İMAM-I BUHÂRÎ (BUHÂRÎ, MUHAMMED B. İSMAİL)
01 Ocak 1970
Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu'fî el-Buhârî (ö. 256/870)
Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en güvenilir kitap kabul edilen el-Câmi'u'ş-şahîh adlı eseriyle tanınmış büyük muhaddis.
13 Şevval 194 [1][105] Cuma günü Buhara'da doğdu. Dedesinin de¬desi olan Berdizbeh Mecûsî idi. Onun oğlu Mugîre, Buhara Valisi Cu'feli Ye-mân vasıtasıyla müslüman oldu. Buharı bundan dolayı Cu'ff nisbesiyle de anıl¬mıştır. Dedesi İbrahim hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber babası İs¬mail'in Mâlik b. Enes ve Abdullah b. Mü¬barek gibi âlimlerden hadis öğrenen bir kişi olduğu bilinmekte ve Buhârî henüz çocukken vefat ettiği, hadise dair ba¬zı kitaplarının oğluna intikal ettiği anla¬şılmaktadır. Annesinin ise duası mak¬bul dindar bir kadın olduğu zikredilmek-tedir.
Buhârî on yaşına doğru Muhammed b. Selâm el-Bîkendî. Abdullah b. Muham¬med el-Müsnedî gibi Buharalı muhad-dislerden hadis öğrenmeye başladı. On bir yaşlarında iken hocası Dâhilî'nin ri¬vayet sırasında yaptığı bazı hataları tas¬hih etmesiyle dikkatleri çekti. On altı ya¬şına geldiği zaman İbnü'l-Mübârek ve VekT b. Cerrâh'ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Bu sırada annesi ve karde¬şi Ahmed ile birlikte hacca gitti. Hac son¬rası onlar memleketlerine döndükleri halde Buhârî Mekke'de kaldı ve Hallâd b. Yahya, HumeydT gibi âlimlerden ha¬dis tahsil etti. Daha sonra bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya başladı. Bu merkezler alfabetik olarak şöyle sırala¬nabilir: Bağdat'a sekiz defadan fazla git¬ti ve her seferinde Ahmed b. Hanbel ile görüşüp ondan faydalandı. Basra'ya dört veya beş defa gitti; orada Ebû Âsim en-Nebîl, Ensârî diye tanınan Basra ka¬dısı Muhammed b. Abdullah ve Haccâc
b. Minhâl gibi muhaddislerden istifade etti. Mekkî b. İbrahim, Kuteybe b. Saîd vb. âlimlerden hadis dinlemek için Belh'e birkaç defa gitti ve Belhliler'in isteği üzerine onlara kendilerinden ilim tahsil ettiği 1000 hocadan birer hadis yazdır¬dı. Dımaşk'ta Ebû Müshir'den hadis öğ¬rendi. Hicaz'da altı yıl kaldı. Humus'a git¬ti. Kûfe'ye birçok defa seyahat ederek Âdem b. Ebû İyâs, Ubeydullah b. Mûsâ. Ebû Nuaym Fazl b. Dükeyn gibi muhad¬dislerden hadis dinledi. Medine'de İs¬mail b. Ebû Üveys, Merv'de Abdan b. Os¬man, iki defa gittiği Mısır'da Saîd b. Ebû Meryem, Abdullah b. Yûsuf ve Asbağ b. Ferec gibi hocalardan hadis tahsil et¬ti. İlk defa 209'da (824), son olarak da 250'de (864) gittiği ve beş yıl süreyle ha¬dis okuttuğu Nîşâbur'da Yahya b. Yah¬ya el-Minkarî gibi hadis hafızlarından faydalandı. Buhârî kendilerinden hadis yazdığı muhaddislerin sayısının 1080 ol¬duğunu söyler [2][106]. Tek nüshası irlanda'da bulunan [3][107] İbn Mende'ye (ö. 395/1005) ait Tesmiye-tü'1-meşâyih ellezîne yervî canhüm el-İmâm Ebû cAbdillâh Muhammed b. İs-mâcîl el-Buhârî adlı eserde, Buhârînin ei-CdmiVş-şafrih'te rivayette bulun¬duğu hocalarından 309 muhaddisin adı, yaşadıkları şehirler ve ölüm tarihleri ve¬rilmektedir. Arberry bu risaleyi ta¬nıttıktan sonra söz konusu muhaddislere ait listeyi İngilizce olarak yayımlamıştır. [4][108] Ancak el-Câmi'u's-şahîh'teki rivayetlerin Buhârî'nin derlediği yüz bin¬lerce hadisin pek az bir bölümünü teşkil ettiğini de gözden uzak tutmamalıdır. Meşhur talebesi Firebrî, eJ-Cdmicu'ş-şahîh'i Buhârîden 90.000 talebenin din¬lediğini söylemektedir. En tanınmış di¬ğer talebeleri ise İmam Müslim, Tirmi-zî. Ebû Hatim, Ebû Zür'a er-Râzî, Mu¬hammed b. Nasr el-Mervezî, Salih Ce-zere, İbn Huzeyme gibi muhaddislerdir.
Buhârî'nin uzun seyahatleri sonunda derlediği hadislerle geniş bir kütüpha¬ne meydana getirdiği ve seyahatleri es-nasında kitaplarını imkân nisbetinde ya¬nında taşıdığı anlaşılmaktadır. Cariyesi¬nin, odasında adım atacak yer bulunma¬dığından şikâyet etmesi, bir gece uyu-mayıp o güne kadar yazdığı hadisleri he¬sapladığını ve senedleri muttasıl 200.000 hadis kaydetmiş olduğunu söylemesi de bunu göstermektedir. [5][109] Yazdığı ha¬dislerin kitaplarda kalmayıp onları ha¬fızasına nakşettiğini gösteren en iyi örneklerden biri Bağdat'ta verdiği imti¬handır. İbn Adî'nin rivayetine göre, Bu-hârfnin Bağdat'a geldiğini duyan mu-haddisler 100 hadisin sened ve metin¬lerini birbirine karıştırarak bunları on kişiye verdiler ve onlara Buhârî toplantı yerine gelince bu hadisleri sırayla sor¬malarını söylediler. Bu on kişi tesbit edi¬len hadisleri çeşitli İslâm ülkelerinden gelmiş olan muhaddislerin huzurunda okuyarak bunların mahiyeti hakkında bilgi İstediler. Buhârî onlara bu hadisle¬rin hiçbirini okunduğu şekliyle bilmedi¬ğini belirttikten sonra, ilk soruyu yönel¬ten kimseden başlayarak, sordukları ha¬dislerin sened ve metinlerinin doğrusu¬nu her birine ayrı ayrı söyledi. Buhârî hakkında tereddüdü olanlar onun nasıl bir hafıza gücüne ve ne kadar geniş bir hadis kültürüne sahip olduğunu gördü¬ler.
