BİR BAŞKA YÖNDEN NEDÎM
Yard. Doç. Dr. Ziya AVŞAR 01 Ocak 1970
Şekvâyı koy Nedîm ki elbet bu rûzgâr
Eşkeste fülk-i kâmına bir bâdbân verir
Klasik Türk edebiyatına dehâsıyla damgasını vuran şairlerin sayı-sı bir elin parmaklarını geçmez. Nedim’in bu istisnaî sayının içinde oldu-ğu, bütün uzmanların ortak görüşüdür. Bu görüşün bir sonucu olarak, son yüzyıl içerisinde üzerinde en çok araştırma yapılan şairlerden birisi de Nedim olmuştur. Bu araştırmalar, döneminde tam anlamıyla değerlendiri-lemeyen şairin doğru anlaşılmasına büyük ölçüde hizmet etmiş ve onu, sanat gücüyle orantılı bir şekilde anlayıp değerlendiren bugünkü konu-muna getirmiştir. Nedim’in biyografisi, asırlık bir süreç içerisinde, araş-tırma metinleri içinden gelen bir birikimle genişleyerek son biçimini alır.
Nedim’in şiirlerinin şerhe yönelik yakın okumasını gerçekleşti-rince bende, bu son biçimin güvenilirliği konusunda bir takım kuşkular uyandı. Lâle devrinin dâhî şairi için hem hayatını hem de eserini kuşatan üç sıfat kullanılır; zevk, neşe ve coşkunluk. Vâkıa bu niteliklerle, yaşayış tarzı ve şiirleri de örtüşmektedir. Şairin hayatı ve sanatı üzerine eğilen bi-rinin, bu intibaların dışında nitelikler bulması da zor gibi görünmektedir. Ama, sanat söz konusu olduğunda, dâhî bir şairin sanatını araştırıcıya bu kadar kolay teslim etmesi, aşikârlığın bu kadar ortada oluşu bizi, bir aca-ba sorusuyla karşı karşıya getirir. Acaba Nedim’in sanatı, birkaç okuma-da ele gelen bir şey midir, söyledikleri düz bir mantık anlayışına göre mi düzenlenmiştir, başka bir iletisi yok mudur?
Nedim’in fıtratı, şahsî ve ailevî hayat çizgisi ve döneminin tarihî süreci, birbiri üzerine getirilirse; zevk, neşe ve coşkunluğun özlem duyu-lan şeylerin adı olduğu anlaşılır. Nedim, yaratılış olarak son derece hassas bir mizaca sahiptir. Bu hassasiyet; ailenin maruz kaldığı bir fecaatin kaçı-nılmaz sonucu olarak paniğe, korkuya ve vehme doğru bir seyir izleyerek marazî bir hal almıştır. Kaynakların illet-i vehime dedikleri; benliği saran daimî korkunun, Nedim’in hassas ruhunda mayalanması, toplumdan aile-ye yönelen trajik bir infialin sonucudur. Şairin büyükbabası Mülakkap Mustafa Muslihiddin Efendi’nin linç edilmek suretiyle fecî bir şekilde öl-dürülmesi; seçkin, yüksek ve “kültürlü” 1 olarak bilinen bu aileyi, muh-temel ki ortak bir endîşe, korku ve gelecek belirsizliğinden baş veren bir ümitsizlik ile sarmıştır. Bu nâhoş olaydan sonra ailenin can, mal ve ırz güvenliği konusunda nasıl bir korkunun içerisinde gidip geldiğini, döne-min sosyal tarihini bilenler tahmin etmekte zorlanmayacaklardır. Suç ve cezanın şahsîliği, dönemin idrakine tamamen yabancı şeylerdir. Aileden birinin muhatap olduğu bir linç girişimi, bütün ailenin linç edilmesiyle sonuçlanabilecek bir toplu eylemi tetikleme tehlikesine her an yol açma ihtimalini beraberinde taşımaktadır. Zira, toplumun genel kabulü açısın-dan cezalandırmanın kan bağı münasebetiyle aileye teşmili, onaylanıp onaylanmaması bir yana, beklenmedik bir şey değildir. Bu açıdan bakın-ca, ailenin hayatının, linç olayından sonra, Muslihiddin Efendi’nin sona eren hayatıyla birleşerek, onun ağır gölgesi altında süreceğine şüphe yok-tur. Bu ailede; Muslihiddin Efendi’nin fecî akıbetinin kendi başlarına ge-leceği endişesinden kaynaklanan müşterek korku, süreç içerisinde zayıf-layarak etkisini yitirmiş olmalıdır. Ne var ki, bu nâhoş olayın izleri, sinir-lerinin çok sağlam olmadığını bildiğimiz Nedim üzerinde çok ciddî bir tahribata sebebiyet vermiş olmalıdır.
Bu yorumun en somut belgesini, Nedim’in eserinden önce, haya-tının noktalanış biçiminde buluruz. Muhsin Macit, kaynaklarda Nedim’in ölümüne ilişkin bilgileri değerlendirirken üzerinde durduğumuz konuya ilk kez dikkat çekerek, şu tespiti yapar: “Kaynaklarda şairin, söz konusu isyanı takip eden günlerde illet-i vehimeden veya içkiye düşkünlüğü ne-deniyle titreme hastalığından öldüğüne dair bilgiler kayıtlıdır. Güvenilir biyografi müelliflerinden Süleyman Sadeddin, Nedim’in ihtilal esnasında korkudan evinin damından düşerek öldüğünü söylemektedir. Bu acı akı-bet, şairin belki de son bir kurtuluş ümidiyle evinin damına çıktığını veya dedesinin yaşadığı tecrübenin tekrar edilmesine imkan vermemek için ö-lümü tercih ettiğini akla getirmektedir.”2
Patrona Halil İsyanı’nın vukû bulması, Nedim’in küçüklüğünden beri içinde büyüttüğü vehim hastalığının idrakine galebe çalmasına yol açar. Başına gelebilecek muhtemel bir belâ korkusu, sık görülen bir kara-basan gibi, onun ruhunda, geçmişe yönelik bir derinliği olan malum faci-ayı canlandırır. Bu algı, onu insiyakî olarak evinin damına çıkartır ve kaçmak isterken düşüp ölmesine yol açar. Felaket şuurunun felaketin ger-
