ie’nin oğlu) nun idaresinde bulunduğu anlaşılan yerli Soğd (Semerkand’ın güneyi)lular da
teslim olmuştu. Böylece Gök-Türk askeri Ceyhun (Amu-derya) nehri kıyısındaki ünlü TemirKapıg (Demirkapı)
ya ulaştı (701) (9). Ta ilk çağlardan beri İran ile Turan (Türk) toprakları arasında tabii hudut kabul edilen,
Belh şehrinin kuzeyinde 12-20 m. genişlik ve 3 km. uzunluktaki bu geçidin kazanılması ile neticelenen bu
seferde aynı zamanda bol ganimet ele geçirildi: “Sarı altın, beyaz gümüş, eğri deve, kız-kadın... (10).
Türk Ordusunun doğu kanadı da faaliyet halinde idi. Kapgan’ın idaresinde güneye, Ordos’a yapılan
akınlardan Liu Hu-çu (kitabelerde Altı Çub) bölgesine olan baskına (702 Şubat) 17 yaşındaki Bilge ile birlikte
Kül Tegin de katılmışlardı. Karşı çıkan 50 bin kişilik Çin Ordusu mağlup edildiği gibi, Çinli kumandan Ongtutuk
(asıl adı: Wei Yüan-çung) henüz 16 yaşındaki Kül- Tegin tarafından elinde silahı ile yakalanarak getirilip
Kapgan Hakan’a teslim edilmişti (702 son baharı) (11).
Hakan ve iki kardeş yeğen Çin’ de seferi sürdürdüler. 702’de Yen-çu, Hia-çu, Şi-ling, Hin-çu, Ping-çu
eyalet-garnizon merkez ve bölgelerine 20 akın yaptılar. Bunlar arasında en etkili olanı büyük Mingşa (Kansu’da,
bugün Çung-wei-hien) muharebesi idi. Orada General Ça-ça Sengün (Çince aslı: Şa-ça Çung-i)
kumandasındaki 80 bin kişilik Çin Ordusu bozguna uğratılmıştı (12). Hemen arkasından komşu eyaletlere süvari
müfrezeleri sevk edilirken Çin sarayı yeni bir günlük emir çıkararak, GökTürk saldırılarını durduranın, Hakan’ı
ve yeğenIerini şu veya bu şekilde tesirsiz hale getirenin “prens” unvanı ile birlikte 2 bin top ipek verilerek
taltifedileceğini ilan ediyordu.
Bundan sonra Türk ülkesi içinde bazı kımıldanışlar görüldü. Halk Kapgan’ın dinmek bilmiyen
seferlerinden usanmış, huşunetinden çekinir hale gelmiş gibi idi. Nitekim 709’da Çik’ler (Kem-trtiş nehirleri
arasında) ve Isık-göl batısındaki Azlar Bilge tarafından bastırıldı. Gök-Türk Ordularının doğuda ve güneyde çok
uzaklarda (Çin seferi dolayısiyle) bulunmasından faydalanarak baş kaldırmaya teşebbüs eden Kırgızlar Bilge-
Kül Tegin kumandasındaki “mızrak boyu kar sökerek Kögmen [Tannu-ula] dağlarını aşan”
Gök-Türk Orduları tarafından perişan edildi (Songa ormanı savaşı). Aynı sene (710) Tola ırmağı
havalisindeki Bayırkular susturuldu (Türgi-yargın gölü savaşı). 711 yılında Türgişler tekrar darbelendi “ateş ve
fırtına gibi saldıran” Türgiş başbuğu So-ko telef edildi (2. Bolçu savaşı) ve Bars Beğ Türgişlerin başına
getirilerek (hakan tayin edilerek), Bilge’nin kızkardeşi ile evlendirildi (13).
