Alperenler Ölmez! Şehit Olur!
İhsan Tekoğlu 01 Ocak 1970
“Ey şehit oğlu şehit! İsteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış, duruyor Peygamber.”
Şehitleri ve “şehitlik anlayışı”nı en iyi “anlayan” ve “anlatan” insan, İstiklâl Şairimiz “Mehmet Akif Ersoy”dur. Şehitlik konusunda ona ait olan bu beyitteki gibi ; yüksek anlamlı söz söyleyen herhangi bir kimseyi, hiçbir tarih ve edebiyat kitabı kaydetmemiştir.
Evet, kaydetmemiş derken ; “Kur’an hariç” demeliyiz. Çünkü sözlerin en güzeli ve en doğrusu “Allah sözü”dür. Yüce Allah (c) ne güzel buyurmuş ; <<Allah yolunda öldürülenlere “ölüler demeyin ; Hayır onlar diridirler, fakat siz “anlayamaz”sınız.>> 1
Evet, onlar ölmediler. Onlar, 3 Ekim 1978 günü “Baba – Oğul Şehitler” el ele tutuşarak kendilerine açılan âgûşa (kucağa) koştular. İnsan için rütbelerin / derecelerin en büyüğü ; “şehit olarak Allah’a yürümek”tir. Evet, işte onlar Allah’a yürüdüler. “Peygamber Efendimiz”in ifade buyurdukları gibi ; <<Allah katında hayırlı bir mertebede bulunduğu halde ölmüş bulunan kullardan, dünya ve dünyada bulunan her şey kendisine verilecek olsa da “şehit”den başkası dünyaya geri dönmek istemeyecektir. Çünkü şehid, şehid olanın üstünlüğünü görmüştür. Şehidler dünyaya geri gönderilip bir kere daha öldürülmek isteyecektir.>> 2 Evet, geri gelip tekrar şehit olmak isteyecekler, ama geri dönüş (reenkarnasyon) yoktur.
Evet, “Recep Haşatlı” ve hayatının baharındaki oğlu “Mustafa Haşatlı” ölmedi, yaşıyor. Allah katında yaşıyor, kul gönlünde yaşıyor. Onlar şimdi cennette “Peygamber Efendimiz ile komşu olarak” yaşamaya devam ediyorlar. Ne güzel kucaklayıp karşılama, ne güzel komşuluk ve ne güzel hayat ! Onlar ; <<...şehid cennettedir.>> 3 hadisi ile cennetle müjdelenmiş, hem “şehid-i hakiki” ve hem de “şehid-i hükmi” olarak şehittirler. Çünkü onlar ; “Hıra Dağı kadar müslümanız” dedikleri için acımasızca öldürülerek şehit edildiler.
Evet, onları yazmak ve dile getirmek kolay mı? Yüce Allah buyuruyor ki; <<...siz anlayamazsınız. >> Biz de onları “anlatabilmek” için; Allah sözü ve Peygamber hadisi ile, O’nun güzel kullarından bir kul olan “Merhum Mehmet Akif”in sözüne sığındık.
Sığındık ama, her zaman ve her yerde yazıp, söylediğimiz bir ilkemiz / fikrimiz var. Bu ilkemizin tam yeri ve zamanı geldi, bu ilkemizi burada, bu kutsal konuda dile getirecek ve diyeceğiz ki; <<Hiçbir çıkara dayalı olmaksızın Allah yolunda yürüyen, devlet, millet ve vatan için çalışan, yetimi, yoksulu, yaşlıyı, kimsesizi, kadını ve çocuğu kollayıp gözeten, toplum yararına eser bırakan, din, iman ve bayrak uğruna gerekirse ölmeyi göze alan, gençliğin elinden tutan ve kendisini hak bir davaya adayan ; “Has Adamlar”ın hakkını sağlığında vermek lâzım. Böyle “Dava Adamları” için ; öldükten sonra ağıt yakmak neye yarar ?>> diyeceğiz ve onları gelecek nesillere örnek göstereceğiz.
Eğer bu has adamları, bu “Gerçek Kahramanlar”ı örnek olarak göstermezsek ; “Karton Kahramanlar” örnek olur. (Ne yazık ki, günümüz Türkiye’si A dan Z ye kadar “Karton Kahramanlar’ın Türkiye’si” haline getirilmiştir. Kahramanları karton olan toplumlar millet olmaktan çıkarak güdülmeye mahkum sürü haline gelirler.)
“Recep Haşatlı” gerçekten de “Gerçek Kahraman” bir insandı. Dava adamları ; inancı ve ahlâkı sağlam, özüne ve sözüne sahip insanlar arasından çıkar, bağdan bostandan çıkmaz. Bu iş bağ bahçe işi değil, fıtrat (yaratılış) ve güçlü iman işidir.
“Recep Haşatlı”nın inancı sağlam, ahlâkı yüksek demiştik, onun ameli (işi) de düzgün ve hayırlıydı. İyi biliyorum ki, onun siyaset hayatında ancak beş on arkadaşı vardı. Bu arkadaş grubunun içinden birincisi değilsem de belki ikincisiydim. Bu hususu söylerken “şerefli şehadet”ten bir pay almayı düşünmedik. Onun hakkında yazarken yalnız ve yalnız gerçekleri dile getirebilecek birkaç kişiden birisi olduğumuzu samimiyetle vurgulamak istedik.