Buhârî ve Mihne Olayı. Kur'ân-I Kerîm'-in mahlûk oluşuyla ilgili olarak Mutezi¬le tarafından ileri sürülen görüş [6][110], devletin de destek verme¬siyle İslâm âlemini zor durumda bırak¬mıştır. Ahmed b. Hanbel, muhafazakâr âlimler için bir imtihan vesilesi (fitne) olan bu olay karşısında büyük bir azim ve se-. batla direnmiş, sonunda devletin des¬teğini çekmesi üzerine Mu'tezile davayı kaybetmiştir. Buna rağmen konu büs¬bütün kapanmamış, İslâm âleminde sü¬rüp giden bu tartışmalardan Buhârî de zarar görmüştür. İmam Müslim'in be¬lirttiğine göre Buhârî Nîşâbur'a gittiğin¬de halk kendisine çok itibar etmiş, onu iki üç günlük mesafede karşılamıştır. Nîşâbur'un tanınmış muhaddisi Muham-med b. Yahya ez-Zühlî halka Buhârfyi karşılamasını tavsiye etmiş, ileri gelen âlimlerle birlikte kendisi de bizzat kar-şılamaya gitmiş ve talebelerine ona hiç¬bir kelâm meselesini sormamalarını ten-bih etmiştir. Buna gerekçe olarak da Buhârî kendi görüşlerinin aksine bir fi¬kir beyan edecek olursa aralarında ihti¬lâf çıkacağını, o takdirde Horasan'daki bütün Haricî, Râfizî, Cehmî ve Mürciî grupların kendilerine düşman olacağını söylemiştir. Yine Müslim'in belirttiğine göre Buhârînin kaldığı ev ziyaretçilerle dolup taşmış, şehre gelişinin ikinci veya üçüncü günü bu ziyaretçilerden biri ona Kur'an'ın mahlûk olup olmadığını sor¬muş, onun da, "Fiillerimiz mahlûktur; bir sözü ifade edişimiz de (Kur'an met¬nini okuyuşumuz) fiillerimizdendir" de¬mesi üzerine orada bulunanlar arasın¬da büyük bir ihtilâf çıkmıştır. Buhâr’nin Kur'an okumayı mahlûk saydığını iddia edenlerle bu iddiaya katılmayanlar kav¬gaya tutuşmuş, bunun üzerine ziyaretçi¬ler ev halkı tarafından dışarı çıkarılmış¬tır. Bu konuda kendisine anlatılanları nakleden İbn Adfye göre ise Buhârî'yi kıskanan bir muhaddis onun Kur'an mahlûktur görüşünü benimsediğini id¬dia ederek hadis talebelerini hocaları¬nın kanaatini öğrenmeye teşvik etmiş, ancak Buhârî bu konuda fikrini soran kişiye cevap vermek istememiş, fakat onun üç defa ısrarla sormasından son¬ra, "Kur'an Allah kelâmıdır, mahlûk de¬ğildir; ancak kulların fiilleri [Kur'an1] oku¬yuşları) mahlûktur; bu konuda soru sor¬mak ise bid'attır" diye cevap vermiş, bu-nun üzerine ortalık karışmıştır. Sübkrnin kanaatine göre muhaddis Zühlî, Kur'an metnini telaffuz etmenin mahlûk oldu¬ğunu söyleyenlerin kendileriyle konuşul¬maması gereken birer bid'atçı, bizzat metnin mahlûk olduğunu söyleyenlerin ise kâfir sayılacaklarını belirtirken Bu-hârî'ye muhalefet etmeyi düşünmemiş¬tir. Eğer Zühlî Buhârî'ye muhalefet et¬miş ve mahlûk olan dudaklardan çıkan sözün kadîm olduğunu ileri sürmüşse büyük bir günah işlemiştir. Zira gerek Zühlî ve Ahmed b. Hanbel, gerekse di¬ğer büyük imamlar bu kabil münakaşa¬lara dalmanın doğru olmayacağını ifade etmek istemişlerdir. Anlaşılan odur Ki, bu konuda Haîku efcâH'l-eibâd adıyla bir de müstakil eser kaleme almış olan Buhârî bu ve benzeri itikadî konulan ge¬rektiğinde konuşulacak meseleler ola¬rak kabul etmektedir. Bu olaylardan son¬ra muhaddis Ahmed b. Seleme Buhârî'yi ziyaret ederek Zühlî'nin Nîşâbur'da belli bir yeri olduğunu, onun görüşlerine kim¬senin karşı çıkamadığını söyledi ve bu durumda ne tavsiye edeceğini sordu. Buhârî de, "Ben işimi Allah'a havale edi¬yorum; şüphesiz Allah kullarının her ha¬lini görür" [7][111] mealin¬deki âyeti okuyarak Nîşâbur'a bir men¬faat elde etmek için gelmediğini, ken¬disini kıskanan Zühiî'nin dedikodularına son vermek için hemen ertesi gün şehri terkedeceğini bildirdi. [8][112]
Buhârî Nîşâbur'dan sonra Merv'e git¬ti. Kendisini yolda karşılayan şehrin ta¬nınmış muhaddis ve fakihi Ahmed b. Seyyar görüşlerinin isabetli olduğunu, fakat halkın anlayamayacağı konulara girmemesi gerektiğini söyledi. Buhârî de kendisine iyi bildiği bir mesele soruldu¬ğu zaman susmasının mümkün olmadı¬ğını ifade etti. Daha sonra Merv'den Bu¬hara'ya geçti.
Buhârî kendisinden ilim tahsil etmek isteyen herkese bildiğini esirgemeden vermesine rağmen devlet adamlarından uzak durur, onların saraylarına gitmeyi ilmi küçük düşüren bir davranış olarak kabul eder ve bu uğurda her zorluğa katlanmayı göze alırdı. Horasan Valisi Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî ona bir adamı¬nı göndererek el-Câmicu'ş-şahîh, et-Tânhu'l-kebîr ve diğer eserlerini ken¬disinden dinlemeyi arzu ettiğini bildi¬rince bu talebi reddetti. İlmi küçük dü-şüremeyeceğini, onu başkalarının aya¬ğına götüremeyeceğini, gerçekten arzu ediyorsa hadis okuttuğu mescide -veya evine- gelmesini, bunu da istemiyorsa hadis okutmasını yasaklayabileceğin! söyledi. Hz. Peygamber'in, "Kendisine sorulan şeyi öğretmekten kaçınan kim¬senin ağzına ateşten gem vurulacağını" ifade eden hadisi sebebiyle ilmi kimse¬den esirgemediğini de haber verdi. Bu¬hara valisinin sadece kendi çocuklarına ders vermesi yolundaki isteğini de ilmi belli insanlara tahsis edemeyeceği ge¬rekçesiyle reddetti. Bunun üzerine vali, yakın adamlarından bazılarının Buhârf-nin Ehl-i sünnet görüşüyle bağdaşma¬yan fikirlere sahip olduğunu iddia etme¬lerini sağladı. Sonra da bu iddiaya da¬yanarak onu kendi memleketinden sür¬dü. Buhârî oradan Semerkant'a gitmek üzere yola çıktı. Semerkant'a 3 mil me¬safede bulunan Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyaret etti. Fakat orada hastalandı ve Semerkanfa gidemedi. 256 yılının ramazan bayramı gecesi ve¬fat etti, ertesi gün [9][113] orada toprağa verildi. Ailesi hakkında bütün bilinenler, Ahmed adında bir oğ¬lu olduğu, evinde birkaç cariyesi bulun¬duğundan ibarettir.
Şahsiyeti. Buhârî orta boylu olup zayıf ve ince bir yapıya sahipti. Birçok güzel huyu yanında az konuşması, başkaları¬nın sahip olduğu imkânlara Özenmeme¬si gibi özellikleri de vardı. Yiyip içmeye önem vermezdi. Onun cömertliğini, dün¬ya malına değer vermediğini ve yardım severliğini gösteren davranışları pek çok¬tur. 25.000 dirhem alacaklı olduğu biri¬ne karşı gösterdiği müsamaha dikkat çekicidir. Uzun zamandan beri borcunu ödemeyen bu şahıstan bazı idareciler vasıtasıyla alacağını tahsil etmesini tav¬siye edenlere, "Ben onlardan yardım istersem onlar da benden işlerine geldiği gibi fetva vermemi isterler; dünya için dinimi satamam" demiştir. Fakat bazı dostları ona rağmen bu konuyu yöneti¬cilere söylediler. Buhârî bunu haber alın¬ca ilgililere mektup yazarak borçluya bir kötülük yapılmamasını istedi ve onunla her yıl kendisine 10 dirhem ödemek üzere anlaşma yaptı. Buhârî'nin dünya işleriyle ilgilenmediği, şahsî işlerini bir adamının yürüttüğü kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır.
Buhârfnin ahlâkî faziletleri, tenkit et¬tiği râviler hakkındaki son derece mu¬tedil ve insaflı sözlerinde de görülür. Bir râvi için kullandığı en ağır cerh ifadele¬ri, o kimsenin güvenilemeyecek kadar zayıf (münkerü'l-hadîs) olduğunu, muhad-dislerin onun hakkında fikir beyan et¬mediğini (seketû anh) söylemekten iba¬rettir. Hadis uydurmakla tanınan kim¬seler hakkında bile yalancı (kezzâb) ifa¬desini pek nâdir kullanmıştır. Gıybetten sakınarak kimseyi çekiştirmediğini söy¬lemesi ve, "Allah Teâlâ'nın beni gıybet¬ten dolayı hesaba çekmeyeceğini uma¬rım" demesi bu konudaki titizliğini gös¬termektedir. Bir gün hadis okuturken âmâ olan talebesi Ebû Ma'şer bir hadis¬ten pek hoşlanmış olmalı ki başını, elini sallamaya başladı. Onun bu haline te¬bessüm eden Buhârî, daha sonra bu te-bessümü ile Ebû Ma'şer'e haksızlık et¬tiğini düşünerek ondan helâllik istedi.
Buhârî'nin oğlu gibi sevip ilgilendiği kâtibi Muhammed b. Ebû Hatim, onun ok atmayı çok sevdiğini, yanında bulun-duğu uzun yıllar boyunca attığı oklardan sadece ikisinin hedefe isabet etmediği¬ni ve bu hususta kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceğini söylemektedir. Bazı ki¬taplarda yer alan ahlâkî beyitleri ise onun şiir zevkini yansıtmaktadır.