Bu arada, kitabelere göre “Soğd kavmini tanzim etmek” için bir Maveraünnehir seferi daha yapıldı. Bu
yürüyüşe Gök-Türklerden iştirak edenler üzerinde kesin bilgi olmadığı için türlü spekülâsyonlar yapılmıştır;
fakat bu 2. batı seferine ne Kapganın, ne de Bilge ve Kül Tegin kardeşlerin katılmadıkları muhakkaktır
(Tonyukuk ise bir müddetten beri Aygucılık’ tan alınıp “Yargu” Devlet yüksek mahkemesijüyeliğinde
vazifeltndirildiği için (14) onun da bulunması mümkün değildi).Kapgan’ın gittikçe ağırlaşan musamaha tanımaz
tutumu huzursuzluğu artırıyor, gördüğümüz gibi, bilhassa Türk boylarının ayaklanmasına yol açıyordu. Önce
“Kara Türgiş” başkaldırması, sonra üç yıl kadar sürdüğü anlaşılan (711 -714) Karluk isyanı, Çin’ den destek alan
bu kütlenin bir aralık ta Ötüken’e kadar sokulabilmeleri ancak Hakan ile Bilge ve Kül-Tegin kardeşlerin ortak
harekâtı sonucunda (Tamıg ıduk-baş savaşı, 713) durdurulabilmiş ve bir kısım Karlukların Çin’e sığınmalarına
bile meydan verilmiş, bu arada Çin’in fırsattan istifade Gök-Türklere karşı askeri yığınak merkezi haline
getirdiği İç Asya’daki Beş balıg üzerine yapılan sefer (714), Bilge’nin de iştiraki ile direnme yuvaları dağıtılmış
ise de (15) durumun hayli karıştığı ve hakanlığın adeta kaynamaya başladığı görülüyordu. Kitabelerdeki
“Amcam Kaganın idari kejmekeji, halkta ikilik ortaya çıktığı zaman” vb. ifadeler (16) daha vahim hadiselerin
patlak vereceğinin işareti durumunda idi. Nitekim Hakanlığın ana kütlesini teşkil eden Oğuzlar birliğinin idareye
açıkça cephe almaları büyük şaşkınlık yarattı: “DokuzOğuz bodun’u kendi bodunum idi. Gök ve yer karıjtığı için
düşman oldu” (17).
715 yılında Kapgan tarafından mukavemet kırıldı, lakin 716 senesinde Oğuz boylarından Bayırkuların
şiddetle hırpalanması Kapgan’ın hayatı boyunca kazandığı seri zaferlerinin sonuncusu oldu. Galibiyetten sonra
Ötüken’e dönerken yolda Bayırkuların pususuna düşerek hayatını kaybetti (22 Temmuz 716) (18). Kapgan’ın
yerine getirilen oğlu vaktiyle “Küçük hakan” diye tanınmış olan İnel, hakanlığın bu buhranlı günlerinde devlet
dizginlerini tutacak kudrette değildi. Karışıklığı giderememiş, yurda huzur getirememişti. Hâlbuki Türk milleti
bu hizmetleri, töre gereği, hakandan beklerdi. Oğuzlar büsbütün alevlendikeri için devleti kurtarmak, halkı
selamete kavuşturmak işi Bilge ile Kül Tegin’in omuzlarına yüklenmişti. Var gücleri ile mücadele ediyorlardı.
Yalnız 716 yılında Kül Tegin, Oğuzlara karşı 5 sefer yapmış (Togu-balıg, Kuşlagak, Urgu/veya Antırgu? /, Çuş-başı,
Ezgenti-kadız savaşları) ve seferlerden dördüne Bilge de katılmıştı (19). O sene büyük miktarda hayvan telefatına
sebep olan kıtlıkta bile Bilge sefer halinde idi. Uzayıp giden bu mücadeleler dolayısiyle, aşağıda görüleceği üzere,
kitabelerde Gök-Türk Ordusunun takatten düşüp cesaretini kaybettiğini açıklayan ifadeler yer almıştır.
Dipnotlar:
(1)-Türk hükümdarlarına umumiyede “Kagan” denilmekle beraber, Orhun kitabelerinde çok geçen bu
unvanın son araştırmalarda (Lju Mau-tsai 1958, S.G. Clauson 1972) “Khagan” olarak okunması dolayısiyle biz de
Hagan(hakan)’hk şeklini tercih ettik.