Bilenler bilir ki; <<Güneşi sağ elime, ayı sol elime koysanız ; “Ben Allah’ın hak dinini tebliğ yolundan dönmem...”>> 4 diyen bir Peygamber’in yolu bizim yolumuz olmuştur. İşte “Recep Haşatlı” bu yolun yolcusuydu ve bu yolda şehit oldu. Bu yolda olanlar; hiçbir çıkar, korku ve düşünce ile “Hak ve Hakikat” yolundan asla döndürülemezler. Ne biz onu överiz ve ne de onun övülmeye ihtiyacı var. Bilebildiğimiz ve araştırıp öğrendiğimiz kadar; “Baba ile oğulun hak dava uğruna aynı yerde ve aynı anda şehit olduğu pek vâki (olmuş) değildir.” (Çanakkale ve Yemen cephelerinde baba – oğul şehadetine ait kaynaklar vardır.) 5
“Recep Haşatlı”yı anlatmak için “Alperenler ölmez ! Şehit olur !” derken ; Anadolu’yu Türk ve İslâm Yurdu yapan “Hoca Ahmet Yesevi” talebeleri “Alp-Eren” tipi üstün insanları işaret ediyoruz. “Rahmetli Recep Haşatlı” o üstün insanların çağdaş bir versiyonu (yeni tipi) idi. Hem yürekli, yiğit (alp), hem de inançlı, imanlı (eren) bir insandı. Allah dostu (veli) insanlar nasıl yaşarsa öyle yaşamaya çalışıyordu. Aslında “Tasavvuf Ehli” bir müslümandı. Nakşibendi Tarikatı’nın “Erenköy / Sami Efendi Kolu”na bağlıydı. Bu dergahta üstad “Necip Fazıl Kısakürek” ile yakın bir dostluk kurmuştu. Zamanın ilim ve fikir adamlarından birçok dostu onun ziyaretine gelirdi. Medrese ile üniversite onun için çok önemli iki ana kaynaktı. Eski ile yeniyi çok sıkı bağlarla birleştirip, yeni bir sentez yapmamızı ve çağa : “Ele göre değil, bize göre bakmamız gerektiğini” söylerdi. Taklitçileri ve “aydın geçinenleri” hiç sevmezdi. Tasavvufu, bozulmuş tarikat töresi değil, “İslâm Düşüncesi / İslâm Felsefesi” olarak görür ve severdi. (“Recep Haşatlı” kısaca ilim aşığı bir insan olup ; okumayı, okutmayı, okutanı ve okuyanı severdi. Yüce Allah’ın ilk vahyi “İkra / Oku” değil miydi ? O da bu emre uymaya çalışıyordu.)
“Recep Haşatlı”, aslen “Bolu”nun “Gerede İlçesi” “Haşat Yöresi”nin “Macarlar Köyü” doğumlu bir Anadolu insanıdır. Gençliğinde yeterli bir “İslâmi Eğitim” alarak, “Çerkeş İlçesi”nde “Çerkeşi Mustafa Efendi Merkez Cami”inde üç yıl imamlık yapmıştır. Daha sonra bu görevi bırakarak ticaret hayatına atılmıştır. Ticaret hayatında “Altın Orlon İplikleri” şirketini kurarak, sektörde önemli bir yere gelmiştir. Bu dönemde onun kendi “Haşat Yöresi”nde kurduğu ve desteklediği dört Kur’an Kursu bugün yörenin en eski kuruluşları olarak eğitime devam etmektir. Sağ kaldığı müddetçe, özellikle bayramlarda ve belirli günlerde yöresine yardım yapmakta cömert davranırdı. Ziyarete gittiği yerlere cebi ve cüzdanı dolu gider, boş dönerdi. Macarlar’daki evi, bayramlarda ziyaretçilerle dolup taşardı.