Buhârryi yakından tanıyan âlimlerin takdirkâr ifadeleri, onun ilmî şahsiyeti ve otoritesi hakkında fikir vermektedir. Hocası Nuaym b. Hammâd ile muhad-dis Ya'küb b. İbrahim ed-Devrakî, "Buhâ¬rî bu ümmetin fakihidir" derlerdi. Bas-ralı hocalarından Bündâr diye tanınan Muhammed b. Beşşâr Buhârî gibi bir âlim görmediğini ifade eder ve Buhârî Basra'ya gelince onunla iftihar ettiğini söylerdi. Hadis ve fıkıh ilimlerindeki de¬rin bilgisiyle tanınan hocası İshak b. Râ-hûye mu ha d dişlere, "Bu gençten hadis yazınız" diye tavsiyede bulunduktan son¬ra eğer Buhârî Hasan-ı Basrî zamanın¬da gelmiş olsaydı hadis ve fıkhı çok iyi bildiği için herkesin ona başvurmak zorunda kalacağını söylerdi. Yine Basralı hocalarından ve "emîrü'l-mü'minîn fi'l-hadîs" lakabını atmış nâdir muhaddis-lerden biri olan Ali b. Medînî'ye, "Buhârî sadece senin yanında tevazu gösteriyor" dediler. İbnü'l-Medînî de, "Siz ona bak¬mayın, onun gözleri kendi gibi birini da¬ha görmemiştir" karşılığını verdi. Diğer bir hocası olan Amr b. Ali el-Fellâs ise onun bilmediği hadise hadis denileme-yeceğini söylerdi. İmam Müslim Buhârî'ye hitaben, "Sana ancak seni çekeme¬yenler kızabilir. Dünyada senin bir ben¬zerinin bulunmadığına şahadet ederim" diyerek ona duyduğu derin sevgiyi dile getirmiştir. İbn Huzeyme ise. "Şu gök kubbenin altında Resûlullah'ın hadisle¬rini Buhârî'den daha iyi bilen ve daha iyi ezberlemiş olan birini görmedim" derdi. Hocalarından Muhammed b. Se¬lâm el-Bîkendî ile Abdullah b. Yûsuf et-Tinnîsî hadis kitaplarını ona tashih et¬tirmişlerdi. Humeydî de hadise dair bir meselede muhaddislerden biriyle anlaş¬mazlığa düşünce henüz on sekiz yaşın¬da bulunan talebesi Buhârryi hakem ta¬yin etmişti.
Hadisçüiği. Hicrî ilk üç asırda hadise hizmetleriyle tanınan Önemli şahsiyet¬ler arasında Buhârî'nin ön planda gel-mesinin sebebi, sahih hadisleri ilk defa bir araya getirmesinin yanında hadis il-mindeki tartışmasız otoritesidir. Yüz bin¬lerce rivayet arasından en sahih olanla¬rı seçmedeki metodunu Müslim'in aynı adlı çalışmasındaki farklı metoduyla mu¬kayese ederek onu Buhârî'ye tercih et¬mek isteyenler fazla taraftar bulama¬mışlardır. Rivayetlerde her âlimin gö¬remediği ince kusurları (ilel) farketme hususunda Müslim'den de ileride oldu¬ğu, senedleri meydana getiren şahısla¬rın hem aynı zamanda yaşama, hem de birbiriyle uzun müddet görüşme şartın! uygulama hususunda hiçbir muhaddi-sin onunla boy ölçüşemediği kabul edil¬miştir. Bunlardan başka hadislerden el¬de ettiği fıkhî görüşlerini bab başlıkla¬rında göstermeye çalışması, bir hadisin ihtiva ettiği birkaç hükmü ilgili yerlerde zikretmek için onu tekrardan kaçınma¬ması gibi ilmî özellikleri sebebiyle el-Câ-micu'ş-şahîh diğer hadis kitaplarına ter¬cih edilmiştir. Bütün muhaddisler gibi Buhârî de eserlerine aldığı hadisleri han¬gi prensiplere göre seçtiğini kaydetme¬miştir. Onun bu prensipleri (şartlar) da¬ha sonra eserleri incelenmek suretiyle tesbit edilmiştir. Bununla beraber Bu¬hârî bazı râviler hakkında tenkitte bulunurken bir kısım prensiplerinden söz etmiştir. Meselâ İbn Ebü Leylâ'dan söz ederken, sadûk olmakla beraber hadi¬sin sağlamı ile çürüğünü birbirinden ayı¬ramadığı için ondan ve onun gibilerden hadis rivayet etmediğini belirtmiştir. [10][114] Birinden hadis yazar¬ken onun ismini, künyesini, nisbesini ve hadisi nasıl öğrendiğini mutlaka sordu¬ğunu, aldığı cevaplar sonunda eğer o ki¬şiyi yeterli bulursa ondan hadis rivayet ettiğini, aksi halde onun şeyhinden yazdı¬ğı aslı gördükten sonra hadislerini yaz¬dığını ifade etmekte, fakat bazı hadis ta¬lebelerinin ne yazdıklarına ne de nasıl yazdıklarına dikkat etmediklerinden ya¬kınmaktadır. [11][115] Buhârfnin rivayetteki titizliği-ne rağmen çoğu kendi hocası olan bazı zayıf râvilerden hadis almasının sebebi¬ni anlamak kolay değildir. Kendilerin¬den Müslim'in rivayette bulunmayıp sa¬dece Buhârî'nin hadis aldığı muhaddis-lerin sayısı 435'tir. Bunlardan zayıf ol¬maları sebebiyle tenkit edilenler seksen kadardır. Şüphesiz Buhârî bu muhaddis-lerin her biriyle bizzat görüşmüş, riva¬yetlerini gözden geçirmiş ve onların ha¬dislerini çok defa bir konuyu destekle¬mek üzere kullanmıştır. [12][116]
Buhârî'nin yakın talebeleri, kendisinin kitaplarını yazarken malzemeleri önce ayrıntılı olarak tesbit ettiğini, meydana getirdiği hacimli eseri üzerinde uzun sü¬re titizlikle çalışarak son şeklini verdiği¬ni söylemektedirler. İbn Hacer onun "Ki-tâbü'l-İ ctişâm"ı el-Edebü'l-müfred'de yaptığı gibi önce müstakil bir kitap ola¬rak yazdığını, daha sonra onu ihtisar et¬tiğini düşünmektedir. [13][117] Bizzat Buhârî'nin bütün kitap¬larını üçer defa yazdığını söylemesi, [14][118] onun eser¬lerini yazdıktan sonra talebelerine okut¬tuğunu, bu sırada bazı konulan ilâve edip bazılarını çıkardığını, daha sonra eserini ikinci ve üçüncü defa aynı şekil¬de okutup tashih ettiğini göstermekte¬dir. Nitekim bazı kitaplarının farklı nüs¬halarında bunu görmek mümkündür. Henüz yirmi yaşına basmadan ve kendi ifadesiyle "Hz. Peygamberin kabri ba¬şında mehtaplı gecelerde" yazdığı ef-Td-rîhul-kebîr onun ilk eserlerinden biri-dir. Çok erken bir devirde yazdığı bu ki¬tabın bir rivayetini gören Ebû Zür'a er-Râzî onda bazı hatalar tesbit etmiş, İbn Ebû Hatim er-Râzî de bunun üzerine Be-yûnü hata'i Muhammed b. İsmâ'îl el-Buharı fî Târihih adlı eserini kaleme al¬mıştı. Buhârî'nin talebelerinden Muham-med b. Süleyman b. Fâris ed-Dellâl'ın aynı esere ait nüshasını gören Hatîb el-Bağdâdî, Ebü Zür'a ile İbn Ebû Hâtim'in sözünü ettikleri hatalardan bazılarının bu nüshada yer almadığını tesbit etmiş¬tir. Aynı şekilde Hatîb el-Bağdâdî'nin Mu-vazzıhu evhâmi'l-cem* ve't-tefrîk adlı eserinde işaret ettiği bazı hataların Bu¬hârî'nin talebelerinden Muhammed b. Sehl b. Kürdî'nin rivayet ettiği nüshada bulunmadığı görülmektedir. Bu sonuncu nüshanın, et-Târîhu'1-kebîr'm Buhârî tarafından üçüncü defa tashih edilmiş nüshalarından biri olduğu anlaşılmakta¬dır. Târihti Bağdâd'Ğa nakledildiğine gö¬re [II, 7), 230'da (844-45) vefat eden İs-hak b. Râhûye'nin, talebesi Buhârî'nin et-Târîhu'l~kebîr"in eline alarak Emîr Abdullah b. Tâhir'e, "Sana bir hârika gös¬tereyim mi?" dediği, eserin bu tarihten, 252'de (866) vefat eden ve Bündâr diye tanınan Muhammed b. Beşşâr'a varın¬caya kadar [15][119] birçok değişik râviyi ihtiva ettiği dikkate alınırsa Buhâ-rî'nin hayatının ileri bir safhasına kadar eserini devamlı surette yenileyip ikmal ettiği anlaşılır.
Eserleri:
1- el-Câmi'u's-sahîh". Buhâ¬rî, halk arasında Şahîh-i Buhârî diye şöhret bulan bu eseri 600.000 kadar ha¬dis arasından seçerek on altı yılda mey¬dana getirdiğini, her bir hadisi (veya ba¬bı) yazmadan önce mutlaka boy abdesti alarak iki rek'at namaz kıldığını söyle¬miştir. Eserini Buhara'da yazmaya başla¬mış, çalışmasına Mekke, Medine ve Bas¬ra'da devam etmiştir. Yeryüzünde hiçbir esere gösterilmeyen bir ihtimama maz-har olan ve İslâm dünyasında üzerine yüzlerce inceleme ve şerh kaleme alın¬mış bulunan el-Câmi'u'ş-şahîh İstan¬bul, Mısır, Hindistan ve Avrupa'da bir¬çok defa basılmıştır.
