« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Kas

2007

Atatürk Anayasa'ya laikliği niçin ömrünün sonunda koydu?

Mustafa Yurekli 07 Kasım 2007

Erdal İnönü'nün vefatı dolayısıyla İnönü ailesine taziyeler yapılıyor. Cumhurbaşkanı Gül ve eşi de ilk taziyede bulunanlar arasında yer almış. Bu arada Derya Sazak'tan öğreniyoruz ki, Cumhurbaşkanı ve eşi adına İnönü ailesine başsağlığı için ziyaret talebi de iletilmiş ve bu kabul edilmemiş. “Telefonla taziye yeterli” denmiş.



Derya Sazak bunu, “Pembe Köşk'ün laikliğin sembolü olması”na ve burasını “türbanlı first lady'ye açmaya hazır olmadığı”na bağlıyor.



Nasıl bir manzara? Kimi zaman bazı devlet görevlilerimiz, protokolden kaçıyorlar başörtülü başbakan veya cumhurbaşkanı eşi ile karşılaşmamak için. İnönü ailesi de taziye için kapıyı açmıyor.



Tarihin hızlandığı, Türkiye’nin önemli bir dönemece girdiği bugünlerde, laikliği önümüzde bulmamız anlamsız olabilir mi?



Türkiye’de laiklik meselesi, politik bir mesele değildir, diplomatik bir meseledir. Çünkü laikliğin toplumumuzda bir karşılığı yok. Laikliğin tarihi arka planına baktığımızda da son 150 yıldır bölünmek istemeyip topraklarımızı koruma çabasına girdikçe, önümüze laikliğin konulduğunu görüyoruz. Laiklik, 1856’dan beri, Batı’nın bize dayatması değil mi?



Yakın tarihimizde Batılı devletler, Türkiye’ye laikleşerek toprak bütünlüğünü koruyabileceğini söyleye gelmiş; biz de laikleştikçe toprak kaybetmişiz. Laiklik, içimizdeki gayr-i Müslimleri güçlendirmiş ve ihanet planlarını uygulamalarına imkan tanımıştır..



Dolayısıyla laikliğin tarihi arka planı saklanarak konuşulması boşa değil. Laiklik, felsefi ve politik bir mesele gibi konuyor önümüze.

Laikliği politikalarının merkezine yerleştirenler, özelde ABD’ye, genelde Batı’ya nasıl destek verdiklerini fark edemiyorlar mı hala? Laikliğin bir Batı dayatması olduğunu niçin anlamıyorlar?



GAZİ ANAYASAYA LAİKLİĞİ NİÇİN GEÇ KOYDU?

Bugün laiklik eksenli politika yapanlara soruyorum şimdi: Mustafa Kemal Paşa’nın Anayasamıza laiklik hükmünü, ömrünün sonunda, 1937 yılında koymasının anlamı nedir? Laiklik sona mı bırakılmıştır? Dış dayatma sonucu laikliği anayasaya koymak zorunda mı kalınmıştır? Bugün bu soruların cevabı hayati önem taşıyor.. Türkiye’deki tarihi arka planını göz önünde bulundurmadan laikliği doğru anlamamız mümkün değil çünkü.

Gazi’nin anayasaya laikliği ömrünün sonunda koymasını siyasi taktik görmek, tarihi gerçekleri yok saymaktır bu ülkede:

Ne kadar acıdır ki uluslar arası ilişkilerde Batı’nın bir dayatması olarak karşımıza çıkan laikliği, Gazi’nin sona bırakmasını iç politikayla izah ediyorlar: Gazi’nin bir sürece yayıp şartları olgunlaştırarak, pek çok strateji denedikten sonra, uzun ve büyük bir politika sayesinde anayasaya yerleştirme arzusuyla izah ediyorlar sözkonusu gecikmeyi. Bu yorumun gerçeklerle ne kadar bağdaştığını kimsenin sorguladığı yok..

Aydınlarımızın da kolayca fark edebileceği gibi Cumhuriyet’in kurucu kadroları, elbette laikliğin İslam’a karşı bir cephenin silahı haline getirilebileceği gibi bir tehlikenin farkındaydılar. Başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler, laiklik dayatmasında israr ettikçe, sözkonusu tehlike Mustafa Kemal Paşa’nın ve yanındakilerin elini kolunu bağlıyordu..

Mustafa Kemal Paşa taşıdığı endişeler yüzünden laiklik konusunda ihtiyatlı davrandı: Türkiye’nin “bölünmez bütünlüğü”nü sağlamak için aldığımız teminatlar karşılığında, bizi “her an yoldan çıkaracak” dinimizle aramıza mesafeler koymayı en az 150 yıldır kabul ede geldik ama, “bölünme”nin asıl panzehirinin de dinimiz olduğunun farkındaydık. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ortak payda Müslümanlıktı ve hiçbir Müslüman etnik grup azınlık kabul edilmedi.