“Recep Haşatlı”nın en belirgin özelliklerinden birisi de “dosdoğru olmak”tı. Ticaretini, siyasetini, aile hayatını ve insanlar arası ilişkilerini hep bu minval (yol) üzere kurmuştu. Hiçbir zaman Yüce Allah’ın şu buyruğunu aklından çıkarmaz ve çevresine de tavsiye ederdi ; <<Öyleyse sen de, beraberindeki tövbe edenler de, emrolunduğunuz gibi “dosdoğru” hareket edin. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptıklarınızı görür.>> 6
“Recep Haşatlı” ile uzunca bir dönem İstanbul’da “Milliyetçi Hareket Partisi”nin il yöneticiliğini yaptık. Kendisi “İl Başkanı” ben de genellikle “İl Sekreteri” veya “Başkan Yardımcılığı” görevlerini üstlendik. Cuma günleri namazdan sonra, onun “Altın Orlon İplikleri” iş yerinde, iki üç saat fikir alış verişi yapar ve cumartesi günü il merkezinde yapılacak yönetim kurulu toplantısının gündemini hazırlardık. Bu çalışma ön hazırlık olarak çok faydalı olurdu. Toplantılarda açılış konuşmasını yapar, bilgi verir, gündemin müzakeresini sekretere bırakırdı. Kolektif çalışmayı sever, herkesin görüşünü alır ve her fikre değer verirdi. Çok pragmatik ve netice alıcı bir yaklaşım ile her işe çözüm arardı. İşini severek yapar, ticari işlerini bile ikinci plana bırakırdı. Şartlar ve siyasal krizler ile anarşi ve terör böyle bir çalışmayı zorunlu kılıyordu. Her hafta teröre kurban giden birkaç MHP yöneticisinin cenazesi kaldırılıyordu. Kasıtlı hareketlere ve boş işlere de sert reaksiyon gösterirdi. (Onun ile çalışıp ta, ondan şikayetçi olan hiçbir yöneticiye rastlamadık. O dönemde MHP’nde yönetici olmak için çatal yürek isterdi.Her MHP yöneticisi her an ölüm tehdidi altındaydı. Vazife namustu, hele vatan savunması olursa hem namus, hem de imandı. “Vatan sevgisi imandandır.” diyerek yola çıkanlar nasıl olur da dönerdi ? “Recep Haşatlı” bunu canını vererek ispat etmiştir. )
“Recep Haşatlı”nın yüreği çataldı. Fakat öyle zamanlar olurdu ki; genç yaşta şehit olan ülkücülere yüreği parçalanırdı. Solcu denilen karşıt fikirli gençlere de çok üzülürdü. Onların kandırıldığını söyler, büyük şehirlerde tuzağa düşürülmüş Anadolu’nun yoksul çocukları harcanıyor diye kalbi sızlardı. Her iki tarafında bizim çocuklarımız olduğunu ve bu “kardeş kavgası”na son verilmesi gerektiğini söylerdi. Memleketimize ve insanımıza yazık oluyor diyerek hayıflanırdı. (Kendi öz kaynaklarından ayırarak üniversiteli gençlere burs verdiğini ve başkalarını da bu yola teşvik ettiğini biliyorduk. Memleketimizin kurtuluşunun ; halkına tepeden bakmayan, gerçek aydın, imanlı, yüksek ahlâklı ve vatansever yeni bir insan tipi yetiştirmemize bağlı olduğunu biliyordu.)
“Recep Haşatlı”nın siyasal görüşü ; “milli ve manevi değerlerimize dayanan, ilmin, aklın ve teknolojinin ışığında yürüyen, çağın gerçeklerine uyan, önce üretip sonra dağıtan, dağıtırken de hak ettiği kadar veren, çalmayan, çaldırmayan ve halkın mutluluğu için çalışan bir yönetim kurulması” şeklinde özetlenebilir. Bu görüşünü gerçekleştirebilmek için kendi gücünün üstünde bir gayret içindeydi. Ona göre bu gayret yetmezdi, işe “Ankara’dan başlamak” gerekirdi. Çok iyi biliyordu ki; “Balık baştan kokar”dı. Bunun için de önce “Milli Birlik” sağlanmalıydı. Milli birliğin sağlanabilmesi için “Halkın kendi devleti ile barışması” şarttı. Ankara’daki kendimizden bildiğimiz, aslında kendi halkına yabancı, içinden çıktığı milletin “değişmez değerlerine ters”, taklitçi, içerde dayatmacı, dışarıda dayatılanı kabul edip boyun eğici yönetimin “yeniden yapılandırılması”nın ön şart olduğunu söylüyordu.
“Recep Haşatlı”nın bu söylemleri “Başbuğ Alparslan Türkeş”in görüşleriyle örtüştüğü için ; partisinin liderine derin bir sevgi ve saygı besliyordu. Bu görüşleri bulamadığı başka bir partiyi terk ederek “Başbuğ”un partisine ; bu görüşleri hayata geçirebilmek düşüncesiyle katılmıştı. Aslında “Recep Haşatlı”nın siyasete girme niyeti de yoktu. Kendisini tanıyan birçok vatansever dostları onu MHP’ne katılmaya ikna etmişlerdi. Bu görüşlerinin MHP iktidarında gerçekleşebileceğine inanıyordu. Alparslan Türkeş’in liderliğindeki MHP’de o günlerde bu görüşleri seslendiriyordu. Bu görüşleri dile getirebilmek ve halka “anlatmak” için sloganlar üretiliyor ve şöyle söyleniyordu ; “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslümanız !”