1 Hasibe Mazıoğlu, Nedim’in Divan şiirine Getirdiği Yenilik, Akçağ Yay., Ank., 1992, s.,13.
2 Muhsin Macit, Nedim Hayatı Sanatı, Akçağ Yay., Ank., 2000., s., 13.
çekleşmesinden daha yıkıcı olduğuna bundan iyi örnek olamaz. Nedim derin bir sezgiyle, âdetâ bu mukadder felaketi bekler gibidir. Şuurunu sa-ran bu felaket hissinin sürekliliğine karşı, bu hissi silikleştiren zevk, neşe ve coşkunluğa doğru iradî bir hamleyle atılır. Bu hayat hamlesi, son dere-ce anlaşılır ve beşerîdir.
Nedim’in çok fazla içmekten dolayı titreme illetine yakalanması da bu açıdan üzerinde önemle durulması gereken bir veridir. Şairin sade-ce içkiyle yetinmeyip afyon kullandığı3 da doğruysa, onu bu iptilalara sü-rükleyen şeyi sadece; “hayattan zevk alma, günü güzel yaşama” 4anlayı-şıyla bağdaştırmak yeterince ikna edici değildir. Şairin içkiye, sıhhatini bozacak derecede düşkünlük göstermesinin nedeni, zevk almayı da göz-den uzak tutmayarak, yukarıda analizini yaptığımız psikolojik rahatsızlık-tan bir müddetliğine kurtulma ihtiyacına yönelik de olabilir. Şairin yıpra-nan sinirlerini teskin etmek ve kendisine sürekli eşlik eden korkudan kur-tulabilmek için içki ve afyona sığındığı anlaşılıyor.
Bu sığınmayı, şahsî bir teskin ihtiyacına bağlamak da tek başına tamamlayıcı bir yargı değildir. Nedim’in davranışlarının dışavurum biçi-minin ardındaki izleri iyi sürebilmek için, tarihî seyre de bakmak lazım-dır. Döneminin toplumunda; sıradan bir fert olarak değil, seçkin bir aydın olarak yaşayan Nedim’in hayata bakışında, şüphesiz tarihî sürecin de cid-di etkileri olmalıdır.
Osmanlı Devleti, 18.yüzyıla; hükümleriyle, Avrupadaki hakimi-yetini tartışılır hale getiren Karlofça anlaşmasını imzalayarak girer. Bu anlaşma sonucunda ciddî bir toprak kaybına uğrar. Her şeye rağmen an-laşmayla; 16 yıl boyunca süren çok cepheli savaşlara ara verilerek, devlet yaralarını sarma fırsatı elde edilmiştir. Ancak, devletin iktisadî durumu-nun son derece bozulması sonucu, gereken vergi gelirlerinin sağlanması için, halkın yeni vergilerle bunaltılması kaçınılmaz olmuştur. Şüphesiz bu girişim halk nezdinde büyük ölçüde hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Karlofça’dan 12 yıl sonra 1711’de Ruslara karşı kazanılan Prut Savaşı ve Şehit Ali Paşa’nın, Mora’daki başarısı sonucu, bazı topraklar geri alınmış ise de Ali Paşa’nın Mora’daki başarının mevzi oluşunu anlamayarak, de-ğerlendirme hatası yapıp Avusturya ve Venedik’le savaşa tutuşması, 1716’daki Petervaradin yenilgisini getirmiş, ardından 1718’de Pasarofça Anlaşması’na imza atmak kaçınılmaz olmuştur. Pasarofça’dan sonra Os-manlı Devleti’nin Avrupada tutunamayacağı fiilen anlaşılmıştır. Bunlara paralel olarak, Anadolu’da karışıklık ve isyanların da önü alınamamış, devletin doğu sınırında İran ile giriştiği mücadeleler de İran lehine toprak
3 Şevket Kutkan, Nedim Divanından Seçmeler, KBY., İst., 1981, s., VIII.
4 Mine Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yay., Ank., 2000, s., 211.
kayıplarıyla sonuçlanmıştır. Özellikle 1729’da, Nadir Şah karşısında uğ-ranılan yenilgiye karşı, Saray’ın takındığı kayıtsızlık, sabırları taşırmış ve toplumdaki bu galeyan, Patrona Halil isyanının önünü açmıştır.
Böyle bir tablo karşısında, bırakınız Nedim gibi duyarlı bir aydı-nı, sıradan bir vatandaşın bile karamsarlığa kapılması kaçınılmazdır. Ne-dim’in sarayla olan sıcak ve yakın münasebeti, yoğunlaşan bu sorunlara karşı devletin ne gibi çözümler üretip üretemeyeceğini bildiğini gösterir. Bu bilmenin; işlerin hiç de iyiye gitmediğine dair bir izlenim olduğunu ileri sürmek, sanırım yanıltıcı olmaz. Yaşanan aldatıcı refah ve sükûn do-ğal bir gelişmeye bağlı olmadığından şairin, kopacak muhtemel bir fırtına beklentisinde olduğunu tahmin etmek zor değildir. Zaten Nedim’in olgu ve olayları algılayış biçimi, öncesi ve sonrasıyla aynı anda duymak oldu-ğundan, isyanı ve sonuçlarını, olmayana ergiyle önceden yaşamıştır, deni-lebilir. Nedim’in saklar redifli gazelindeki şu beyitte:
Hezârı sanmanız hâbîde zîr-i bâle minkârın
Hayâl-i gonce-i sîr-âbın istişmâm içün saklar
G.19-4
(Bülbülü uyuyor sanmayın, o, dolgun goncasının hayalini kokla-mak için gagasını kanadının altına sokmuştur.)