2- et-Târîhul-ke-bîr. Buhârî'nin el-Câmizu'ş-şahîh'ten önce yazdığı bu kitap sahasının ilk eser¬lerinden biri olup burada ashaptan ken¬di şeyhlerine gelinceye kadar 13.000'e yakın râvinin güvenilirlik derecesini tes¬bit etmiştir. et-Târîhu'l-kebîr Haydarâ-bâd'da Dârü'l-maârifi'l-Osmâniyye ta¬rafından dört büyük cilt (sekiz cüz) ha¬linde basılmıştır (1361-1364), Ayrıca Dâ-rü'1-kütübi'l-ilmiyye ve Müessesetü'1-kü-tübi's-sekâfiyye tarafından eserde ge¬çen şahısların ve hadislerin fihristi hazır¬latılarak Beyrut'ta iki cilt halinde yayım¬lanmıştır (1407/198).
3- et-Târihu'1-ev-sat. et-Târîhu'l-kebîrin bir muhtasarı olduğu anlaşılmakla beraber eserin tam olarak günümüze geldiği bilinmemekte¬dir. Çok eksik bir nüshası Hindistan'da mevcuttur. [16][120]
4- et-Târîhu'ş-şağir. et-Târîhu'I-kebîr'in bir hulâsası olup râvileri et-Tâ-rîhu'l-kebîr'deki gibi alfabetik olarak değil vefat tarihlerine göre ele almak¬ta ve onlar hakkında diğer eserlerinde rastlanmayan bilgiler vermektedir. Eser Muhammed el-Ca'ferî tarafından Alla-hâbâd'da [17][121] ve Ahmedâ-bâd'da (1325), Mahmud İbrahim Zayed tarafından da Kahire'de (1396-1397/1976-1977) iki cilt halinde yayımlanmıştır. Bu çalışma, Yûsuf el-Mar'aşlî tarafından içindeki hadislerin fihristi yapılarak Bey¬rut'ta yeniden basılmıştır (1986).
5- Kitâbü'd-Du'afâ'i'ş-şağîr. İbrahim ismiy¬le başlamakta ve 418 râviyi ihtiva et¬mektedir. Buhârfnin daha önce zikredi¬len kitaplarına nisbetle oldukça küçük hacimli olup alfabetiktir. Eser Agra'da (1323), Allahâbâd'da (1325), Bûrân ed-Danâvî'nin tahkikiyle Beyrut'ta (1404/ 1984), Abdülazîz İzzeddin es-Seyrevân ta¬rafından el-Mecmû fi'd-du^afâ3 ve'l-metrûkîn adıyla ve Nesâî ile Dârekutnf-nin ed-Du'o/d3 ve'1-metrûkîn adlı eser¬leriyle birlikte Beyrut'ta (1405/1985) ve Mahmûd İbrahim Zâyed'in tahkikiyle Ne-sâî'nin Kitâbü'd-Du'aîâ3 ve'1-metrû-kîn'i ile birlikte yine Beyrut'ta (1406/ 1986) yayımlanmıştır.
6- Kitâbü'1-Künâ. et -Târîhu'l- kebîr "ı tamamlayıcı mahi¬yette olan bu eser, isimlerinden çok kün-yeleriyle tanınan 1000 kadar râvi hak¬kında kısa bilgiler vermektedir. Kitabın sonunda Abdurrahman b. Yahya el-Mu-alümî el-Yemânî'nin eseri tanıtan bir ya¬zısı bulunmaktadır. İbn Ebû Hatim er-Râzfnİn Beyânü hata0! Muhammed b. İsmâ'îl el-Buhârî fî Târîhih adil ese¬riyle birlikte Haydarâbâd'da basılmıştır (1360).
7- et-Târîh fî ma'rifeü mvâti'l-hadîş ve nakaleti'1-âşâr ve temyizi şi-kâtihim min ducafâ*ihim ve târihi ve-fâtihim. Bu eser de Buhârî'nin diğer ta¬rih kitaplarına nisbetle oldukça küçük hacimli olup Topkapı Sarayı Müzesi Kü-tüphanesi'nde bir nüshası bulunmakta¬dır. [18][122]
8- et-Te-vârih ve'1-ensâb. Bazı önemli şahsiyet¬ler hakkında bilgiler ihtiva eden eserin diğer kitaplarda olduğu gibi belli bir metodu yoktur. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde bir nüshası mevcuttur. [19][123]
9- el-Edebü'l-müfred. el-Cânü'u's-sahih'-te bulunmayan güzel ahlâka dair bazı hadisleri de ihtiva eden ve 644 bab için¬de 1322 hadisi toplayan eser Hindistan'¬da (1304), Agra'da 0 306), İstanbul'da (1306, 1309), Kahire'de (1346, 1349) ve Muhammed Fuâd Abdülbâkî'nin tahki¬kiyle yine Kahire'de (1375/1955) yayım¬lanmıştır.
10- Taiku ef'âli'l-'ibâd. Kul¬ların diğer fiilleri gibi Kur'an'ı telaffuz edişlerinin de mahlûk olduğunu ortaya koymak maksadıyla yazılan eser Muham¬med Şemsüîhak el-Azîmâbâdî tarafın¬dan Delhi'de (1306), Ali Sâmî en-Neşşâr ile Ammâr et-Tâlibî tarafından Akâ'ı-dü's - selef adlı eser içinde (1970], daha sonra müstakil olarak Beyrut'ta (1404/ 1984) yayımlanmıştır.
11- Ref'u'l-yedeyn fi'ş-şalât. Namazda rüküa varırken ve rükûdan kalkarken tekbir almanın sün¬net olduğuna dair olan eser, Urduca ter¬cümesiyle birlikte Kalküta'da (1256), Ten-vîrü'î-cayneyn bi-refoi'l-yedeyn ii'ş-şalât adıyla Delhi'de (1299), Hayrü'1-ke-îâm fil-kıra'ati halfe'1-imâm ile bir¬likte Kahire'de (1320) ve Ahmed eş-Şe-rîf tarafından Kurratül-'ayneyn bi-ref'i'l-yedeyn fi'ş-şalât adıyla Kuveyt'¬te (1983] basılmıştır.
12- Kitâbül-Kırâ'a-ü halfe'1-imâm. Ehl-i re'y'in görüşle¬rinin aksine farz namazlarda imamla be¬raber cemaatin de Kur'an okumasının gerekli olduğunu ileri süren eser, Hay-rü'1-keîâm fi'I-kirâati halfe'1-imâm adıyla ve Urduca tercümesiyle birlikte Delhi'de (1256), Kahire'de (1320) ve Bey¬rut'ta (1985) yayımlanmıştır.
Buhârî'nin bunlardan başka el-cAki-de [20][124], Ahbârü'ş-sıfât [21][125], Kaiâya'ş-sahabe ve't-tâbicîn, et-Tefsîrü'l-kebîr [22][126], Kitâbixl-cAtîk [23][127], el-Eşribe, el-Hibe, el-Vuh-dân [24][128], el-Mebsût, el-zİlel, el-Fe-vâ'id, el-İctisâm, Kitâbü Ashâbi'n-nebî [25][129], Esmâ'ü'ş-sahâbe, Kitaba'1-îmân [26][130], Birrü'l-vâlideyn, el-Câ-mi^u'ş-şağîr, el-Câmı'u'l-kebîr [27][131] bu eserden meydana getir¬diği düşünülebilir gibi eserleri bulundu¬ğu, hocalarının adlarını yazdığı bir Meş-yeha'sı olduğu eserlerindeki ifadelerin¬den ve kaynaklardan anlaşılmaktadır. Buhârî'nin üç râvi ile Hz. Peygamber'e ulaşan rivayetlerini ihtiva eden eş-Şüid-şiyyât daha sonraları tertip edilmiştir. Onun el-Câmicu'ş-şahîh'teki bazı "kitâb"ları önce müstakil olarak yazdığını, bunları daha sonra yeniden gözden geçirerek eserine birer bölüm olarak al¬dığını tahmin etmek güç değildir. Da¬ha çok et-Târîhu'1-kebîr'ûe görülen eş-Şahîh, el-Müsned, el-Müsnedü'l-ke¬bîr, el-Muhtaşar gibi kitap isimleriyle de el'Câmi'u'ş-şahîh'i kastetmiş ol¬malıdır.