“Türk kimdi? Müslümanlık neydi?” Bu kavramlara halkın “anlayabileceği” bir açıklık getirilmeliydi. Bu kavramlar iyi “anlatılamadığı” için halk nezdinde beklenen yankıyı bulamamıştı. İç ve dış çevreler “anlam saptırması” yaparak partiyi “ırkçılıkla suçluyor ve İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışıyordu.” “Recep Haşatlı” ve arkadaşları bu haksız ve hakikatle alakasız suçlamaları “anlatabilmek” için ne kadar dil dökseler de büyük bir çoğunluğun “anlamadığını” görüyorlardı. Sol, komünist ve marksist literatürde ; kendilerine karşı çıkan herkes “ırkçı ve faşist” olarak kabul ediliyordu. Basın ve yayın organları onların kontrolünde olduğu için ; bu acı gerçek bir türlü halka “anlatılamıyor”du. (Günümüz Türk (!) Basını ABD ve AB’ni şirin göstermek için her türlü saptırmayı yapmaktadır. Eski sol, sosyalist ve Marxistler bugün “Demokrasi ve İnsan Hakları” savunuculuğuna soyunmuştur. “Neo-Liberal” görüşleri ile Batı’ya “Liboşluk” yapmaktadırlar. Yanlarına “Sözde İslamcılar (!)”ı da alarak ; “Batasıca Batı”nın çığırtkanlığını yapmaktadırlar. Üç beş dürüst “Sağcı” ve “Müslüman” basın organı ise azınlık durumundadır. Yazılı ve görüntülü “medya” adresleri Türkiye olsa bile ; dışarıya servis yapmaktadır.) Kendilerini “İslâmcı” diye tanıtan ve aralarında “İslam Kardeşliği”ni kullanarak “azınlık ırkçılığı” yapan bir kesim ise ; “Türk” kelimesine şiddetli bir reaksiyon göstererek, dinsiz “Şamanistler” yakıştırması yapıyorlardı. Halbuki Türkler’in % 99.9 u 1000 yıldır müslümandı. Müslüman topluluklarda “münafıklar” bulunduğu gibi ; “Müslüman Türkler” arasında da “Şamanistler”in bulunması mümkündü. Bu olgu hiçbir zaman bütünü suçlamayı haklı kılmazdı. Bu olgunun tek suçlusu “Münafıklık, Şamanistlik, Ateistlik, Marksistlik” gibi inanç bozukluklarını insanına doğru olarak öğretip “anlatamayan” yetersiz ve kalitesiz “eğitim sistemi”nde aranmalıydı.
“Recep Haşatlı” Türk’ü de İslâm’ı da çok iyi “anlayan” ve durmadan, dinlenmeden “anlatmaya” çalışan bir insandı. Ona göre Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olan küçük bir coğrafya parçasında ; İslâm’ı esas alan “Türk” mihverinde (ekseninde) birleşilmeliydi. Daha küçük parçaları eş kardeş sayıp, hep birlikte bütünü tamamlamak akıl yoluydu. Bunu gözden kaçırırsak ; parçalanıp bölünür ve bütünü de elden kaçırırdık. Parçada bir değer varsa bu değer ancak bütünün içinde bir şey ifade ederdi. Bütünden ayrı parça yok olmaya mahkûmdu. Anadolu ve onun üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti parçaların da sığındığı son sığınaktı. İnsanlar nasıl olur da son sığınak ve barınaklarını yıkmaya kalkışırdı? Bu düşüncelerin ışığında hareket eden MHP İstanbul İl Yönetim Kurulu üyeleri ve “Başkan Recep Haşatlı” en doğruyu şu ilkede bulmuştu ; dili, etnik yapısı, rengi ve mezhebi ne olursa olsun ; Allah, Peygamber ve Kur’an’da birleşenler hep kardeştirler. Yüce Allah’ın buyruğu da bize bunu haber veriyordu ; <<Ey insanlar ! Doğrusu biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışıp anlaşmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O’ndan en çok çekineninizdir. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberi olandır.>> 7
“Recep Haşatlı” bu özel üstünlüğün tadını almış ve Allah’tan çekinmenin ; O’nu darıltmamak için sorumluluklarını yerine getirmek olduğunu da öğrenmişti. “Recep Haşatlı”nın yanında önemli olan; Yaratan’ın yarattığı, akıl ve irade vererek seçme hakkı tanıdığı insanın nankörlük etmeyip ; Allah’ın buyruklarına uymasıydı. Tasavvuf ehli olduğu için bu buyruklar onun huy ve karakterini etkilemişti. İnsana önyargısız davranması da, Yunus Emre’nin dediği gibi ; “Yaratılmışı severiz / Yaratan’dan ötürü.” görüş ve anlayışından dolayı idi. Onun için iki tip insan vardı ; iyi insan ve kötü insan. O biliyordu ki, Yüce Allah Zatını bize şöyle tanıtıyordu. ; <<O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır. >> 8 Tanıtırken de bu farklılıkları kabul etmemizi ve bunların bizi “kardeşlikten ayırmamasını” istiyordu. İnsanlar arasındaki farkın esas ölçüsü ; dil, renk, soy ve boydan olmayıp, sadece iyilik ve kötülükten kaynaklanmalıydı. Çünkü insanın elinde olmadan, kendi iradesi dışında ona yüklenen farklılıklar sadece “külli kader” konusu olup; insan bunlarla ne yükseltilir ve ne de alçaltılırdı. Bu buyruklardan anlaşılıyor ki ; İslâm’da ırk üstünlüğü yok, insan üstünlüğü var. İnsanı, aileyi ve ait olduğu kavmi sevmek te haktır. Bu hak “mümin kardeşlik” aleyhine öne çıkartılamaz. Esasen bu özellikleri taşıyan insan her şeyin yerini iyi bilir ve gereğini yapar. Daha doğrusu “Rabbini bilen, kendini bilir.” Kendini bilen “ırk kardeşliği ile din kardeşliğini çarpıştırmaz.” İslâm’daki insan üstünlüğünün adı ; “Takva”dır. Takva ise Allah’ın emirlerine uymaktır. Emirlere uyarken de O’nun bize verdiği akılla ; Kitap ve örnek Peygamber’in sünnetine (yoluna) uymayı bilmemiz ve bulmamız emredilmektedir. Akıl da bize; çoğunluğun bir kişi bile olsa, azınlığın hakkının adaletle korunmasını, azınlığın da çoğunluğa “adaletle hükmetmek” kaydıyla uymasını ve “kardeşlik düzeninin korunmasını” emretmektedir.
