Servet Somuncuoğlu’nun Türkoloji’ye Attığı İmza
Dr. Mustafa AKSOY 01 Ocak 1970
"Karlı Dağlardaki Sır" adlı Türk tarihi açısından çok önemli belgeselinin yapımcısı ve Kosova’da beraber saha araştırması yaptığımız arkadaşım Servet Somuncuoğlu, hepimizin göğsünü kabartan bir ödül kazandı. Otuz yıldır kurumsal olarak devam eden Türkiye’nin tek ödüllendirmesi olan "İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Ödülleri"nden, "Sosyal Bilimler Araştırma Dalı"nda, "Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler" kitabı ile 2008 yılı ödülünü almaya layık görülmüştür. 30 yıllık ödül geçmişine baktığımızda "bu bir ilktir ve devamı gelecektir" demekten kendimi alamadım. Sevinmemek, mutlu olmamak, gurur duymamak mümkün değil. Bu nedenle arkadaşım Servet Somuncuoğlu’nu yürekten bir kere daha kutluyorum…
2007 yılı 7 Aralık’ta yayınlanmaya başlanan "Karlı Dağlardaki Sır" programının, 28 Aralık 2007 tarihinde yayınlanan 4. bölümünde Ordu–Mesudiye, Esatlı Köyü Kaya Resmi alanındaki "Göktürk Harfli" yazıtı tespit ederek kamuoyu ile paylaştı. TRT tarafından yayınlanan "Karlı Dağlardaki Sır" adlı belgeselde, "bu alan araştırmacıları bekliyor" diyor Somuncuoğlu, yine Ordu–Mesudiye, Esatlı Köyü’nde, Göktürk harfli, yani eski Türklerin kullandığı, bilimde bilinen adıyla "Runik Türk Alfabesi" diye de tanımlanan alfabe ile yazılmış 2. yazıtı Mayıs 2008 tarihinde tespit etmiştir.
Somuncuğlu, "Başkent Üniversitesi ile Türk Dil Kurumu"nun düzenlediği "I. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu (20–21 Kasım 2008)’nda "Uzaklardan Yakınlara Türkçe’nin Taşlardaki İzleri" adını taşıyan bildirisiyle Türk tarihi, özellikle Türklerin Anadolu’ya ne zaman geldikleri konusundaki tartışmalara açıklık getirecek ve Türkoloji konusunda çalışanları şaşkına döndürecek çok önemli olan bir belgeyi bilim alemine sundu.
Bu belge Ankara–Güdül Salihler Köyü’ndeki Kaya Resmi alanında tespit edilmiş olup, üzerindeki damgalar Ordu–Mesudiye, Esatlı Köyü’ndeki ve "Orhun Abideleri"ndekinin aynısı. Yani tarihi Türk Alfabesi ile yazılmış satırlardan ibaret olup, hepimizi şakını çevirdi. Bu tarihi kaya resmi Ankara şehir merkezine 80 km. uzaktan yıllarca Türkologları beklemiş. Ancak akademisyenler açısından çok acıda olsa (gerçi bir çoğunun umurunda bile değil) onu bulmak ve bilim alemine kazandırmak Somuncuoğlu nasip olmuştur.
Bu vesika karşısında herkes heyecanlanıp konuşmasından sonra Somuncuoğlu’nun etrafında bir yumak oluşturarak bilgi almaya çalıştılar. Özellikle üniversitede dersine giren lisan hocası Prof. Dr. Gönül Ayhan’ın Somuncuoğlu’nu tebrik edişi görülmeye değerdi. Fakat emekli olan bir Türkolog hocamız, Somuncuoğlu’nun konuşmasına ve tespitine ilgi duyamadığı gibi kaya resmi üzerindeki damgaları okumaya dahi çalışmadan, konu hakkında önceden çalışanların (yani aslında kendisinin) adının zikredilmediğinden çok rahatsız oldu. Çünkü söz konusu hocamız tartışma bölümünde arkadaşımıza tebrik dahi etmeden, "gençler kendilerinden önce yapılanları yok sayıyor, onların isimlerini ifade etmiyorlar" diyerek arkadaşımızın konuşmasını eleştirmeye başladı. Sonra da kendisinin konu hakkında yıllardan beri çalıştığını anlattı. (Bu konuda ayrı bir yazı yazacağım, ancak burada kısaca şunları ifade etmede fayda var.)