Akaid'e Dair Görüşleri,
el-Cami’u'ş-şcthîh ile Halku ef'âti'l-'ibâd adlı ki¬taplarının incelenmesinden, ayrıca el-'Akide (et-Teahîd), Ahbârü'ş-şıîât, Ki-tâbü'1-îmân gibi akaide dair bazı eser¬ler telif etmesinden [28][135] anla¬şıldığına göre Buhârî, ünlü bir muhad-dis olmasının yanı sıra itikadî konular¬la da yakından ilgilenerek Selef inancı¬na aykırı görüşler ileri süren Cehmiy-ye, Mu'tezile, Havâric ve Şîa mezheple¬rini tenkit eden, böylece Ehl-i sünnet mezhebinin oluşumuna katkıda bulunan ilk Sünnî âlimlerdendir. Ana İslâmî ilim¬lere ilişkin özlü bilgiler ihtiva eden temel bir kaynak niteliğindeki el-Cami u's-şahifc'inde "Kitâbü't-Tevhîd" [29][136], "Kitâbü'l-Kader", "Kitâbü'l-Fiten", "Kitâbü'l-îmân", "Kitâbü Bed'i'1-halk" bölümlerine yer vererek bab başlıklarında ilgili âyetlerden başka, görüşlerini tercih ettiği ashap ve tabiînin açıklamalarını sı¬raladıktan sonra bu hususu hadislerle teyit etmesi; diğer "sünen" ve "cami"' türü hadis literatüründe yer almayan "Kitâbü't-Tevhîd"de sıfat, zât-sıfat iliş¬kisi, esmâ-i hüsnâ, tekvin-mükevven, meşîet-irade, rü'yetullah konularına, "Ki-tâbü'l-îmân"da imanın tarifi, unsurları, iman-amel ve iman-günah münasebe¬tine ilişkin konulara girmesi, onun akaid problemleriyle yakından İlgilendiğini açık¬ça göstermektedir.
Mihne devrinin yaşanmasına sebep olan Mu'tezile'nin ve dolayısıyla kelâm ilminin aleyhinde meydana gelen orta-mın tesiriyle olmalıdır ki hemen hemen bütün hadis âlimleri, Kur'an ve Sünnet'-te bulunmayan veya bunlarda yer almak¬la birlikte ayrıntılarına girilmemiş olan bir İtikadî meselenin münakaşa konusu haline getirilmesini bid'at telakki etmiş¬lerdir. Buna karşılık Buhârî, naslara ay¬kırı birtakım inançların ortaya çıkması halinde Kur'an ve Sünnefe uygun olan görüş ve inancın belirlenip savunulması maksadıyla itikadî problemlerin tartışıl¬masını gerekli görmüştür. Nitekim ya¬şadığı devirde nazik bir mesele haline gelen ve yaratılmış bir varlık olan insa¬na ait fiillerin bile kadîm kabul ediime-sini gerektirecek tarzda yoruma tâbi tu¬tulan '"mes'eletü'1-lafz" [30][137] konusunu hadis âlimlerinin şid¬detli muhalefetlerine rağmen münakaşa etmekten çekinmemiştir. [31][138] Ona göre bütün dinî konularda olduğu gibi akaid alanında da hadisler Kur'an'dan sonra ikinci kaynaktır ve müteşâbih âyet¬lerin gerçeğe uygun olarak te'vil edile¬bilmesi için hadislerden faydalanmak za¬ruridir. Mu'tezile'nin itikadî konularda hataya düşmesinin asıl sebebi hadislere itibar etmemesidir. Hadislerin bir kıs¬mını kabul edip bir kısmını reddetmek de neticede Kur'an'ı yanlış anlamaya gö¬türür.
Buhârî, genel çerçeve itibarîyle Selef akidesine bağlı olduğu ve kıyası kabul etmediği halde naslarda sınırları çizi¬len bir akıl yürütmeyi caiz görür. [32][139] Nitekim aklî dengesini kaybet¬miş bir sarhoşun sarfettiği sözlerin hu¬kukî bir değer taşımadığına hükmetme¬si de [33][140] onun akla verdiği de¬ğeri gösteren bir delil kabul edilmelidir. Özellikle Halku efzâli'l-c'ibâd adlı eserinde yaptığı nakillerden anlaşıldığına gö¬re akaid konularında Abdullah b. Müba¬rek, Abdurrahman b. Mehdî, Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Fudayl b. İyâz, Süfyân b. Uyeyne ve Nuaym b. Hammâd'ın gö¬rüşlerini benimseyerek onlardan etkilen¬miştir. Buhârî'nin akaide dair görüşleri¬ni şöylece özetlemek mümkündür:
l- İlâhî Sıfatlar. Zât-ı ilâhiyyenin isim¬leri, sıfatları ve fiilleri vardır. Zâtı gibi 0'ndan ayrılmayan isimleri, sıfatları ve fiilleri de kadîmdir. Bunların dışında ka¬lan her şey yaratılmış olduğundan zât, isim, sıfat ve fiil açısından O'na benze¬yen hiçbir varlık yoktur [34][141]. Zi¬ra Kur'ân-ı Kerîm'de Allah, zâtına (nefsi¬ne) "şey" kavramını nisbet etmiş [35][142], ilim, sem', basar, kudret, ira¬de, kelâm gibi sıfatlan bulunduğunu bil¬dirmiş [36][143], Hz. Peygamber ile ashabı da zât, isim ve sıfat kelime¬lerini kullanarak bunları Allah'a nisbet etmişlerdir. Allah'ın zâtından ayrılma¬yan (bâin olmayan) sıfatlarının bulunma¬sı O'nun yaratıklara benzetilmesini ge¬rektirmez; aksine bu sıfatların zâttan nefyedilmesi durumunda teşbih kaçınıl¬maz bir şekilde gerçekleşir. Zira bu tak¬dirde Allah görme, işitme, konuşma, ya¬ratma gibi üstün nitelikleri bulunmayan putlara ve diğer cansız varlıklara ben¬zetilmiş olur. İlâhî isimler yaratıkların isimleri gibi sonradan ortaya çıkmış de¬ğildir. Çünkü Hz. Peygamber bu isimler¬le Allah'a dua etmiş ve istiâzede bulun¬muştur. [37][144]
Kelâm Allah'a ait sıfatlardandır. Zira Kur'an'da ve hadislerde Allah'ın Hz. Mû¬sâ ile konuştuğu, Kur'ân-ı Kerîm'in de Allah kelâmı olduğu ve kelâmının niha¬yeti bulunmadığı bildirilmekte, âhiret-te de O'nun kullarıyla konuşacağı haber verilmektedir. O kendine has bir kelâm¬la konuşur, kelâmını yakında olana da uzakta olana da aynı şekilde duyurur, fakat onun konuşması başka hiçbir ko¬nuşmaya benzemez. Yaratıkların sesi ve kelâmı ise harflerden oluşmuştur. [38][145]
Kur'ân-ı Kerîm Allah kelâmı olup mah¬lûk değildir. Zira kelâm Allah'ın zâtından ayrılmayan bir sıfattır. Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu âyet ve hadislerle sabit¬tir, ashap ve tabiînin âlimleri de bu hu¬susta farklı bir görüş beyan etmemişterdir. Kur'an'ı okuma (lafzü'I-Kur'ân) ve yazmaya gelince bunlar kullara ait fiil¬lerdir. Çünkü muhtelif âyet ve hadisler¬de kulların Kur'an'ı okumalarından söz edilmekte ve bu fiil kendilerine nisbet edilmektedir. Ayrıca hadislerde Kur'an'ı yazmanın kulların fiillerinden olduğuna işaret edilmektedir. [39][146] Şüphe yok ki kulların kendileri gibi fiilleri de mah¬lûktur. Okuma ile yazma fiilleri okunan ve yazılandan ayrı şeyler olduğuna göre Kur'an'ı okuma ve yazma fiili de mah¬lûktur. Okunan ve yazılan şeyler ise (Al¬lah'ın zâtı ile kaim kelâm] mahlûk değil¬dir. Nitekim "Allah" lafzını söyleyen ve yazan insanın bu fiilleri mahlûktur, fa¬kat Allah (yazılan) mahlûk değildir. [40][147] İmam Buhârî'ye göre, "Kur'an'i telaffuz edişin de mahlûk olmadığı" şek¬linde taraftarlarınca Ahmed b. Hanbel'e atfedilen görüş onun bu husustaki ger¬çek kanaatini yansıtmaz. Çünkü bu riva¬yetler asılsızdır. Bu konuda âlimler ara¬sında Ahmed b. Hanbel'e ait olarak bili¬nen şey şundan ibarettir: Kur'an Allah kelâmıdır ve mahlûk değildir, diğer her şey mahlûktur [41][148]. Buhârî Ceh-miyye'nin, her şeyi Allah'ın yarattığını, "Allah'ın kelimesi" diye nitelendirilen Hz. îsâ'nm yaratılmış olduğunu ve Allah'tan "muhdes" âyetlerin geldiğini [42][149] söyleyerek "şey" ve aynı zamanda