“Recep Haşatlı” bu görüşlere ilâveten “soy kardeşliği”nin yanına ve hatta önüne her zaman mümin olanların “iman kardeşliği”ni koyardı. Parti de görev alanlarda aynı görüşteydi. Eğer öyle olmasaydı ; MHP İstanbul İl Örgütünün 30 kişilik yönetim kurullarının en az 15-20 kişilik çoğunluğu alt kimlik olarak başka etnik kökenlerden oluşmazdı. Ne yazık ki bu durum değil düşmana, dosta bile “anlatılamıyordu.” Bir kere damga vurulmuştu, bu damga “Böl, parçala ve yönet” damgasıydı. Önce iki ana gruba ayrılarak “sağcı ve solcu” kampları milleti ortadan ikiye böldü. Her biri kendi içinde yeniden bölünecek, parçalanacak ve birbirine kırdırılarak kaos yaratılacaktı. İşe bakın, sağın birçok grubunun içinden “Milliyetçi denilen Ülkücüler” ve “İslâmcı denilen Akıncılar” öne çıkarılmış ve aralarında hiçbir temele dayanmayan derin uçurumlar oluşturulmuştu. Halbuki bunlar Allah’a, Peygamber’e ve Kur’an’a inanan “müminler”di. O halde ne oluyordu da Yüce Yaratıcı Allah’ın şu buyruğuna karşı çıkıyorlardı ; <<Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz. >> 9
“Recep Haşatlı” özel ve güzel bir insandı. Ömrünü “Müminlerin kardeşliği” için harcamıştır. Her zaman ve her yerde bu kutsal emir üzere bir aksiyoner olarak hareket etmiş ve bu uğurda “oğlu ile beraber şehit olmuştur.” Ona göre, mümin kardeşliğinin de kavim kardeşliğini yok saymayıp, ona hak ettiği yeri vermesi gerekirdi. Yaşadığımız coğrafya parçası Türkiye idi. Burada resmi dil Türkçe olacaktı, çünkü sosyoloji kanunları böyle söylüyordu. Türkiye’de çok büyük çoğunluk Türk asıllı olup, Türkçe konuşuyordu. Hiçbir zaman ve zeminde vatandaşlar arasında ayrıcalık yoktu. Dağdaki çobandan, başkentteki devlet başkanına kadar herkes hak ettiği makama etnik fark aranmaksızın gelmeliydi ve geliyordu. (Bu özellik dünyada çok az görüldüğü halde, Türkiye’de Osmanlı’dan gelen bir gelenek olarak devam etmektedir. Bir kısım çevreler dış güçlerin tesiri ile bu güzellikleri yok sayarak ; ilim, akıl ve siyaset dışı hareketler yapmakla sahip oldukları nimete karşı nankörlük etmektedirler. Bilmelidirler ki, “Anadolu Sentezi” bozulursa ilk kaybedecekler kendileri olacaktır.)
“Recep Haşatlı” aldığı din eğitimi ve yaşadığı hayat tarzı ile toplum içinde öne çıkmış seçkin bir insandı. Onun MHP’ne gelmeden önce bir de MSP hayatı vardır. MSP’nin İstanbul İl Başkan Yardımcılığını yapmıştı. O dönem yapılan genel seçimlerde partisi “İslâmi söylemleri kullanarak” parlamentoya girmiş, CHP ile koalisyon kurarak iktidar ortağı olmuştu. Partisinin ilk icraatlarından birisi de, Türkiye’yi “68 Kuşağı” adı altında kasıp kavuran, memleketimize terör ve anarşiyi bir daha çıkmamak üzere sokan ; “Marxist, Leninist, Maocu, Arnavutlukçu (Enver Hocacı), Devrimci ve Bölücü hareketlerin anarşistlerini ; “Bunlar bizim namaz kılmayan kardeşlerimizmiş” diyerek af kanunu çıkartıp, yeniden sokağa salması olmuştu.” (Günümüzde yaşanan acı olayların tohumları işte o gün yeşertilmişti. Şehit analarını ağlatan, kardeşi kardeşe kırdıran ve memleketimizi ekonomik olarak çökertip, yarı sömürge haline getiren her hareketin ateşi o gün yakılmıştı. Daha sonra çıkartılan dizi halindeki af kanunları da işin tuzu biberi olmuştur.)