Bülbül, istiare yoluyla, dönemin ağır sosyal ve siyasî şartların-dan bunalan aydının, belki de şairin ta kendisidir. Hayali koklanan gonca da, geçmişteki kudretli çağların adıdır. Gagasını kanadının altına sokan bülbül, aslında mevcut durumdan hoşnut değildir. Geçici bir süre için mazinin haşmetine sığınarak, bir rüya iklimini yeniden yaşamakta, başını çıkardığında; o diri ve dolgun goncayı tekrar görmeyi ummaktadır. An-cak, bülbülün yaşadığı dönemde umut, çoktan elden çıkmış, başka etken-lerin inisiyatifine geçmiş, koku gibi uçarı bir hal almıştır:
Anı ceybinde güller bülbülü ilzâm için saklar
G.19-8b
(Güller, bülbülü susturmak için onu, ceplerinde saklarlar)
Nedim’in bilinenden farklılığını açıklamada, yukarıda sıraladı-ğımız gerekçeler yeterli, ancak doyurucu değildir. Bu gerekçelere, Ne-dim’in dehâsını oluşturan şeyi ekleyince tatmin edici bir sonuca ulaşmak mümkündür. Nedim’in dehâsını oluşturan şey, ona zıtlığı aynı anda kavratan ve acı veren bir şeydir. Nedim’de bu tuhaf zıtlığın ortaya çıkış bi-çimi zevkten acıya, neşeden hüzne ve coşkunluktan sönüşe doğru eşza-manlı bir idrak olarak görülür. Bu idrakin Nedim divanındaki en güzel numunesi, olmuş sana redifli gazeldir. Nedimâne dediğimiz şuh ve şen bir edâyla başlayan bu gazel, hayat dolu, güzel bir şarkı biçiminde devam ederken, birdenbire çok tuhaf bir sonuçla bağlanır. Bu bağlanışta; Ne-dim’in şiiri içinde farkına varılmayan, ancak bu şiirin temel açıklayıcıla-rından biri olan “yok” kelimesinin bir kavram haline geldiğine dikkat e-dilmelidir. Bu kavram, duygunun en yoğun ifadesi olarak, şairin bilinç dışından âdetâ ânî bir hücum ile ortaya çıkar. Şiir sözdiziminde; duyguyu en yoğun ifade eden kelimelerin ilk önce sıralanması, bilinen bir gerçek-tir. “Yok” kelimesi burada; alelâde bir duygu yoğunluğunu vurgulamak-tan ziyade, işaret ettiğimiz eşzamanlı zıt idrakin, zaman ve mekânı kaldı-ran aralığından görülen, yepyeni bir varlık boyutunun gösterenidir.
Yok bu şehr içre seniñ vasf etdigiñ dilber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş saña
G.2-7
(Nedim, niteliklerini övdüğün dilber, bu şehirde yoktur. Bir peri yüzlü, sana, bir görünmüş bir hayal olmuştur.)
Nedim’deki bu hüznü, bir dikkat ustası olan Tanpınar da fark eder. Tanpınar’ın bu tespitinin ardından, konuyu ele almaması, Nedim’in bu boyutunu, onun aynasında görememek irfanımız adına bir kayıptır. Ne var ki Tanpınar, Nedim’in tam anlamıyla fark edilmeyişini bir kıyasla ve-rirken, muhtemelen kıyasta kullandığı “ daüssıla” kelimesinin çağrışı-mıyla, ondaki hüznü birdenbire fark eder. Birdenbire fark edişin en somut tanığı, hükmün ara cümlede verilmesidir. Bizce Tanpınar, Nedim’deki hüznü, makalesinin sonuna doğru, yazarken keşfettiği için, karanlıkta ça-kan bir şimşek gibi, gösterip geçmiştir. Ancak bu kadarı bile, şairin port-resinde eksik olan rengi, adıyla anması yönünden oldukça mühimdir. Tanpınar şöyle der: “Hakîkatde Bakî’nin Kanunî Mersiyesi, teker teker mısralarının kalıbına göre dökülmüş bazı örnek ve eşleri bir yana, nasıl fark edilmeden geçerse, Lâle Devri şairinin asıl büyük tarafı da eserine derinden, çok gizli bir râyiha gibi, arkadaşlık eden ölçülü daüssıla ile (Çünkü Nedim’de bütün büyük iştihâlılarda olduğu gibi bir nevi hüzün vardır.) öyle fark edilmeden geçti.”5
Bir hezimetle başlayıp bir hezimetle biten 13 yıla “Lâle Devri” adının verilmesi, en olmaz durumda bile harikuladeden ümidini kesme-
5 Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yay., İst., 1998, s., 173.
yen şark muhayyilesinin bir nevi vaha icadı gibi görünmektedir. Bu bile, başlı başına komikten hareket eden bir trajedidir. Bu traji-komedinin ak-törlerinden olan Nedim’in, oynadığının dışında bir gerçeklikle karşılaşa-cağını bilip ona göre duruş belirleyeceğini ileri sürmek mümkündür. Dö-nemin imkanlarından iyi yararlanan Nedim, gerçeklikten kopmuş bu ya-pay vaha ortamına kapılma tedbirsizliğine karşı zaman zaman kendini uyarır:
Düşürme kendiñi gird-âb-ı inkılâba Nedîm
Zamân olur saña da bir kenâr olur peydâ
G.4-5
(Nedim, kendini, halden hale geçiş anaforuna kaptırma, dayan. Elbet, zamanla sana da bir kurtuluş kıyısı görünür.)
Beyit, sürüklenilen bir âlemin içinde, trajedisini yaşayıp dile ge-tiremeyen şairin kendisine bir uyarısıdır. Seçilen gird-âb-ı inkılâb terkibi, sosyal zeminin kayganlığını ve bu kayganlığın onda uyandırdığı endişeyi çok iyi içermektedir. Nedim’in bilinç altındaki endişe, esenlikle çıkabile-ceği bir kıyı arzusudur. İlgi çekici olan şey, onun bu arzuyu, daha lale bahçesindeyken duyup kaygılanmasıdır.