Dini, sosyal hayattan sürgün etmeyi hedefleyen ucube bir laiklik anlayışının, en büyük kâbusumuz olan “bölünme” yi kolaylaştıracağını pek ala görüyordu Mustafa Kemal Paşa ve bu ülkenin halkının yüzde 99’unun Müslüman kalması, Mustafa Kemal Paşa’nın da taşıdığı böyle bir bilincin sonucudur.

Mustafa Kemal Paşa’nın Anayasamıza laiklik hükmünü 1937 yılı gibi geç bir tarihte koymasının nedeni laikliğin diplomatik bir mesele olmasındandır..

EMPERYALİST BATI’NIN “LAİKLİK” DAYATMASI

Batıyla ilişkimizin son 200 yılına bir bakalım: Emperyalist Batı’nın bugün olduğu gibi Osmanlı’ya da “toprak bütünlüğü”nü koruma isteğinin karşısına “laiklik” dayatmasını koyduğunu görüyoruz.

Biz “Bölünme Korkusu”yla “toprak bütünlüğü”müzü korumak isteyince, Batılılar hemen önümüze “laiklik” dayatmasını koymuştur. Osmanlı “laiklik” politikaları uyguladıkça topraklarının onda sekizini kaybetti ve tarih sahnesinden çekildi. Yakın tarihimiz, laiklik dayatmalarına boyun eğerek topraklarımızı koruyamayacağımızı göstermiştir.

Batı, “laik”liği kim için ve hangi sebeple istiyordu? Osmanlı’nın gayri Müslim tebaasının dini özgürlükler için Avrupa’ya müracaatları mı olmuştu? Hayır. Batı’nın “Laiklik” talepleri, gayr-ı Müslim Osmanlıların acil ihtiyaçlarına dair değildi. Islahat Fermanı’nın hükümlerinden de anlaşılacağı üzere, “laiklik” uygulamaları, asıl olarak Batı’nın gayr-ı Müslim Osmanlıları kullanmasını hedefliyordu.

Mehmet Akif Ak, “Laisizm” ve “Bölünme” Tahterevallisi başlıklı yazısında Islahat Fermanı’nın hangi koşullarda hazırlandığını ve siyasi sonuçlarını irdeliyor: “O günün en büyük kâbusu “bölünme” korkusu idi. Ülken siyasi yapısı ve sınırları hızla eriyordu. Osmanlı Avrupa’sı elden kayıp gidiyorken Mısır, koptu kopacak görüntüsü veriyordu. Fermanın ilan günü, kasıtlı olarak Paris’te toplanacak Sulh Konferansının başlayacağı günden beş gün öncesine tesadüf ettirilmişti. Fermanın tarihi 18 Şubat’tı. Konferans ise 22 Şubat’ta başlıyordu. Paris’e kuvvetli bir mesaj verilmek isteniyordu. Konferansa katılan büyük devletlerin temsilcileri, masalarının üstünde Türkiye’nin tap taze Islahat Fermanını bulmuştular.

Türkiye, Avrupa’nın reform taleplerini, Avrupa, bunları bir Konferans kararı haline getirmeden önce hızlı davranıp, vaatlerle dolu bir reform programını, bir Padişah Fermanı halinde bütün âleme ilan edivermişti. Hatta Paris Konferansında bu yönde alınacak kararların önlenmek istendiği bile savunulabilir; “Avrupalıların talimatıyla reform yapıyorlar” görüntüsü vermemek için. Ne var ki Ferman’ın vaat ettikleri, Avrupalıların muhtemel taleplerini kat kat aşan şeylerdi. Türkiye’nin bu “kâğıt üstü” vaatleri karşılığında Avrupalılardan istediği şeyler çok sade, açık ve masumaneydi; Avrupa devletler topluluğuna kabul edilmek ve “Türkiye’nin toprak bütünlüğünü” kuvvetle taahhüt eden sağlam garantiler almak. Paris Sulh Konferansı, 30 Mart 1856’da günü imzalandı. Konferansta İngiltere, Fransa, Rusya, Türkiye, Avusturya ve Sardunya (İtalya) devletleri bulunmuş, anlaşma bu devletler tarafından imzalanmıştı.”

Emperyalist Batı, Hıristiyanlığı, yani “din” unsurunu, Osmanlı Devleti’nin parçalanması yolunda her boyutuyla kullandı. Balkan kavimlerine “milli kilise”ler kurdurulması çalışmaları, buralarda bağımsızlık faaliyetlerinin Kiliseler aracılığıyla yürütülmesini ve kolayca taraftar toplanabilmesini sağlamıştır.

Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Batılıların desteği ile kurulmuş “milli kiliseler”in ürünüdür. Osmanlı’nın gövdesinden bayağı büyük parçalar koparılıp, yeni devletçikler kurdurulduktan sonra din unsurunun, Türkiye’nin iç düzeni ve dengelerinin bozulmasına yol açacak şekilde kullanılmasına sıra gelmiştir.

LAİKLİĞİN MİLLETİMİZDE KARŞILIĞI YOKTUR

1856’dan beri Türkiye’den Batılı devletlerin “laiklik” taleplerinin ana hedefi, Müslüman zihinde kendi dinine ilişkin derin şüpheler doğurmak, milleti ayakta tutan geleneği dağıtıp, parçalamaktı.

Kaldı ki, bu ülkede “teokrasi” yoktu, Osmanlı din adamlarının yönettiği bir devlet değildi. Osmanlı’nın din, toplum, devlet ilişkisi, Avrupa’nın tarihinden ve tecrübesinden tamamen farklıydı. Batılı laiklik taleplerinin Müslümanlar bakımından hiçbir karşılığı yoktu.

“Bölünme” korkusunun, bize ait gerçekliği ve karşılığı bulunduğu açıktır. Hem de çok büyük acılar, ağır kayıplar, değil katlanılması, anlatılması dahi zor trajedilerle dolu olaylara, hatıralara dayandığı tartışılmaz. Dolayısıyla bizdeki “bölünme korkusunun” paranoya boyutlarına varmasını anlayabiliriz.

Ama “laiklik” korkusunun damarları bu topraklarda değildir. O, Avrupa’nın kadim korkularının, “Türk” ve “İslâm” fobisinin bizden alınmış teminatıdır.

Türk Devleti’nin bir “teokrasi” olmadığı ilmen sabittir. Siyasi sistemimizin mutlaka Avrupa sözlüklerinde yer alan kelimelerle tanımlanması gerekmez. Bu sistemin, Avrupalı zihnin kavrayamayacağı ölçüde “dini özgürlükler” garanti eden bir yapı olduğu bugün herkesçe biliniyor.

Devlet, gayr-ı Müslimlerin hususi / medeni / dini hayatlarına asla müdahale hakkına sahip değilken, Müslümanların dini hayatlarını düzenleyici tedbirler alabiliyordu. Yani İslam söz konusu olduğunda Dinin siyasete yukarıdan aşağıya doğru bir müdahalesi değil, Devletin Din’e, Dini hayata el uzatması söz konusuydu. Osmanlı İdari sisteminin ve sosyal dokusunun, bu dokuyu oluşturan Musevilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların, Batı türü bir laiklik reformlara ihtiyaçları yoktu. Bu ihtiyaç, Avrupa’nın büyük devletlerinin dayatmalarıyla oluşturulmaktaydı. Amaçları ise bu milletin en büyük enerji kaynağı İslâm ile münasebetini zayıflatmaktı. Tarihimiz hakkında bir sürü yalan ve iftiraya tevessül etmeden Batı türü bir laikliğin bu ülke için vazgeçilmez bir model olduğu ileri sürülemezdi.

1856 Fermanının Türkiye’nin laiklik-sekülerlik uygulamaları tarihi içinde büyük bir dönemeç olduğu anlaşılıyor. O günlerden bugüne bizdeki laiklik uygulamaları iki istikamette yürümüştür.

Osmanlı rejiminin asla bir teokrasi olmadığının dürüst ve namuslu her âlim tarafından kabul edildiğini yukarıda söyledik. Osmanlı Siyasi Sisteminin zirvesinde oturan Sultanın hiçbir dini otoritesi yoktur. O, herhangi bir dini zırha da sahip değildir; görevden alınabilir, öldürülebilir ilh…

İslam’ın, Müslüman’ın günlük özel hayatında, siyasi ve sosyal sisteminde oturduğu yer, bu yüce Dinin temel kurallarının da gereği olarak, Avrupalı zihniyetin Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa bakarak kavrayabileceği bir şey olmaktan uzaktır.

Bu idrak farklılığı, İslâm hukukunun sınırlı sayıdaki Nass’lar doğrultusunda inşa edilmiş değişken beşeri kurallar halinde ortaya çıkmasına yol açmıştır. Beşeri kurallar koymanın yolunu bizatihi Dinin kendisi açmıştır. İçtihatlara, fetvalara dayanan bu beşeri hukukun bariz özelliği “değişmezlik” değil, değiştirilebilirliktir. Kaldı ki beşeri hukuk teşriine, Osmanlı Sistemi eskiden beri alışıktır. (Kanunnameler, Örfî Hukuk gibi).