“Recep Haşatlı” ve birçok insan işte o gün uyanmıştı. Neler söyledik, ne yapıyoruz ? diyerek, hemen partisinin Genel Başkanı’na bir protesto telgrafı çekmiş ve partisinden bir grup üyeyle birlikte istifa etmişti. (Bu tarihi telgrafı görmüş ve okumuştuk. Şimdi şikâyetçi olup sızlanmak fayda etmiyor. Politikacı değil, siyasetçi ve devlet adamı olmak lâzım. Oy avcılığı yaparak devletin temel değerlerini sarsarsanız enkazın altında kalırsınız. Devlet ; millet, halk ve insan içindir ama, bir kere yıkarsanız bir daha kuramazsınız. Eğer devletinizde bozukluklar, noksanlıklar ve yanlışlıklar varsa ki vardır. Onları yeniden yapılanma ile çözerseniz doğru ve akılcı bir yöntem uygulamış olursunuz.)
“Recep Haşatlı” politikayı bilmiyor ve bilmekte istemiyordu. Siyaseti biliyor, siyasetin insan yönetme sanatı olarak bir ihtiyaç olduğuna inanıyordu. Politikadaki çok yüzlülüğü, Makyavelizm’i ve buna bağlı ahlâk dışılıkları her zaman nefretle reddediyordu.Yalana karşı aşırı bir alerjisi vardı. Böyle bir olayla karşılaştığında “Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s)”in şu hadisini dile getirirdi ; <<Yalan söyleyen, söz verince yerine getirmeyip sözünden dönen ve emanete hıyânet eden bizden değildir. Bu üç hal kimde olursa olsun kesin münafıklık olup, düşmanlıkları ise acımasızdır.>> buyurmuş ve eklemiştir ; “Velev ki biri bile olsa kesin münafıklıktır. >> 10
“Recep Haşatlı” bu olaydan etkilenerek MHP’ne girmiş ve bir süre sonra İstanbul İl Başkanı olmuştu. Demek ki ; “Külli Kader / Gayb” yerine gelecekti. Yeni partisinde de her zaman tutarsızlıklara karşı, kim olursa olsun, hep karşı çıkmış ve seviyeli bir davranış göstermiştir. Onun bu özelliği çok sevilmesine ve başta “Başbuğ Alparslan Türkeş” olmak üzere parti kademelerinde takdir ve saygı görmesine vesile olmuştur. (Bu üstün özelliklerinden dolayı, yorulmuş olsa bile ; yönetimde kalması için ısrar edilmiş, kendisi de “anlatmaya çalıştığımız” özellikleri yüzünden görevi sürdürmüştür.)
“Recep Haşatlı” partisinin ırkçılık ve faşistlikle suçlanmasına hayret eder, bu bir iftira ve safsatadır derdi. Vatana, millete, devlete, dine ve milletin değerlerine sahip çıkmak ; “ırkçılık ve faşistlikse Türkiye’de yaşayan insanların %95 i hem faşist, hem de ırkçıdır.” Bu büyük “Müslüman Türk Milleti ; Kafkaslısı, Rumelilisi, Anadolulusu, Orta Asyalısı ve diğer parçalarıyla bir bütündür ve yine bütün kalacaktır” diye görüşünü her yerde dile getirirdi. Kim kime faşistlik yapacaktı, hiç milli ve manevi değerleri korumak faşistlik olur muydu ? Bu “Batı’dan taklit yoluyla alınan kavramlar” bize hiç yakışır mıydı? Bu kavramlar bizim genetik yapımıza da uymazdı. Ama ne var ki ; bozuk ve yetersiz eğitim sistemi başımıza bu belaları musallat ediyordu.
“Recep Haşatlı” nın başka bir özelliği de, onun eli açık ve cömert insan olmasıydı. Burada birlikte yaşadığımız, geride kalmış, ama ders alınacak bazı olayları dile getirmeye çalışacağız :
“Recep Haşatlı” ile ikimiz haftanın birkaç gecesi ilçe örgütlerini gezerek, faydalı çalışmalar yapardık. MHP örgütleri genellikle Anadolu, Kafkasya ve Balkanlar’dan gelmiş halkın az gelirli, işçi, memur, esnaf ve gençlik kesimlerinden oluşuyordu. İlçe örgütleri kiralarını bile veremez halde, borçlu ve sıkıntılıydı. O dönemde siyasi partilere hazineden yardım yapılmıyordu. “İl Başkanı Recep Haşatlı” borçlu ilçe örgütlerine yüksek meblağlarda yardım ediyor ve beni de eşit oranda katılmaya davet ediyordu. Neredeyse bir iki ilçe hariç, bütün ilçeler borçlu ve sıkıntılıydı. Bu yardım ve destek onun şehit edilmesine kadar devam etmiş ve yardımdan bir an bile geri kalınmamıştır.