Tabirde hata olmazsa şair, eğlencenin içindeyken bile öngördü-ğü muhtemel bir trajediyi bütün uçlarıyla yoklayıp yaşar. Bunları söyler-ken Nedim’in zevk-perest olduğunu inkar etmiyoruz. Kelimenin tam an-lamıyla bir zevk-perest olan Nedim, zevk ve hazzı çok üst düzeyde yaşa-yan bir insandır. Söylemek istediğimiz; bu üst düzeyde alınan zevk ve hazza mukabil bir keder ve hüznün onda aynı esnada ortaya çıkan bir tür iç denge hali olduğudur. Bundan dolayı şair, zevk ve hazzı genişlemesine yaşayamayarak tattığı anda tüketir. Şu beyitte bu buruk hazzın kendisinde uyandırdığı bir nevi nedamete benzeyen bu hal görülür:
Nev-bahâr olsa da bî-çâre Nedîmâ nâ-şâd
Rûz-ı mahşerde meger şâd ola bâ-lutf-ı Hudâ
G.5-5
(İlkbahar mevsimi erişmiş olsa bile, zavallı Nedim mutsuzdur. O, Allah’ın lütfuyla mutluluğu ancak, mahşer gününde tadacaktır.)
Bu beyitte, mutluluğun Tanrı ihsanına bağlanması şairde harekete geçen şeyin nedamet duygusu olmasından dolayıdır. Zevk anını genişle-tirken başına gelecek bir felaket beklentisi, Nedim’de tipik bir eşzamanlı süreç olarak hep vardır. Yasak bir zevk ile hazlanmaya benzeyen bu ruh haleti; içinde, arzulara pervasız bir atılış halindeyken, dışında, muhtemel bir belânın kendisine ne zaman tebelleş olacağını bekleyen bir uyanıklık durumundadır. Onun dışından gelen bu etkiyi, nedamet diye adlandırmak bu açıdan isabetlidir. Yukarıda iç denge dediğimiz denklik, işte bu nokta-da hüzün ve keder lehine bozularak şairi, bir tür tükenmez zevk ve haz arayışına yöneltir. Bu arayışın bir ilkbahar mevsimi gibi güzel ve kısa o-lan bu alemde mümkün olmayacağı, arayışa başlarken kavranır ve bunun ancak hep meşru bir hayat vadeden yani nedametin olmadığı bir iklimde mümkün olacağı dile getirilir. Değilse mutsuzluk, ilkbaharı bile gölgeleyebilir.
Nedim’de Tanpınar’ın işaret ettiği “dâüssıla”, bütün büyük sa-natkarlarda olduğu gibi, ayrılık fikrinin hemen yanında ortaya çıkar. Tan-pınar’ın dâüssıla kelimesine koyduğu “ölçülü” sıfatı, aşağıdaki beyte na-zaran kuşatıcı gibi görünmemektedir:
Haste-i hecrim ben efgân-ı hazînim tâzedir
Nev-be-nevdir nâlişim her dem enînim tâzedir
G.15-1
(Ayrılık hastasıyım; hazin feryatlarım taptaze, inleyişlerim, her an yepyenidir.)
Beyitte ayrılık sonrasında kavranan daüssılanın; Sühreverdî’nin hasbahçeden alınıp bir çuvala konan ve rüzgar estikçe has bahçenin ko-kusunu duyup nedenini bilmediği bir özlemle bağıran tavus kuşu öyküsü gibi, onda her dem tazelenen bir hüzünden kaynaklanan bir inleyiş çığlığı olduğu ifade edilir. Bu çığlıkta, kelamın ötesine geçen bir anlatımın a-maçlandığı ve bu çığlığa yol açan heyecanın nasıl ölçüsüzce seyrettiği a-çıktır. Her ayrılık acısından sonra kendisini gösteren asıl vatan özlemi, onun ruhunda kapanmayan bir yara gibi sürekli kanar.
Dış tarafıyla şen-şakrak görünen Nedim, lütuf ve ihsana ulaştığı zaman bile, kendisini kuşatan gam duygusuna kapılmaktan kurtulamaz. Suya ulaştığı anda, pınarın suyunu çekmesi karşısındaki hayal kırıklığına benzeyen bu duygu, Nedim’i, büyük iştihasına rağmen, yetkin bir zevke ulaşmaktan alıkoyar. Şairin kendisine hayal kırıklığını yaşatan bu acayip durumdan şikayet ettiğini görürüz:
Eyler nesîm-i lutfu bize gird-bâd-ı gam
Bu rûzgâr-ı bî-mededin inkılâbı var
G.24-4
(Lütuf yelini, bize gelince gam kasırgasına dönüştüren bu adalet-siz rüzgâr/zamane, dönektir.)
Aslında şairin bir tür haksızlık ve adaletsizlik olarak görüp gös-terdiği bu durum, kendine özgü bir farkında oluş ve idrak ayrıcalığından başka bir şey değildir. Elindekinin elindeyken tükendiğini duyumsamak-tan dolayı, hüsrana uğramış bir zevk acılığı, “kâm almak” peşindeki şairi elbette hırpalayıp feryat ettirecektir. Nedim’deki hüsranın büyüklüğünün hayatı alabildiğine talep etmekten kaynaklandığını, bir an bile gözden ka-çırmamalıdır. Ancak bu hüsran, şairin coşkunluk anında söylediği şeyleri, düz bir satıhta dağılmaktan kurtararak, toplayıp derinleştirir ve etkisini oldukça güçlendirir.
Nedim’de hayatın vaatlerine doğru, her kuvvetli atılış anında ya-şadığı bu hüsran tecrübesi, bazen bir çözülmeye doğru gider. Bu çözülüş anlarında ifadenin de çözülerek canlılık ve rengini yitirdiği görülür:
Yokdur Nedîm-i zârda esbâb-ı ârzû
Ancak cihânda bir dil-i firkat-me´âbı var
G-24-8
(Ağlayıp inleyen Nedim’de, istek gerektiren şeyler yoktur, onun, bu dünyada ancak, ayrılığa sığınak olan bir gönlü vardır.)