Allah kelâmı olan Kur'an'ın yaratılmış bulun¬duğunu ileri sürmesini de isabetsiz bul¬muştur. Çünkü ona göre Ebû Ubeyde'nin de belirttiği gibi Cehmiyye söz konusu âyetleri yanlış mânalandırmıştır. Allah her şeyi yaratmakla beraber bütün ya¬ratıkları "ol" (kün) kelâmıyla yaratmış¬tır. Şu halde bu söz yaratılmışlardan ön¬cedir ve kadîmdir: zira Allah'ın sıfatıdır. Hz. îsâ da "ol" kelimesiyle yaratıldığı için "Allah'ın kelimesi" diye nitelendirilmiş¬tir, yoksa gerçekten Allah'ın kelimesi değildir; dolayısıyla Hz. îsâ'nm mahlûk olması Allah'ın kelâmının mahlûk oldu¬ğu sonucunu doğurmaz. Ayrıca Arap di¬linde müennes (dişi) varlıklar için kulla¬nılan "kelime" lafzının erkek olan Hz. îsâ hakkında gerçek anlamda kullanılması dil kaideleri bakımından da imkânsız-dır. Üçüncü delil olarak Cehmiyye tara¬fından öne sürülen ve Kur'ân-ı Kerîm'-de âyetlerin bir sıfatı olarak zikredilen "muhdes" kelimesi de Kur'an'm yaratıl¬mış olduğu anlamında değil âyetlerin Hz. Peygamber'e ve kavmine sonradan nazil olduğu mânasındadır. [43][150]
Tekvin Allah'ın fiili ve aynı zamanda sıfatı olduğundan kadîmdir. Buhârî bu hususu açıklığa kavuşturmak için fiil. mef'ul, fail ile vasıf ve sıfat tabirlerini tahlil etmektedir. Fiil bir işi veya nes¬neyi meydana getirmek (İhdas), mef'ul meydana getirilen şey (hades), fail ise işi veya nesneyi meydana getirendir. Kur'¬ân-ı Kerîm'de Allah'ın gökleri, yeri ve aralarındaki her şeyi yarattığı belirtil¬mektedir. Gökler, yeryüzü ve diğer ya¬ratıklar "mef ul"dür. Failin fiili olmadan mef'ul meydana gelemez. Yaratmak (tek¬vin) Allah'ın fiili olup onunla nitelenmiş¬tir, mef'ul (mükevven) fiilden ve failden ayrı bir şey olup yaratılmıştır. Şu halde tekvin mükevvenden ayrıdır. Vasıf (nite¬leme) "Şu uzun bir adamdır" ifadesinde olduğu gibi konuşan birinin anlatımıdır. Bu sözde geçen "uzun" ise nitelenen ada¬mın sıfatıdır. Bunun gibi "Allah yaratıcı¬dır" denilince bunu söyleyen Allah'ı ya¬ratıcılıkla nitelemiş olur (vasıf), yaratıcı¬lık ise Allah'ın sıfatı olup vasfetme ola¬yından ayrı bir şeydir. Sonuç olarak ku¬lun sıfatı olan vasıf mahlûktur, buna kar¬şılık Allah'ın sıfatı olan yaratmak mah¬lûk değildir. [44][151]
Buhârî naslarda geçen yed, vech, nefs, ayn, istiva gibi kavramları Allah'ın sıfat¬lan kabul eder. Bunlardan vech mülk yani ilâhî saltanat, istiva ise Allah'ın ar¬şa yükselmesi anlamına gelir. Zira bu konuda ashabın açıklamaları mevcuttur. Diğerleri hususunda herhangi bir izah yapılmadığından mânalarını kavramak imkânsızdır. [45][152]
Allah'ın dünyada görülemeyeceği, âhi-rette ise sadece müminlerce görüleceği âyet ve hadislerle sabittir. [46][153]
2- Kader. İnsanlar sadece Allah tara¬fından haklarında önceden takdir edilip yazılan fiilleri yerine getirirler. Hidayet-dalâlet, saadet-şekavet, hatta akıllı ve aptal olmak dahil her şey kadere göre cereyan eder. Birçok âyet ve hadis bu-nu açıkça ifade etmektedir [47][154]. Kuliarın fiillerini yaratan Allah, bu fiilleri işleyen ve kazanan (iktisap eden) İse kullardır. Kul fiilinin yaratıcısı ola¬maz, çünkü bütün yaratıkları ve onların yaptıklarını yaratan Allah'tır. [48][155] Ni-tekim Kur'an'da insanların açıkça söyle¬diklerini veya kalplerinde sakladıklarını Allah'ın bildiğine, çünkü bunları O'nun yarattığına işaret edilmiştir [49][156]. Kul fiilinin yaratıcısı kabul edil¬diği takdirde Allah'a eş koşulmuş olur. [50][157] Mu1-tezile'nin. ilâhî fiillerin hadis olduğunu savunurken insanlara ait ihtiyari fiille¬rin kendi irade ve kudretlerinin eseri olup Allah tarafından yaratılmamış oi-duğunu iddia etmesi müslümanların as¬hap devrinden itibaren öğrendikleri bil¬gilere aykırı düşmektedir. [51][158]
3- Nübüvvet. Gaybdan haber vermek ve insanlara tabiat üstü bazı olaylar (mu¬cizeler) göstermek peygamberlik alâmet-lerindendir. Çünkü gaybı bilmek de ya¬ratmak da sadece Allah'a mahsustur. Hz. Peygamber'İn büyük fetihler yapı¬lacağını, müslümanlar arasında iç sa¬vaşların çıkacağını, Sâsânî ve Bizans im¬paratorluklarına son verileceğini, yahudilerin müslümanlar tarafından mağ¬lûp edileceğini önceden haber vermesi ve bunların aynen gerçekleşmesi onun peygamber olduğunu gösteren alâmet¬lerdendir. Yine onun, ayı parmağı ile iki parçaya ayırması (inşikâku'l-kamer), az miktardaki suyu çok sayıda insanın ih¬tiyacına cevap verecek şekilde arttırma¬sı, bir ekmek parçasını yetmiş kişiyi do¬yuracak ölçüde çoğaltması, yağmur fır¬tınasını dua ile durdurması, üzerinde hi¬tabette bulunduğu hurma kütüğünün inlemesi gibi tabiat üstü hadiseler gös¬termesi peygamber olduğunun diğer bazı alâmetleridir. [52][159]
4- Ahiret Halleri. Başta kıyamet alâmet¬leri olmak üzere kabir azabı veya nime¬ti, haşir, hesap, mîzan, sırat, cennet ve cehennem haktır ve bunlara iman et¬mek farzdır. Kur'an'da cennet nimet¬lerinin hiçbir zaman tükenmeyeceği ve sürekli olarak devam edeceği [53][160] açıklandığı halde Ceh¬miyye cennetin eninde sonunda yok ola¬cağını iddia etmiştir ki bu iman kavra¬mıyla bağdaşamayacak bir görüştür. [54][161]
5- İman ve Günah. İman kalpteki inan-cı dil ile ifade edip gereğini yerine ge¬tirmekten ibarettir. İlâhî buyrukları ye-rine getirmekle artar, isyanla azalır. Zi¬ra Kur'ân-ı Kerîm'de imanın kalbî bir fiil olduğuna işaret edilerek cennetin amellerle kazanılacağı belirtilmiştir [55][162]. Hadislerde de iman amel olarak nitelen¬dirilerek her amelin niyetle (kalpte oluşmasıyla) gerçekleştiği ima edilmiş, ayrı¬ca namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, cihad yapmak gibi fiillerin iman¬dan olduğu açıklanmıştır. Bu sebeple iman Mürcie'nin iddia ettiği gibi sadece kalbin tasdikinden, Cehmiyye'nin öne sürdüğü gibi kalpte meydana gelen bil¬giden, Kerrâmiyye'nin zannettiği gibi dil ile ifade etmekten ibaret değildir. Kâ¬mil iman "tasdik", "ikrar" ve "amel" un¬surlarını yerine getirmekle gerçekleşir. Bununla birlikte ilâhî buyruklara isyan ederek günah işleyen kimse kâfir ol¬maz, sadece imanı eksik olan günahkâr bir mümin haline gelir. Çünkü âyetler¬de isyan edenlerden mümin diye söz ediierek şirkin dışındaki günahların at¬fedilebileceği bildirilmiştir. [56][163] Hadislerde de iman edenlerin eninde sonunda cenne¬te girecekleri, günah işleyenlerin de nan-körlük veya cehalet içinde bulundukiarı haber verilmiştir [57][164]; ancak büyük gü¬nah işleyen kimse fâsık olur, Ehl-i kitap'-tan ve Mecûsîler'den daha sapık inanç¬ları benimseyen Cehmiyye'nin ise tekfir edilmesi gerekir. Bu fırkayı tekfir etme¬mek İslâm akaidini bilmemek demektir.