“Recep Haşatlı” bu yardımları yaparken o kadar rahat ve huzurluydu ki, sanki bir borç ödemiş ve rahatlamış insan konumundaydı. Doğrusu ondaki bu şevk ve huzuru görerek ben de aynı duygularla ona katılıyordum. Bu iş sıradan bir yardım değil, vatan savunmasında “kalelerin düşmemesi için” yapılan kutsal görevdi. O günleri yakından tanımayanlar bilemez. Eski “Cumhurbaşkanı Celal Bayar” basına verdiği bir demeçte aynen şöyle söylemişti ; “Eğer böyle giderse komünizm bu kış Türkiye’yi teslim alabilir.” O günlerde Celal Bayar ve Alparslan Türkeş buluşmuş ve neler yapılması gerekir diye fikir alışverişinde bulunmuşlardı. Vatanını, milletini, devletini ve dinini seven büyük bir çoğunluk bu tehlikeyi görüyor ve MHP’ni bu tehlikeye karşı bir alternatif güç olarak kabul ediyordu. Özellikle Alparslan Türkeş ve ülkücüler böyle bir teslime izin vermez diye düşünülüyordu. Bu düşünce yapılacak ilk genel seçimde MHP’ni iktidar yapabilirdi. Bu gelişmeyi önlemek için dış ve iç güçler düğmeye bastı ve “oyunu bitirdi.”
“Recep Haşatlı” yaptığı yardımları helâlinden yapıyor ve huzur duyuyordu demiştik. Evet, her şey kat be kat helal olsun, olsun ama, bir de işin içyüzü varmış. Kendisi ile oğlunun şehadetlerinden bir hafta sonra “Altın Orlon İplikleri” şirket merkezinde yakınları, kızı “Fatma Haşatlı”, mali müşaviri, ben ve bir iki arkadaş toplantı yaptık. Yaptığımız hesap sonunda gördük ki ; “Arkadaşımız Recep Haşatlı’nın şirketinin içi boşalmış ve az da olsa borçlu hale düşmüştü.” (Bu durum aileye ait birkaç gayrimenkulun satışı ile çözülmüş, borçlar kapatılmış ve şirket sermayesi negatiften pozitif hale getirilmiştir. Fatma Haşatlı’nın böyle bir ortamda gösterdiği azim ve irade her türlü takdire şayandır.)
“Recep Haşatlı” aldığı sorumluluğu “Bir mukaddes dava olarak kabul etmiş ve son nefese kadar kimseye hissettirmeden nöbet yerini terk etmemişti.” (Ruhu şâdolsun ! Ne diye övelim, böyle insan övülmez, onunla övünülür. “Ömer Seyfettin”in “İncili Kaftan” destanındaki kahraman “Muhsin Çelebi” ancak bu kadar “şanlı” idi. Böyle “Gerçek Kahramanlar” yazıya sığmaz. Onların kadrini Yüce Allah bilir ve karşılığını verir...)
“Recep Haşatlı” azim, irade ve inanç sembolü bir insandı. Bu gücü Kur’an’dan alıyordu. Kur’an’ı yüzünden değil, özünden okumuş ve “anlamış”tı. Yaşanan olaylar ne kadar zor ve çetin olursa olsun, Allah’ın buyruklarından örnekler göstererek ; insana güven ve huzur verirdi. İlçeleri ve örgütleri teşvik ve destek gezilerimizde şu âyeti devamlı okurdu ; <<Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. >> 11
“Recep Haşatlı” ile ikimiz geceleri örgütleri gezerken, derdi ki ; “Ben şehit adayıyım” derdi. Bana da sorardı ; “Ya sen !” Ben de ; “Şehidin arkadaşı şehit olur” derdim ve susardık. Derecesi yüksekmiş. Derecesi yüksek olanlar önde ve önce giderler. Yüce Allah onu çok seviyormuş ki, aramızdan çekip aldı, biz burada kaldık. Rahmetli arkadaşımız iyi biliyordu ki, Allah’ın hak dini elbette eninde sonunda zafere ulaşacaktı. Kendisi olsa da olmasa da fark etmezdi, o kendi imtihanını veriyordu. (Ne güzel imtihan ve ne güzel sonuç.)
“Recep Haşatlı” bu günleri görseydi, belki daha çok üzülürdü. O günleri yaşayıp ta ders alamayanlar için ; <<...içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin Ey Rabbim?...>> 12 diye Allah’a dua ederdi. Türkiye; insanıyla, kurumlarıyla, ekonomisiyle, coğrafyasıyla, milli ve manevi değerleriyle gerçekten de pimi çekilmiş her an patlamak üzere bir bomba görünümü arz etmektedir. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı ile elde edilen değerler üzerine tartışma açılmış bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti iç ve dış çevreler tarafından yeniden paylaşım masasına yatırılmıştır. Devletin kuruluşundan günümüze kadar yapılan yanlışlıkların giderilmesi yerine, 83 yıllık devletin ortadan kaldırılmasına çalışılmaktadır. Eğer bir suç varsa ki vardır, herkes A’dan Z’ye kadar suçludur. Devlet geliştirilerek “muasır medeniyetlerin üstüne çıkarılmak” yerine; beceriksiz, çapsız, korkak, halkından kopuk, taklitçi, ahlaksız, soyguncu, vurguncu, gafil ve hain yöneticiler tarafından zayıflatılmıştır. İşe bakın, bir devleti yönetenler kendi öz değerleriyle ve kendi kendine çözüm bulmak yerine ; çözümü AB ve ABD gibi aslında onu yok etmek isteyen çevrelerde aramaktadır. Tıpkı çözümü Rus, Çin ve Arnavutluk Komünizminde arayanlar gibi. Yazıklar olsun ! Bizi bu günlere getiren olayları ve anlayışları gözden geçirerek günümüze ışık tutmaya çalışalım ve “Recep Haşatlı”yı bir kere daha isabetli görüşlerinden dolayı rahmetle analım.