Bu tip beyitlerde; arzunun şairiyle, onun ikizi halinde konuşan hüsranın şairi karşı karşıya gelmeyince, karşılaşma anında oluşan dramın içinden yükselen çığlık, görmüş geçirmiş bir edayla ve geniş zaman ki-piyle konuşur. Biz bu konuşmanın içinde ferdi olandan anonim ve lâedrî olana doğru gideriz. Fakat bu kabil konuşmalarda, Nedim’in şiirinin te-mel açıklayıcılarından biriyle karşılaşmamız mümkündür. Beytin başın-daki “yokdur” sözcüğü, yok için başta söylediklerimizle ilişkilendirilirse ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Sanatın kökenindeki baskın unsurlardan biri, dile gelme ihtiyacı-dır. Bu ihtiyaç sanatçının kendisini ifade etmesinden temellenir. Yaşanı-lanları bildirme temayülü, bir ölçü fikrine ulaşma arzusu içerir. Başka bir ifadeyle kıyas, zorunlu bir olgu olarak varlığını duyurur. Nedim’in yaşa-dığı bir aşk macerasının bakiyesi olan şu beyit, böyle bir ölçü fikrini arar niteliktedir:
Bilseñ begim ederdi seni eşk bî-karâr
Şimdi Nedîmiñ öylece bir mâ-cerâsı var
G.25-6
(Beyim, Nedim öyle bir serüven yaşamıştır ki, bilsen, ağlamaktan yerinde duramazdın.)
Beyitte; aşkın yüklediği ağırlığın insan mizacını bozarak, iç den-geyi değiştirdiğine dair bir tecrübeyi bildirme cehdini görmek mümkündür. Şair, aşkın kendisini içine düşürdüğü kararsızlık ve karamsarlıktan ne hale geldiğini bildirmek istemekte, daha doğrusu kendisinden başkası-nın bu acıya katlanamayacağını ima etmektedir. Burada kararsız ve göz-yaşı içindeki bir aşık/şair portresi, bize, sanatçının ancak aşk gamıyla bü-tünleşerek macerasını tamamlayabileceğini göstermektedir. Bu kadarı bi-le, sanat adamının dilinin, sonuçta, hüzün veren bir macerayla çözülece-ğini anlamamıza yeter.
Nedim’de istenen şeyin kimileyin ütopik bir raddeye kadar yük-seldiği olur. Bu istek, çok kuvvetli bir talebin arkasından gelen ve onun gerçekleşmeyeceğine dair bir histen başka bir şey olmayan ayılışa dönü-şerek onda, murada ermenin çok sevdiği bu alemin sınırlarını aşacağına dair bir geniş zaman şuuru uyandırır. Nedim’deki isteklerin peşinden ge-len gerçekleşmeme endişesi onu, hep bu geniş zaman irfanına yöneltir. Burada, biz adına konuşan yetkin bir kişilik dikkat çeker:
Görmez hayâl-i hâbda dahı rûy-ı matlabım
Tâ rûz-ı haşr merdüm-i bahtım gunûdedir
G.29-2
(Baht gözümün gözbebeği, haşr gününe kadar uykuda olduğun-dan, isteğimin yüzünü rüyada bile görmez.)
Bu kişilik, geniş zaman irfanının bir sabır süreci olduğunu unut-muş görününce; zıtlığı aynı anda kavratan idrakin penceresinden baka-rak yine acı çeker:
Bahâr eyyâmıdır fasl-ı zemistân gösterir kendin
G.97-3b
(Baharda, kendini gösteren kış mevsimidir.)
Bir çırpıda söylenmiş izlenimi veren yukarıdaki dize, Nedim’in baştan beri söylediğimiz dramını kendi ağzından veciz bir biçimde akta-rır. Bu söyleyişe, baharda çiçek açmış ağaçların görünümlerinin, üzerine kar yağmış ağaçların manzarasını çağrıştırması yol açmış olsa bile, söy-leyiş, çok daha derin ve çok daha geniş bir yerden gelir. Baharla başlaya-cak bir neşide, daha söylenirken ahenk değiştirerek uzun ve kararlı bir a-ğıta dönüşür. Baharı, Nedim’deki şuh hayat hamlesi, kışı da bu hayat hamlesini bastıran hüsran ve gam olarak düşünürsek, dizenin, Nedim’in bütün hayat macerasını özetleyen bir mahiyet aldığı görülür:
Nedim Divanı’nda o kadar şen ve şuh gazel arasında gözden ka-çarak, tortu gibi dibe çöken iki gazel vardır ki; içilen onca halis kadehin ardından boğaza takılarak, ağızda kekremsi bir lezzet bırakan şaraba ben-zerler.
Aşağıdaki yek-âvâz gazelin ilk kelimesi olan “geçüp gitmek” fii-li, gazelin bütününe sirayet eden fanîlik duygusunu ve ele geçmedikçe uzaklaşılan isteklerin peşinden yükseltilen feryatları, kendi etrafına çok iyi toplar:
Geçüp gitmekte ‘ömrüm derd ü mihnet gibi şeylerle
Müşerref olmadı kasr-ı emel ferhunde-peylerle
Figân u nâleler etmekde her dem bağrı yanıklar
Bu bezm-i mihnete revnak verilmiş sanki neylerle
Felek câm-ı neşâtın telh eder Cemşîd-i vakt olsa
İlâc olmaz humâr-âlûde-i idbâra meylerle
Ferah bî-gâne resmin gösterirse etmem istib‘âd
Gönül me’nûs-ı ahzan oldu derd-i tâ-be-keylerle
Görünmez bir belâdır aşk-ı hûbân-ı cihân şimdi
Nedîmâ kıl hazer germ-ülfet olma bizden eylerle
G.146
Bütün gazel, çok rahat bir edayla söylenmiş olan ilk dizenin a-çımlanması gibi tertip edilmiştir. Kafiyenin şiire hakim olan feryadı ses-lendirmek için “ey” sesine yüklenerek, bu çığlığı her beytin sonunda tek-rar tekrar deneyip, çın çın öttürmesi, şairin dert ve mihnetle geçen ömrü-nü ifadede ne kadar başarılı olduğunu çok iyi anlatır. Şiire, hayatının so-nuna geldiğini anlayan bir adamın, özenle yaptığı bir hayat muhasebesi tarzı, hakimdir. Tatlı bir rüyadan uyandığını gören yahut aldandığını an-layan şairin samimî yazıklanışı, şuh ve şen başlayan filmin sona doğru, nasıl bir drama dönüştüğünü bütün çıplaklığıyla söyler.