Görüldüğü gibi Buhârî akaid ve kelâm ilminin temel problemlerinden ilahiyat, nübüvvet ve âhiret konularını naslardan hareketle belirlemeye çalışmış, Ebü Ha-nîfe, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'den son¬ra Ehl-i sünnet akaidine ilişkin esasla¬rın çerçevesini çizip savunan âlimler ara¬sına girmiştir. Onun özellikle ilahiyat ve nübüvvet konularında yaptığı özlü açık¬lamalar dikkat çekicidir. Zât. isim, sıfat ve fiil ayırımı yaparak sıfatlarla birlikte ilâhî isim ve fiillerin zâttan ayrılmadığı¬na, yani bunların zâtla kaim ve dolayısıy¬la kadîm olduğuna işaret etmesi, "tek¬vin" ve "mükewen"in birbirinden ayrı şeyler olup tekvinin kadîm, mükevvenin mahlûk olduğuna dikkati çekmesi, kul¬ların fiilleri, kader, kelâm sıfatı, halku'l-Kur'ân, rü'yetullah konularını nasları in¬ce tahlillere tâbi tutmak suretiyle delil-lendirmesi, Ehl-i sünnet ilnvi kelâmının erken dönem ürünlerinden kabul edil¬melidir. Nübüvvetin ispatını daha sonra kelâmcılarca "haberi" ve "hissi" mucize¬ler diye adlandırılan iki grup delile da¬yandırması, mucize kavramına ve nübüv¬vetin delillerine ilişkin çekirdek bilgiler sayılabilecek mahiyettedir. Âhiret halle¬rinden kabir azabı veya nimetinin mev¬cudiyeti, cennet ve cehennemin elan ya¬ratılmış olduğu üzerinde durması da kayda değer hususlardandır. Onun. imanın artıp eksileceğini kabul etmesine karşı¬lık büyük günah işleyeni tekfir etmeme¬si, ameli imanın aslından değil kema¬linden bir cüz saymasına bağlanmalıdır. İman konusunu işlerken amel üzerinde ısrarla durması da Mürcie, Cehmiyye ve Kerrâmiyye akımlarını reddetmeye yö¬nelik olmalıdır.
Buhârrnin kelâm problemleri içinde en çok meşgul olduğu ve etrafında çe¬şitli spekülasyonların meydana geldiği asıl konu halku'I-Kur'ân meselesidir. Onun bu husustaki görüşü eserlerinde açık seçik bir şekilde işlenmesine rağ-men [58][165] bazı kaynaklarda iki zıt gö¬rüş haksız olarak kendisine nisbet edil¬miştir. Bunların birincisinde BuhârTnin Kur'an'in mahlûk olduğuna, ikincisinde ise yazılması ve okunması dahil hiçbir şeyi ile mahlûk olmadığına inandığı öne sürülmüştür [59][166], Halbuki bu iddia¬lar Buhârf nin kendi eserlerinde yer alan görüşlerine uymadığı gibi âlimler ara¬sında ona ait olarak bilinen yaygın gö¬rüşlere de aykırıdır. Nitekim Zehebî, Süb-kT, İbn Hacer. Aynî gibi meşhur âlimler Buhârî'nin, "Kur'an Allah kelâmı olup mahlûk değildir, kulların fiilleri ise mah¬lûktur, Kur'an'ı okuma da kulların fiilie-rindendir" demiş olduğunu kaydederler. [60][167] Öyle görü¬nüyor ki Kur'an'ı okumanın dahi mahlûk olmadığını iddia eden bazı Hanbelîler Bu¬hârî gibi büyük bir otoriteyi kendi saf¬larında göstermek istemişler ve ona ait olan, "Ben. Kur'an'ı okuyuşum mahlûk¬tur demedim, kulların fiilleri mahlûktur dedim" sözünün ikinci cümlesini atıp sa¬dece birinci cümlesini nakletmek sure¬tiyle gerçek görüşünü tahrif etmişler¬dir. Buhârrnin, "Ben, Kur'an'ı okuyuşum mahlûktur demedim" tarzında bir be¬yanda bulunması ise mazur görülmeli¬dir. Çünkü onun, devrin nazik meselesi haline gelen halku'l-Kur'ân konusunda¬ki görüşünden dolayı yaşadığı bölgeden ayrılmaya mecbur bırakıldığı bilinmek¬tedir. Bu sebeple üstü kapalı ifadeler kullanması ve, "Ben sadece kulların fiil¬lerinin mahlûk olduğunu söylüyorum, kim benden bundan başkasını nakleder¬se yalancıdır" demesini normal karşıla¬mak gerekir. Ona atfedilen diğer görü¬şün durumu da aynı mahiyettedir. Muh¬temelen bazı hadisçilerle (Muhammed b. Yahya ez-Zühîrye uyanlar) bir kısım Han-beliler, Buhârrnin "Kur'an'ı okuma ve yazma filleri mahlûktur" şeklindeki görüşünü tahrif etmişler ve onun Allah ke¬lâmı olan Kur'an'ın mahlûk olduğuna inandığını ileri sürmüşlerdir.
Buhâri'nin halku'l-Kur'ân konusunda¬ki görüşü, diğer hususlarda olduğu gi¬bi, daha sonra Ehl-i sünnefe ait "kelâm-ı lafzı" ve "kelâm-ı nefsî" ayırımına ön¬cülük etmiş, mantıkî temelden yoksun olan Hanbelî görüşünün zayıflamasında etkili olmuştur. Nitekim Buhârî'nin çağ¬daşı olan Müslim b. Haccâc ve İbn Ku-teybe gibi ünlü hadis âlimleri onun gö¬rüşünü benimsemişlerdir. [61][168] Buhârî, tekvin sıfatı, büyük gü¬nah işleyenlerin tekfir edilemeyeceği ve imanla İslâm'ın aynı şey olduğu husu¬sunda Ebû Hanîfe'ye, imanın artıp eksi-lebileceği konusunda Ahmed b. Hanbel'e uymuştur. Ayrıca onun sıfatların ispatı ve Cehmiyye'nin tenkidi noktalarında Ahmed b. Hanbel'den faydalandığını söy¬lemek mümkündür; her ikisinin kullan¬dığı delillerin benzerlik arzetmesi bunu teyit etmektedir. Allah'ın arşın üstünde istivası ve imanın artıp eksilmesi mese¬lelerinde ise itikadı konuların çoğunda öncülük yaptığı Mâtüridiyye ile Eş'ariy-ye kelâmcılarından farklı düşünmüştür.
Fıkıh İlmindeki Yeri.
Büyük bir hadis imamı olarak şöhret bulan Buhârî aynı zamanda bir fakihtir. Ancak hadis ilmin¬deki yüksek seviyesi sebebiyle bu yönü İkinci planda kalmiştır. Hayatı ve ilmî şahsiyetinden bahseden tabakat kitap¬larında kendisinin "fakihlerin efendisi", "bu ümmetin fakihi" ve "Allah'ın yarat¬tığı kullar içerisinde en fakih olanı" diye nitelendirildiği nakledilir. Bazı müellif¬ler ise mukayese yolu ile bir değerlen¬dirme yaparak Buhârî'yi, hocaları Ah-med b. Hanbel ve İshak b. Râhûye'den daha fakih sayarlar. [62][171] İbn Kuteybe de kendisine fetva soran bir adamı Buhârfye gönde¬rirken ona, "İşte Ahmed b. Hanbe!, İb-nü'1-Medînî ve İshak b. Râhûye, Allah bu üçünü de sana gönderdi" diyerek Bu-hârî'ye danışmakla bu üç âlime danış¬mış sayılacağına işaret etmiş, onun fı¬kıh ilmindeki bilgi ve kabiliyetinin sevi¬yesini dile getirmiştir. [63][172]
Buhârî fıkıh ilmindeki bu üstün mev¬kii sebebiyle dört mezhebin mensupları tarafından sahiplenilmiştir. Hanbelî fa-kihlerinden İbn Ebû Ya'lâ onu Hanbelî fakihlerin birinci tabakasından, Tâced-din es-Sübkî ise Şafiî fakihlerin ikinci tabakasından saymaktadır. Abdullah b. Yûsuf, Saîd b. Anber ve İbn Bükeyr'den el-Muvatta rivayet ettiği için Buhârî Mâlikîler'ce kendi mezheplerine mensup kabul edildiği gibi, Hanefî fakihi İshak b. Râhûye'den ders almış olması sebebiy¬le de Hanefîler tarafından kendi mez¬heplerine bağlı olduğu ileri sürülmüştür. Ancak onun birçok meselede imam Şa¬fiî'ye muvafakat etmesi, Şafiî mezhebi¬ne mensup olarak şöhret bulmasına se¬bep olmuştur. Fakat Keşmîrî ile bir grup hadis ve fıkıh âlimine göre Buhârî ne bel¬li bir mezhebe intisap eden mukallid, ne de herhangi bir mezhebin sınırları için¬de ictihadda bulunan "mezhepte müc-tehid"dir. Eğer fıkıh "şer'î-amelî hüküm¬leri tafsiiî delillerinden istinbat ederek bilmek" ise Buhârî bu tarife göre tam bir fakih ve bir "mutlak müctehid'dir. Zira Kitap ve Sünnet'e en geniş çerçe¬vede vâkıf olmuş ve hükümleri doğru¬dan o kaynaklardan elde etmiştir. Saha¬be, tabiîn ve daha sonra gelen mücte-hid imamların görüşlerine vâkıf olması da onu bu hususta daha güçlü kılmıştır. el-Câmizu'ş-şahîh"m<ieki bab başlıkla¬rını tesbit ederken herhangi bir mezhebe bağlı kalmamış, yalnızca naklettiği nasları dikkate alarak hüküm çıkarmış¬tır. Ayrıca Ebû Hanîfe'ye muvafakat et¬tiği yerler, Şafiî'ye muvafakat ettikle¬rinden daha az değildir. [64][173] Meselâ Buhârî, abdesti sadece iki çıkış mahallinden çıkan şeylerin bozduğunu kabul ederek tenasül organına veya ka¬dına dokunmak sebebiyle abdest alma¬nın vacip olmadığını söylemiş [65][174], böylece Ebû Hanîfe'ye mu¬vafakat ederken Şafiî'den ayrılmıştır. Bu¬na karşılık başkasının cariyesini gaspe-denle İlgili olarak verdiği hükümle Ebû Hanîfe'nin kanaatine ters düşmüştür. [66][175] Öte yandan İbrahim en-Nehafden hayız-lı kadının, İbn Abbas'tan da cünüp kim¬senin Kur'an okumasında bir mahzur ol-madığını naklederken cünübün kıraati¬ne cevaz vermekte ve bu fetvasıyla da fakihlerin büyük çoğunluğuna muhale¬fet etmektedir [67][176]. Şu kadar var ki ŞâfiFde görüldüğü üzere delillerden ahkâm çıkarmak için esas teşkil edecek herhangi bir usul kaidesi Buhârî'den nakledilmemiştir. Bu noktadan hareket¬le onun mutlak müctehid değil ancak mezhepte müctehid olduğunu söylemek ilk bakışta mümkün gibi görünürse de aslında doğru değildir. Çünkü bu ölçü doğru kabul edilecek olursa, Takıyyüd-din Abdülganrnin de belirttiği gibi, İmam Mâlik ile Ebû Hanîfe'nin de mutlak müc¬tehid sayılmaması gerekir. [68][177]
Bütün âlimler. Buhârrnin telif ettiği eserler ve verdiği fetvalar yoluyla büyük bir fıkhı miras bıraktığı hususunda itti-fak etmişlerdir. Söz konusu eserleri için¬de en önde gelenin el-Câmicu'ş-şahîh olduğu bilinmektedir. Bu eser başlı ba-şına bir fıkıh ve fetva hazinesi olarak ni¬telendirilmektedir. Özellikle Buhârî ta¬rafından konulan bab başlıkları fıkhî gö¬rüşlerini yansıtması bakımından apayrı bir önem taşır. Bu sebeple, "Buhârî'nin fıkhı bab başlıklarındadır" denilmiştir.