(2)i. Kitabe 732’de, II. Kİtabe 735’de dikilmiştir. Tonyukuk’a aİt olan’ın tarihi kesin değilse de 726’yı takip
eden yıllarda dikildiği şüphesizdir. Orhun kitabeleri 1893’de Danimarkah büyük türkolog V. Thomsen ( +1927)
tarafından okunmuş ve sonra birçok defa
(3) Kitabe I, doğu, str. 17; II, doğu, str. 15, III, str. 18-19..Belki Bilge kumandasındaki birlik “taluy”a
varamamıştı (Eğer kitabedeki “taluy” sözünden kasıt büyük nehir ise Yangçı’ye, deniz ise Sarı Denize ulaşmamıştır,
bk. Kitabe I, güney, str. g; II, kuzey, 2). Türklerin Çin’de ilerledikleri doğuda son noktanın çok kuzeydeki Pekin
havalisinde aranması (bk. R. Giraud, L’Empire des Turcs cilestes, Paris, 1960, s. 26, 48 vd.) hatalıdır.
(4)Liu, ayn. esr. I, s. 215-218 vd., gı 9.
(5) Bugün tokoi kasabası (Ur~ngu gölü civarında, lık. R. Giraud, L’Emp. d. Turcs..., s. 179).
(6) Kitabe I, doğu, str. 18 vd.; II, doğu, 16.
(7) Kitabe I, doğu, 21; II, doğu 18. Kengü-tarban, Arıs ırmağının Seyhun’a döküldüğü
yerdeki Otrar Farab kasabası (bk. S.G. Klyaştomy, Orhon dbidelerinde Kengü’nün kavmt-yer adı, Belleten,
sayı, 69, 1954, s. 92 vd.; K. Czegledy, Nomtid nepek vandorlasa napkelettöl..., Budapest, 1968, s.. gı, 14g).
(8) O zaman Çin’de hüküm süren T’angsülalesi yıllığınclan naklen bk. Liu, ayn. esr. I, s. 218.
(9) Maveraünnehir seferinde takip edilen yol için, bk. R. Giraud, L’ Emp. d. Turcs..~, harita, 4.
(10) Kitabe III, str. 45-48. Buradaki kadın kelimesinin kitabelerdeki gerçek şekli “kotuz”dur
ki, dul kadın demektir. Anlaşılıyor ki, Türklersavaşlarda yalnız, kocalan ölmüş, serbest, kadınları esir
alıyorlar, fakat evli kadınlara dokunmuyorlardı (bu noktaya R. Giraud dikkati çekmiştir: bk. R. Giraud, L’ Instription
de Bai’n-tsokto, s. II 2). Bu Maveraünnehir seferi münasebetiyle Türk belgelerinde ilk defa Araplar zikredilmiştir
(“Tezik” adı altında; Arap Tayy kabilesinin adından. Bu kelime sonralan İranlılar için kullanılır olmuştur: Tacik).
(11) Kitabeler I, doğu, 3 i vd., II, doğu, 24 vd.; Liu, ayn. esr. I, s. 164, 218.
(12) Kitabeler I, doğu, 32-34, II, doğu, 26; Liu, qyn. esr. I, s. 2 ıg, II, 604. Bu Çin seferi L. Bazin’e göre (L.
Bazin, Les calendriers turcs anciens et midievaux, Lille, Ig74, s. 224) bir yıl kadar sürmüştür (705-706 arası).
(13) Kitabe I, doğu 18-20,34-38, II, doğu 16 vd, 26-28; Liu, I, s. 16g; R. Giraud, ayn. esr. s.175.
(14) Bk. Liu, ayn. esr. I, s. i 7 i
(15) Kitabe II, doğu, 28; Liu, I, s. 17°-220.
(16/Daha bk. R. Giraud, L’ Emp. d. Turcs..., s. 52.
(17)Kitabe I, kuzey, i i; II, .doğu, 30.
(18)Liu, I, i 7 i; L. Bazin, Les calendriers..., s. 234. Asİlerin Çin ile temas halinde oldukları, hadise sırasında
onlar nezdinde bir Çinli temsilcinin bulunmasından bellidir (Liu, göst. yer.).
(19) Kitabeler I, kuzey, 4-9, II, doğu, 30-33.