Şairin özellikle dördüncü beyitte ifade ettiği “gönlün hüzünlere alışması” durumu, oldukça dikkate değerdir. Nedim’de, bir fıskiyeden tazyikle fışkıran su gibi patlayan hayret verici neşeli kahkaha, derin bir kederin içinden geçtikten sonra atılmaz. Bilakis, derin bir kedere girilir-ken atılır. Hüzün Nedim’in tarzı olmamakla beraber, onun üzerine dışarı-dan gelen ve tüm sevincini istilâ eden bir olgu olarak görülür. Ancak bu öylesine köklü ve kalıcı bir istilâdır ki, gönlü yeni fatihine meylederek, eski sakininden gittikçe uzaklaşır.
Nedim’in “benden sor” redifli gazeli, redifin yüklendiği eda açı-sından hikemî bir vadide yürür. Görmüş geçirmiş bir eda, şiir boyunca sorulmasa bile konuşmaya devam eder. Bu eda, Nabî tarzına öykünmeden
ziyade, şairin, hayatın seyri içinde bulduğu ruhî bir aşamadır. Gazel, bü-yük bir neşe ve coşkunlukla hayatın içine dalan şairin ruhundaki meddin, ilginç bir cezir manzarası gibidir. Şairin ifadesinden anlıyoruz ki; “kâm almak” amacıyla içine daldığı hayattan eline: talihsizliğin cefası, zama-nenin medet dedirten zulmü, ümidin dipsizliği, bekleyişin kaosu, feleğin sebatsızlığı, özleyişin burukluğu geçmiştir. Şair bunları tespit ederken nefsinin dışından konuşarak, ikna edici olmayı dener. Soruyu, muhatabı-nın adına kendine yönelterek, inisiyatifi elinde tutar. Böylelikle; üzerinde durduğu konuyu dağıtma tehlikesine karşı, her beyitte başka bir zalim sahne göstererek, resmi zenginleştirir:
Cefâ-yi tâli‘-i nâ-sâzkârı benden sor
Amân amân sitem-i rûzgârı benden sor
Düşüb ümîde neler çekdiğimi ben bilirim
Belâ-yı keş-me-keş-i intizârı benden sor
Bir iki günde ne gaddârlıkların gördüm
Felek dedikleri nâ-pâydârı benden sor
Zamân-ı va‘d-i tahassürde başkadır ‘âlem
O telh şerbet-i şîrin-güvârı benden sor
Henüz neş’esini görmeden humâr çeker
Nedîm-i dil-şode-i bî-karârı benden sor
G.33
Bu gazel boyunca, üçüncü kişinin ağzından konuşarak derdin ez-diği benini gizleyen şair, son beyitte; kendisini söyleten şeyin hangi duy-gu olduğunu belirtir. Bu duygu, neşe va’diyle içilen kadehin neşeden ön-ce, baş ağrısı vermesidir. Bu hüsran, Nedim’de baştan beri vardır, ancak şair, bunu daha derin duymaya süreç içerisinde başlar. Onda birbirine zıt iki hissi aynı anda duymak dediğimiz durum, bu beyitte daha ileri bir id-rak edişle karşımıza çıkar; sonrasını daha önce duymak. Bu algılayış bi-çimi şüphesiz, “baharda kış görme” den daha ince bir duyuştur. Nedim, bu duyuşun kendi üzerindeki tesirinin farkına varmış bir kişi olarak, adını koyar; kararsızlığa düşmüş bir gönül. Bu kararsızlık, kendini, taşan bir neşe hali içindeyken tabiî bulan şairin, gam askerine mağlup olduktan sonra dahil olduğu kaosu işaret eder.
Her iki gazelde de “ telh” kelimesiyle ifade edilen acılık, sonrası-nı daha önce duyma idrakinin bulduğu bir kavram olup, Nedim şiirinin bir başka açıklayıcısıdır. Sonrasını daha önce duyma, şüphesiz bir zaman meselesidir. Üzerinde olduğumuz konuya bu açıdan bakınca, şairin
süregiden bir geniş zaman üzerinde çok hususî anlar inşa etmeye çalıştı-ğını görürüz. Lakin bu anlar, üzerinde durdukları geniş zaman tarafından sürüklendiklerinden geçici bir özellik gösterirler. Nedim’deki tat ve zev-kin zıddını ifade eden acılık, süregiden geniş zamana, zevk ve haz da bu-nun üzerindeki hususi anlara karşılık gelir. Sürekli sarılan bir bant üze-rindeki lekeye benzeyen bu hususî anlar, makaranın içinde kayboluncaya kadar görünürler ve tekrar telhin kurallarına tâbî olurlar.
Nedim şiirinin üçüncü temel açıklayıcısı olan kavram, “nîm” ke-limesidir. Şu meşhur dizesinde sakîye seslenerek, kadehi kendisine su-narken yarı sunmasını ister:
Nîm sun peymâneyi sâkî tamâm etdiñ beni
G.161-1b
(Ey saki, kadehi yarım sun, beni kendimden geçirip, tamamla-dın.)
