İkinci bin yılın müceddidi: İmam-ı Rabbâni
CIHAN YENILMEZ 01 Ocak 1970
17. yüzyılın büyük âlimlerinden İmam-ı Rabbâni, ömrünü İslamiyet’in Kur’an ve sünnet çizgisinde yorumlanması ve toplumun hurafelerden arındırılmasına vakfeder. Hapsi göze alır, ama mücadelesinden vazgeçmez. Böylece toplumun tasavvuf anlayışını yeniler.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” buyurur. Her koşulda ümmetini düşünen Fahr-i Kainat Efendimiz böylece kendisinden sonra yaşanacak hadiselerde toplumu bid’atlere karşı koruyacak, İslam’a karşı yapılacak saldırılarda dini savunacak, karşılaşılacak yeni sorunlarda çözümler sunacak kişilerin bulunacağını müjdeler. İslâm dünyasının zor zamanlarında toplumu yeniden hizaya getiren isimlerden biri de ‘ikinci bin yılın müceddidi’ olarak bilinen İmam-ı Rabbâni Hazretleri’dir.
İmam-ı Rabbâni Ahmed-i Fârûkî Hazretleri, hicri 971 senesinde (26 Mayıs 1564) Hindistan’ın Serhend kasabasında dünyaya gelir. Bu mümtaz insanın soyu, Hz. Ömer’e dayandığı için ‘Fârûkî’ olarak da anılır. Kâdirî şeyhlerinden olan babası Abdülehad Hazretleri’nden ilk eğitimini alır. Hafızlık eğitimini de babası verir. Eğitimini geliştirmek için çeşitli şehirlere gider ve önemli isimlerinden dersler alır.
İlmî faaliyetlerine devam ettiği sırada babasının vefatı üzerine onun yürüttüğü irşad vazifelerini kendisi üstlenir. Hacca gitmek üzere yola çıktığında Delhi şehrinde Nakşibendî şeyhi Muhammed Bâkî Billah’ı ziyaret eder. Bâkî Billâh, İmam-ı Rabbâni’yi görünce ondaki yüksek kabiliyeti sezer ve kendi tekkesinde kalmasını ister. Bu teklifi kabul eden İmam-ı Rabbâni, böylece Nakşibendî tarikatına intisab eder. İki buçuk ay kadar Bâkî Billâh’ın yanında kaldır. Memleketine döndükten sonra şeyhiyle irtibatını koparmaz. Sürekli mektuplaşırlar. Bâkî Billâh İmam-ı Rabbâni’ye icazet verir ve talebelerinin büyük kısmını ona emanet eder.
SAPIK DÜŞÜNCELERLE, İLMİYLE MÜCADELE EDER
İmam-ı Rabbâni’nin yaşadığı dönemde dinî ve içtimaî hayat, çalkantılıdır. Hindistan’a o dönemde Ekber Şah hükmediyordur. Aslen Müslüman olmasına rağmen Ekber Şah, Hindulara daha fazla ilgi göstermeye başlar. Bununla da kalmayıp ‘Dîn-i İlâhî’ adıyla yeni bir din ortaya atar. Bu dine göre Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) gelişinin üstünden bin yıl geçmiş ve İslamiyet tabiî ömrünü tamamlamıştır. Bu yeni dinde Güneş’e tapılır, reenkarnasyona inanılır, domuz eti helâl sayılır. Ekber Şah, kendisine saygı secdesi yaptırır, yogilere de özel ilgi gösterir. Bazı yerlerde cami ve mescidler yıkılarak Hindular için mabetler bile inşa edilir.
İmam-ı Rabbâni Hazretleri, bütün gayretini bu sapık düşünceyle mücadeleye verir. Müslümanları bu yeni dalâlet cereyanına karşı uyarır, aynı zamanda İslam’ı hurafe ve bid’atlerden arındırarak ehl-i sünnet çizgisine çekmeye çalışır. Yazdığı eserler ve mektuplarla Müslüman halkı ve idarecileri İslamî kurallara bağlı kalmaya çağırır. Devletin her kademesindeki bürokratlarla sohbet eder. Mektuplar yazarak onları hakikate çağırır. Bu arada ülkede oluşmaya başlayan Şiî varlığına ve onların propagandalarına karşı da mücadele eder. ‘Risâle-i Redd-i Şia’ adlı eserini bu vesileyle kaleme alır.
Ekber Şah 1605 senesinde ölünce oğlu Cihangîr tahta geçer. Babasından daha ilimli bir çizgi izlese de Cihangîr de zamanla, Müslümanlara yönelik haksızlıklar yapmaya başlar. İmam-ı Rabbani’yi kendisi için hedef görür ve onun çalışmalarından rahatsızlık duyar. Cihangîr 1619 senesinde İmam-ı Rabbâni’yi başkent Agra’ya çağırır. On yıl önce hocasına yazmış olduğu bir mektupta geçen tasavvufî ifadeleri bahane ederek onu sorguya çeker. Sorgunun ardından da yine aynı bahaneyle ‘ikinci bin yılın mücedididini’ Govâliyâr Kalesi’ne hapseder.
İmam-ı Rabbâni’nin hapsedilmesi onun talebelerini rahatsız eder. Onu kurtarmak için her an padişaha zarar verebileceklerini söylerler. Ancak fitnenin hiçbir çeşidine geçit vermeyen Büyük İmam, “Padişaha kötülük etmek, ülkeye kötülük etmektir.” diyerek müridlerinin bu ısrarlı taleplerini reddeder. Cihangîr, İmam-ı Rabbâni’yi daha fazla hapiste tutmayı göze alamaz ve kendi gözetiminde kalması şartıyla serbest bırakır. Gittiği bazı gezilere İmamı da götürerek hem halkın sempatisini kazanmaya hem de İmam-ı Rabbâni’yi kontrol altında tutmaya çalışır. İmam, dört yıl hayatını bu şekilde sürdürür. Ancak irşad vazifesine de devam eder. Yaptığı sohbetlerle padişahın daha dindar bir insan olması için çalışır. Bir yandan da dostlarına mektuplar yazar. 1623’te tam anlamıyla serbest kalan İmam-ı Rabbâni, ömrünün son yılını memleketi Serhend’de geçirir. Son zamanlarını münzevi bir şekilde sürdürür. Sadece Cuma namazlarında dışarı çıkar. 10 Aralık 1624 tarihinde 60 yaşlarındayken vefat eder. Ve doğum yeri olan Hindistan’ın Serhend kasabasında defnedilir. İmam-ı Rabbâni Hazretleri geride, başta ‘Mektûbât’ olmak üzere, asırlara ışık tutan onlarca eser, hâlâ gönüllerde yaşayan fikirler ve nasihatler bırakır. Ancak onun en önemli mirası, çileli ve ilkeli hayatı olsa gerek. Büyük İmam’ın hayatından örnek alabilmek niyazıyla…