İbn Hacer'in tesbit ve değerlendirme¬sine göre Buhârî, Şahîh'müe fıkhî bilgi ve inceliklerin bulunmasına özen gös-termiş, bundan dolayı rivayet ettiği nas-lardan birçok hüküm çıkarmış ve bu hükümleri ilgili kitabın (ana bölümün) muhtelif babları arasına uygun bir şe¬kilde serpiştirmiştir. Bunu yaparken ge¬rekli yerlerde ahkâm âyetlerini zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Aslında el-Câmi'u'ş-şahîh'] telif ederken Buhâ¬rrnin takip ettiği hedef, koyduğu pren-sipler çerçevesinde hadis nakletmenin yanında bunlardan ve ilgili âyetlerden hükümler çıkarmak olmuştu. Bu sebep¬ledir ki birçok babda rivayet ettiği ha¬dislerin isnadını başka yerde vermiş ol¬duğundan tekrar kaydetmeyerek yal¬nızca Hz. Peygamber'den nakilde bulu¬nan kimsenin adını ve hadisin ilgili kıs¬mını zikretmekle yetinmiştir. Bu ve ben¬zeri durumlarda Buhârî'nin esas amacı, bab başlığı olarak ele aldığı mesele için bir delil getirmek olmuş ve zaten ma¬lum olan bu hadislere yalnızca işarette bulunmakla yetinmiştir. Bazan bir bab¬da sadece bir hadis kaydedilmesinin, ba¬zan da konu ile ilgili olarak hadis bulun¬mayıp onun yerine bir Kur'an âyeti zik¬redilmesinin sebebi budur. [69][178] Böyle durumlar¬da Buhârî'nin, bab başlığı şeklinde orta¬ya koyduğu hükmün delilinin hadis de-ğil Kur'an olduğunu belirtmek istediği anlaşılmaktadır. Hatta bazan da bab başlığının altında hiçbir şey kaydedilme¬miştir. [70][179]
Buhârînin eI-Câmicu.'ş-şahîh"]ne koy¬duğu bab başlıklarının hem muhaddis-ler hem de fakihler için taşıdiğı önem dolayısıyla bu eser üzerine yapılan şerh¬lerde konu itina ile işlendiği gibi aynı mevzuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. İbn Hacer el-Askalânî'ye ait Fethul-bârî ile onun mukaddimesi ma¬hiyetinde olan Hedyü's-sâri bu husus¬ta ilk hatırlanacak kaynaklardır. Hadis ve fıkıh alanında otorite kabul edilen Ha¬nefi âlimi Bedreddin el-Aynî'ye ait cüm-detü'İ-karî'de ise özellikle bab başlık¬ları ile ilgili fıkhî konular derinlemesine incelenmiş, gerekli yerlerde birçok me¬sele tartışmaya açılmıştır. Şehâbeddin el-Kastailânî İrşâdü's-sârî adlı şerhinde, Muhammed Enver el-Keşmîrî de Feyzü'l-bâri'öe aynı metodu takip etmişlerdir. [71][180]
İbn Hacer'e göre Buhârî'nin fıkıh ala¬nındaki kudreti sadece bab başlıkların¬da değil aynı zamanda babların düzen-lenmesinde de görülmektedir. Hocası Ebû Hafs Ömer b. Raslân el-Bulkinî'nin bu konudaki görüşierini nakleden İbn Hacer [72][181], bu üs¬lûp ve metottan etkilenmiş olarak Fethu'î-bârî'üe benzeri değerlendirmeleri ihmal etmemiştir. Meselâ "Kitâbü'ş-şa-lâfın başlangıcında sözü edilen tertip ve tanzimin fıkhı cephesi hakkında ileri sürdüğü mütalaalar dikkate değer. [73][182]
Buhârî, diğer imamların hüküm çıkar¬dığı şer'î kaynaklardan faydalanmakla birlikte onun genelde takip ettiği me-tot, hadisleri ihtiva ettikleri fıkhî hüküm¬leri esas almak suretiyle bablara ayır¬mak, bu bablarda yer alan meseleleri Kur'an, hadis ve sahabe fetvalarına da¬yandırmaktır. Bazı araştırmacılara göre bu metodun belli başlı üç özelliği vardır.
1- Fıkhı hükme temel teşkil eden esas kaynağın sıhhatine güven duymak;
2- Sahabe ve tabiîn tarafından varılan ya da onlar tarafından teyit edilen hükmün doğruluğuna inanmak;
3- Ehliyetli bir fakihin önüne bir hükmün âyet ve ha¬disle ilgisi hususunda yeni ufuklar aç¬mak.
Buhârî sadece kendi görüşünü zikret¬mekle yetinmemiş, bazı durumlarda mu¬halif görüşleri de kaydetmiş ve onlarla tartışmaya girmekten çekinmemiştir. Bu durumlarda karşı görüşü savunan kişi veya mezhebin adını anmak yerine "ba¬zı insanlar, insanlardan biri" tabirini kul¬lanmıştır. Bu şekilde varit olan itirazla¬rın birçoğu Ebû Hanîfe'ye yönelik oldu¬ğu için Hanefi mezhebi mensupları bu tabiri, imamlarının lâyık olduğu maka¬ma yakışmayan bir ifade olarak değer¬lendirmişler, hatta bu konuyu ciddi bir mesele gibi ele alan bir grup Hintli Ha¬nefî âlimi Ba 'iu'n-nûs fî def'il-vesvâs [74][183] adıyla bir kitap telif etmiş¬tir. Söz konusu eser, Buhârî'nin Ebû Ha¬nîfe'ye yönelttiği itirazlara verilmiş ce¬vaplar mahiyetindedir. Bu konuda kale¬me alınan diğer bir kitap da Keşfül-il-Übâs Qammâ evredehü'î - Buhârî calâ boczi'n-nds'tır. Daha sonra Mevlânâ Mu-hammed Nezîr Hüseyin ed-Dihlevî bu ki¬taba cevap vermek ve dolayısıyla Buhâ-rî'yi savunmak maksadıyla Ref'u'J-Uti-bâs can ba'ii'n-nâs adını verdiği bir eser kaleme almıştır. [75][184] Hü¬seynî Abdülmecid Hâşim de kaynaklar¬da son derece nâzik ve saygılı bir kişi ol¬duğu kaydedilen Buhârî'nin söz konusu tabirinin Hanefî âlimlerin zannettiği gi¬bi bir anlam taşımayıp tam aksine Ebû Hanîfe'ye saygıyı ifade ettiğini ileri sür¬mektedir.