Bu beyiti; “Ey sakî, artık içecek durumum kalmadı, bir yarım ka-deh daha verirsen kendimden geçerim.” biçiminde anlarsak, yanılmış ol-mayız. Ancak beyte, nîm kelimesinin yüklendiği işlev açısından bakar-sak, durum değişir. Beyit o zaman tarizkâr bir hüviyete bürünerek istiğ-naya doğru giden bir seyir izler. Beyit sakîyi, sunan yani veren el olarak niteler. Bu sakî, talihsizlik nedeniyle felek, kader ve giderek Tanrıyı işa-ret eder. Şair istediği şeyleri elde edememiş, sadece meye doymuş, mey de onu biraz olsun avutmuştur. Mestliğin ardından her ayılışta, ümitsizlik ve karamsarlığı ise gittikçe artmıştır. Bu durumda şair, “yeter!” diye ses-lenmektedir.
Sunulan kadehi, umulan şey, murat olarak alırsak, şairin acılaşan bir ironiyle sakîye; “Bir ömür geçip gitti, bir dolu kadeh sunmadın, bari yarım sun, ona da razıyım!” demektedir.
Nîm kelimesi, şu beyitte bu kadar örtülü gelmez, bilakis söyleye-ceğini sonuna kadar söyler. Dünya ile münasebetin sonunda kavranılan bir noksanlık ve eksiklik duygusu, onda açık bir aldanış duygusuna dönü-şür.
Bir nîm-neşve say bu cihânıñ bahârını
Bir sâgar-ı keşîdeye tut lâle-zârını
G.164-1
(Bu dünyanın baharını yarı bir neşe say, laleliğini de içilmiş bir kadeh farz et.)
Beyit, yukarıdan beri üzerinde durduğumuz Nedim’e özgü hüz-nün derunî cephesini yine çok açık biçimde verir. Baharın sevincine eşlik eden ve onunla paralel giden bir neşe sönüşü, ifadeyi güçlü bir beşerî tatminsizlik hissiyle doldurur. Aslında çok manidar bir kırılıştan gelen bu his, kendi gelişine zıt bir hüviyetle yapıcı bir mahiyet alarak, uyarıcı bir münâdî edasıyla oldukça dıştan ve yüksekten seslenir. Beyit, ayaklarının altındaki zemini gözden kaçırarak, bu zemin üzerinde birbirinin üzerine basıp gelen iklim şartlarına, çeşitli adlar vermenin gülünç çelişkisini, ruh acıtan bir anlatım ile kavratmaya çalışır. Demek istenir ki; âlem baharının sebatı yoktur. Her bahar, ömür baharını hazana iletmek için cazip bir merhaleden başka bir şey değildir. Yerinden kopan bir kayanın yuvarlana yuvarlana çukura düşmesine benzeyen bu durumun irâdî olmadığını kav-ramak, Nedim’i âdetâ ruhen yaralar. Şair, ömrün bu garip sürüklenişi kar-şısında kendisini, teşbihte hata olmazsa, sel içindeki kütük gibi algılar. Yaptığı şey; âlem bahçesinin kenarından geçerken, bahçedekileri uyan-dırmak için münâdîlik yapmaktır. Bu hüviyetiyle Nedim, kendisini zevk ve sefada gören herkese sanki yanlış bir adam gördüklerini söyleyerek, asıl çehresini gösterir ve bu yanlışlığı düzeltir. Mesajı açıktır; sen bizi eğ-leniyor mu zannediyorsun, bütün zevkler yarımdır!..
Beyitin ikinci dizesindeki; “içilmiş kadeh” sıfatı da dikkate değer bir sonrasını önceden görme eylemidir. Su içilmiş ancak, susuzluk gide-rek artmıştır. Sıfatın iletisi, va’d edilen her şeyi tüketen şairin zevk alma duyusundaki zevk acılığıdır. Burada; geleceğin üzerinden geçerek, geç-mişten başka bir şey olmadığını gören bir şimdiki zaman kişiliğinin, gü-nünü gün edemeyeceği aşikâr olarak görülür.
Fuzûlî’nin Leyla ve Mecnun’unda; “ey” hitabıyla başlayan hika-ye, “hamûş” hitabıyla biter. Nedim’in hikayesi de bir edebî metin gibi so-nuçlanır. Kabına sığmayan, cevval, şuh ve geveze bir neşe, bütün satıha yayılmayı deneyince sığlığını görür ve derinleşmeyi tecrübe eder. Derin-leşme, neşe yerine başka bir tavra ihtiyaç duyar; hüzün. Satıha bakanların dikkatinden kaçan bu derinlik, Nedim’in kendisini keşfetmek isteyenlere bıraktığı bir kapıdan başka bir şey değildir. Kapıyı aralayacak anahtar sözcük, Fuzuli’nin eserinde Mecnun’a gelen hitabın tıpkısıdır; “hamuş”:
Ey Nedîm ey bülbül-i şeydâ niçün hâmûşsun
Sende evvel çok güft ü gûlar var idi
G.149-5
(Ey Nedim, ey çılgın bülbül, neden suskunsun? Önceleri, senin diyeceğin şeyler ne kadar çoktu?)
Şairin bu suskunluğa birdenbire geldiğini söylemek, doğru ol-maz. Bu suskunluğa tekaddüm eden bir merhalenin bulunması gerekir. Bu merhale, şikayet etmeyi ve yakınmayı bir tarafa bırakan bir olgunluktur. Nedim, aşağıdaki beyitte; suskunluktan önce bulunmasını öngördüğümüz bu tavrı sergiler. Yakınmayı bir tarafa koymak, susulacağına işarettir:
Şekvâyı koy Nedîm ki elbet bu rûzgâr
Eşkeste fülk-i kâmına bir bâdbân verir
K.4/69
(Ey Nedim, şikayeti bırak. Elbette bu zamane/rüzgar, muradının kırılmış kayığına bir yelken verir.)