Osmanlı’nın da her İslam devletininki gibi politikası ve diplomasisi, rasyoneldi. Ülke yararı (maslahat-ı mürsel) önceleniyordu.. Dahası bürokraside ve iç politikada liyakat esastı. Osmanlı, büyük bir dünya devleti olarak işleri uzmanına yaptırıyordu.

Bütün bu nedenlerden dolayı Osmanlı’daki sistem, Avrupalı devletlerin sosyal ve siyasal sistemlerinden çok farklıydı. Avrupa, yönetimi kiliseden bağımsızlaştırmak zorundaydı, oysa Osmanlı’da zaten bağımsızdı. Şeyhülislam’ın görevi, hukukun üstünlüğünü sağlamanın yanında makro planda işlerin tutarlılığını temin etmekti.

Dolayısıyla ihtiyaçların Avrupa’yı buluşturduğu laiklik, milletimize çok yabancıydı ve ihtiyacı yoktu. Laiklik, milletimizde karşılığı olmadığından hala politik bir mesele olamamıştır ve diplomatik bir mesele olarak kalmıştır.

“İSLAM TÜRK MİLLETİNİN RUHUDUR”

Türkiye, kendi siyasi-idari yapısının bir bölümünde zaten var olagelmiş bu beşeri hukuk uygulamalarıyla Batı’nın “bölünme” sopasını göstererek dayattığı laiklik arasında uzlaşılabilecek bir orta yolu aramak zorunda kalmış ve zaman zaman da bulmuştur.

Ama Batı’nın dayattığı laikliğin diğer yüzünde, hatta belki de özünde, Türkiye’nin geçmiş günlerine dönmesi, onların korkacağı bir konuma gelmesi korkusu da yer alır.

Bu korkunun bir sonucu olarak İslâm’ın sosyal hayatta minimize edilmesi, sokaklarımızdan, çarşıla-rımızdan izlerinin, görüntülerinin silinmesi gerekmiştir. Bu korku, dünyanın en abuksabuk din tarifinin bu ülkede yapılmasına kadar getirmiştir işi: “Din, sadece vicdanlarda yaşaması gereken, dışarı yansıtılmaması gereken bir şeydir.” Elbette Batı laikliği dayatırken, dünya gücü haline gelmesini engellemek için Türkiye’yi İslam’dan alacağı enerjiden yoksun bırakmayı amaçlamaktadır.

“Laisizm” etrafında üretilen korku, “Laisizm”i bir dayatma olarak uygulayan ve kaderini bütünüyle Batı’ya bağlamış Türkiye’nin belirli azınlığının kendince uydurduğu ve abarttığı bir şeyden ibaret olmaktan ötedir. Bu korku, esas olarak Avrupalıların-ABD’nin korkusudur.

Mustafa Kemal Paşa, Batı’nın İslam korkusunun gerçek nedenini biliyordu, elbetteTürkiye’nin yeniden bir dünya gücü haline gelebilmesi için tarihinden, milli kültüründen ve dininden güç alması gerektiğinin de farkındaydı ve laikliğin uluslar arası ilişkilerde konu olmasının nedenini görüyordu. Mustafa Kemal Paşa, İslam’ı milletimizin ruhu görüyordu.. O zor zamanlarda İslam’ın milli ruhu nasıl sağlamlaştırdığının bilincindeydi.

Bugün ABD’de ve AB’de lobi kurup Türkiye aleyhine hangi devletler çalışıyor? Düşünelim bir: Çevremizdeki Ortadoks Hıristiyan devletler, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Ermenistan, Rusya PKK’ya niçin destek veriyor? ABD, AB ve İsrail İslam ve Türkiye’ye ilişkin hangi düşünceleri taşıyorlar? Halkı Müslüman olduğu için laik Türkiye dünya devletler oyununda nelere maruz kalıyor? Mustafa Kemal Paşa,bunları öngörememiş miydi acaba?

Mustafa Kemal Paşa’nın laikliği Anayasa’ya koymayı geciktirişinin aktüel gerekçelerini birkaç yazıyla anlatmaya devam edeceğim. Hangi başbakan zamanında bunu gerçekleştirdiğini bir düşünelim ve uluslar arası ilişkilerde hangi karşılığının olduğunu sorgulayalım lütfen. Konuşulacak çok şey var elbette.

Gerçekler ortaya çıkmalı.. Kim nerede duruyor belli olmalı. Laikliğin sırtından geçinenleri deşifre etmeliyiz..

Türkiye’nin en hayati sorusu şu: “Laiklik kimlerin ekmek teknesidir?”

Ziyaret -> Toplam : 125,31 M - Bugn : 70523

ulkucudunya@ulkucudunya.com