Sempozyumlarda konu hakkında çalışanların isimlerini sunmak diye bir şart yoktur. Eğer öyle olsaydı o zaman bazı bildirilerin sunulması için gereken zamanın herhalde en azından bir saat olması gerekirdi. Diğer yandan öyle bir şart olsaydı, herhalde Somuncuoğlu yine Sayın Türkolog hocamızın ismini ifade itemeyecekti. Çünkü söz konusu olan hocamızın kaya resimleri hakkında sahada yapmış olduğu bir tane çalışması olmadığı gibi "Orhun’dan Anadolu’ya Türk Damgaları" adlı eseri de güzel bir derleme olmaktan başka özelliğe sahip değildir. Yani söz konusu eserin özgünlüğü yoktur.
Somuncuoğlu söz konusu sempozyumda konuşmasına şöyle başladı: "Karlı Dağlardaki Sır" programı’nın yayınlanmasından sonra Anadolu’nun muhtelif yerlerinden, ’bizim burada da bunlardan var’ diye haberler geldi. Birçoğunda bir şey yoktu ama Ankara–Güdül Salihler Köyü’nden Cemil Söylemezoğlu’nun verdiği bilgi, diğer bütün alanların yorgunluklarını unutturdu. Alanda, kaya resmi –yazıt– kurgan yani eski Türk anıt mezarları hep bir arada yer alıyordu. İşte bilim dünyasına ilk olarak burada açıklıyorum… Size sunduğum kayalardaki yazıtlar eski Türk yazıtları konusunda bütün dünyanın otorite kabul ettiği Prof. Dr. Dimitry Vasilyev tarafından "Yüzde yüz Türk Runik harfli yazıtlar" sözü ile tescillendi. Ben bunları bilim kamuoyuna sunuyorum. Bundan sonrası Türk yazıtlarını okuma konusunda uzman olduğunu söyleyen akademisyenlere kaldı".
Türk tarihi ve Türkoloji açısından son derece önemli olan bu belgelerin arkadaşım Servet Somuncuoğlu tarafından tespit edilmesi benim içinde bir sevinç kaynağıdır. Bu nedenle Somuncuoğlu’nu bir kere daha yürekten kutluyorum. Umarım bu ve benzeri belgeler ışığında Türk tarihi yeniden değerlendirilir, hatta yazılmaya başlanır.
Bu yazıtlar, Anadolu’daki Türk tarihi konusundaki birçok tartışmaya farklı boyutlar getirecektir. Özellikle "1071" tarihinin bu belgelerden sonra yeniden değerlendirilmesini gerekecektir. Aslında Türklerin Anadolu’daki izlerine Herodotos’ta işaret etmiştir. Ona göre Anadolu’da görülen İskitler, Kımız içiyordu ve İskitlerin akrabası olan Masaget’lerde Tomris bayan adı vardı. Rus bilim adamlarına göre de İskitlerin ilk yerleşim yeri Altaylardır. Hazar’ın doğusunda yani Kazakistan’ın tarihi Mangışlak şehrinde ve Hakasya’nın Uybat bölgesindeki tarihi İskit mezarlığında bizde saha araştırmaları yapmıştık.
1071’de Türklerin nüfus olarak daha yoğun geldikleri ve Anadolu’yu Türkleştirdikleri tarihi kayıtlarda mevcuttur. Fakat 1071’de gelenler asla "tesadüfen" ve "rüzgârın önündeki yaprak" gibi gelmediler Anadolu’ya. Kendilerinden öncesinden bu topraklara göç etmiş, burada yaşayan akrabalarının yanına gelmişlerdir. "Karlı Dağlardaki Sır" belgeselinin 4. bölümünden hatırladığımız, Hakkari–Yüksekova Gevaruk Yaylası kaya resimleri ve Yüksekova’daki koçbaşlı mezar taşarı yukarıdaki ifademizin belgesidir.
Somuncuoğlu’nun bir başka çarpıcı tespitini daha aktarmak istiyorum; "Türk tarihi, bugün tanımlandığı gibi asla bir "göçebe ve göçebelik" tarihi değildir. Türk tarihinin temel itici gücü, "dolma–taşma"ya dayanır. Altay dağlarındaki çanaklarda, nüfus yoğunluğu arttıkça bu çanaklardan meydana gelen taşmalar, tarihi yapan