Nedim’in şiirinin açıklayıcı temel kavramlarından biri de “zâr”dır. Bu kavram Nedim tarafından mahlasını nitelemede kullanılır. Bu nitelemenin amacı gözardı edilirse “Nedîm-i zâr” ibaresi onun şiirinde zait bir unsur gibi görülür. Nitekim Kutkan: “Nedim az da olsa, bazı ga-zellerinde ve rubailerinde hikemi ve tasavvufî düşünceleri de dile getir-miştir. Fakat bunlar, şairin, zevk ipeğinden dokunan kaftan üzerine ya-manmış hırka parçalarına benzer.”6 diyerek bu yanılgıya düşer. Zâr söz-cüğü Nedim’in beyitlerinde kendisini nitelemekte kullandığı diğer sözcük ve terkiplerin asıl muhtevası olarak kullanılır. Nedim’in şiirlerinde mah-lasının niteliği olarak kullandığı bu sözcükler şunlardır:
Nedîm-i mücrim; K1/23a, Nedîm-i zâr-ı şeydâ; K9/45, Nedîm-i nâ-kâm; K10/39, K14/20, Nedîmâ-yı muhakkar; K33/17, abd-i nâ-kâm; K38/29, Nedîm-i zâr u şeydâ; Kt2/12, Nedîm-i zâr; Kt61/7, M9/VIII, M17/V, M18/IV, M22/V, M23/IV, M29/V, M32/V, G8/5, G24/8, G41/8, G73/6, G101/6, G104/5, G110/5, G122/5, G127/6, G128/14, Nedîm-i can-güdâz-ı derd; M4/IV, nâ-şâd; G5/5, giryân; G9/8, Nedîm-i dil-şode-i bî-karâr; G33/5, Nedîm-i telh-kâm; G111/5, Nedîm-i bî-dil; 112/7, felaket-zede; G114/5, Nedîm-i günahkâr; G121/7, nâ-tüvân; G154/7, Nedîm-i zâr-veş; G161/5, şeydâ; G166/5, M36/III, M40/V, bîçâre; müs., Nedîm-i bende; Kt23/8, Kt31/20, Kt32/20, Kt33/15, Kt56/4, M1/V.
Tümünü “zâr” başlığı altında toplamanın mümkün olduğu bu ni-telemelere bakınca; Nedim’in kendine hitap ediş tarzının şiirine nüfuz etmek isteyene alenî bir çağrı olduğu görülür. Bu hitaplar umumiyetle
6 Şevket Kutkan, age., s., XIII.
makta beyitlerdedir. Makta beyitlerin böyle bir amaç için seçilmesi, bo-şuna değildir. Başta söylediğimiz gibi; Nedim’in üstten neşeyle gelen şii-rinin altta hüzün vurgununu yemesi, kararsız bir neşeden, hüzünde karar kılan bir zevk tercihine doğru değişmesindendir. Coşkun bir neşenin içine doğarak ilerleyen bu şiirde, derinde bekleyen hüzün kolaylıkla fark edi-lemeyeceği için Nedim, makta beyitte okuyucunun eline, yumağın ucunu vermek ister. Ancak bu yumağı, neşe ucundan saranlar hüzün ucundan çözüleceğini hissetmezler. Nedim, şirinin sarılarak değil, çözülerek anla-şılacağını bu tavrıyla bariz bir şekilde ortaya koyar. Bu husus bizce o ka-dar önemlidir ki, gözden kaçan bir kelime değil bir eser yani bir hayattır.
Nedim divanında bu nitelemelerin dışında görünen adlandırmalar ise şunlardır:
Nedîm-i nüktedan; K6/48, küstah; Kt1/11, Nedîm-i pür-hüner; Kt64/4, G6/9, Nedîm-i bezm-i hâsu’l-hâs; M7/VII, Nedîmâ-yı sühan-pîrâ; M44/V, tâvûs-ı kudsî; G20/6, dil-rubende; G29/5, sühan-sâz; G58/8, Ne-dîm-i tâze-edâ; G89/5, Nedîm-i şûh; G37/11.
Yukarıdaki nitelemelere değerlendiren bir nazarla bakınca; şuh nitelemesi hariç diğerlerinin birer temeddüh eğiliminden baş verdiği gö-rülür. Bütün divan boyunca; şuh, şen, hayat dolu, coşkun...diye nitelenen Nedim’in sadece bir gazelin maktaında kendisini “şuh” bir kişi olarak göstermesi, Nedim’e has bir ironidir.
Geldiğimiz noktada karşılaştığımız bu acı gülüş bize, ustaca giz-lenmiş bir hüzün içinde yaşayan şairin şiirlerini, hayat ve sanatını örtme aracı olarak kullandığını, kendisinin ise perdenin arkasında derin bir öz-leyişle “geçip gittiğini” gösterir.
Aşikâr olanın saklı olandan daha çok dikkat gerektirdiği ölçütün-den hareketle, Nedim’in durduğu yeri örtmede, nüktedan zekâsını ve sa-natını bir araç olarak kullandığı izlenimini edindik. Bizim baktığımız za-viyeden görünen Nedim, büyük dramını, kalabalıklar içerisinde, kahkaha-larla gizleyen usta bir oyuncu hüviyetindedir. Nedim, iç tarafıyla büyük bir kaçışın adamıdır. Dış tarafıyla takındığı; cevval, şuh, canlı ve sıcak tavır aslında, toplumun üzerine bilinçli bir geliş tavrı olup dikkat avlama amacına yöneliktir.
TÜBAR-XII/2002/-Güz/ Yard. Doç. Dr. Ziya AVŞAR
170
KAYNAKÇA
Kutkan, Şevket, Nedim Divanından Seçmeler, KBY., İst., 1981.
Macit, Muhsin, Nedim Divanı, Akçağ Yay., Ank., 1997.
Macit, Muhsin, Nedim Hayatı Sanatı, Akçağ Yay., Ank., 2000.
Mazıoğlu, Hasibe, Nedim’in Divan Şiirine Getirdiği Yenilik, Akçağ Yay., Ank., 1992.
Mengi, Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yay., Ank., 2000.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergah Yay., İst., 1998.