“Recep Haşatlı”nın yönetim dönemindeki Türkiye ve dünyanın kısa bir analizi :
(İki kutuplu (çift kutuplu) dünyada çok büyük ve kapsamlı bir “Soğuk Savaş” yaşanıyordu. Bir tarafta : “Kapitalist Cephe” diğer tarafta “Komünist Cephe” dünyayı ele geçirmek için her türlü metod, strateji ve silahı kullanıyordu. Türkiye “Nato Paktı” ile Kapitalist Cepheye, yani “Batı Bloku”na bağlıydı. Diğer cephe “Varşova Paktı” ile “Doğu Bloku” adı altında yapılanmış ve dünyanın belirli yörelerini ele geçirerek Batı’nın karşısına geçmişti. Batı Bloku’nun lideri Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Doğu Bloku’nun lideri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olarak Rusya idi. Bloklar arası soğuk savaş, dünyanın kontrolünü ele geçirmek için var gücüyle devam ediyordu. Ayrıca bir üçüncü blok ise ; “Bağımsızlar / Tarafsızlar / Üçüncü Dünya Devletleri” adı altında örgütlenmişse de, hiçbir etkinlik ve güç sahibi değildi. Asıl savaş “Kapitalizm” ile “Komünizm” arasındaydı. Sovyetler Birliği Komünizmi kılıf yaparak “Rus Emperyalizmi”ni sürdürüyor ve gücünün zirvesinde bulunuyordu. “Çarlık Rusyası” ve “Deli Petro”dan miras kalan “sıcak denizlere inmek” politikasını sonuçlandırmak için “Türkiye’yi ele geçirmeye” çalışıyordu. Batı ve Doğu’nun dünya hakimiyeti için yaptıkları bu mücadelede Türkiye arada kalmıştı ve kendisini ayakta tutmaya çalışıyordu. Gerçekten topyekün bir sıcak savaş yapılmış olsa idi, savaşın merkezi Anadolu coğrafyası olacaktı. Özellikle ABD ile Rusya arasında çıkan “Küba Domuz Körfezi Krizi” göstermişti ki; Türkiye gerekirse “Batı’yı kurtarmak için” ABD tarafından yem olarak kullanılabilirdi.
İşte böyle bir dünyada Türk insanı, özellikle Türk gençliği iki ana gruba ayrılarak ve üniversiteler merkez alınarak savaşa sürülmüştü. Gerçekten de kardeş kardeşe bir iç savaş başlatılmıştı. Sağ cephedekilerin bir bölümü olan “Akıncılar”, kim keşfettiyse ; “Hicrette sünnettir” diyerek ortadan çekilmiş ve cepheyi “Ülkücüler”e bırakmıştı. Sol cephede ise her ne kadar dağınık görünmekte iseler de “Bütün Fraksiyonlar (Rusçu, Çinci, Arnavutlukçu, Bilimsel Sosyalistçi ve Bölücü)” Ülkücüler karşısında birlik halindeydiler. Koskoca Türk Milleti adına iç ve dış düşmanların karşısında kala kala ülkücüler kalmıştı. Devletin iç güvenlik güçleri, özellikle polis bile iki gruba ayrılmıştı. Ordu ise gelişmeleri seyrediyordu.
Solcular Sağcıları “Amerikan Uşağı”, Sağcılar ise bütün Sol Fraksiyonları “Rus ve Çin Uşağı” olarak gösteriyor ve birbirlerini yok etmeye çalışıyordu.
Bu gruplar dışında başlıca üç grup daha vardı. Birisi “Liberal” yapıdaki ; eyyamcılar, çıkarcılar ve kaymağı yiyenlerdi. Diğeri ise ; “Sosyal Demokrat” yapıda kaymağı yemek için fırsat kollayanlardı. Ve Öteki grup ; “İslâmcılık” adı altında ve ilk fırsatta kaymağı yemek için hazırlık yapanlardı. Bunlar zamanla kaymağı yeme yarışında birbirlerine düşseler de hedeflerine ulaşmışlardır. Bunların ; din, vatan ve millet dertleri yokmuş, bunların büyük bölümü ne kitaba (Kur’an’a), ne ilkelere (Atatürk İlkeleri) ve ne de insanlık değerlerine inanmayanlardanmış. Ne solcusu ? Niye solcu ? Ve kimin solcusu ? Solculuğu kuran adamlar bunları “Hemen işten atarlar.” Hepsi de “Nasrettin Hoca”nın ceviz taksimini iyi biliyorlarmış. Ve sonuçta ; “Sağcı denilenler”e yarım kabuk, “Solcu denilenler”e yarım kabuk düştü ve “Gerçek Müslümanlar”a ki (% 90 çoğunluk) uzaktan seyretmek düştü. Cevizin içini yemesini bilenler kazandı. Yeme ve kabuk dağıtma işlemleri hep devam etti ve devam etmektedir. Olan Anadolu’nun köy ve kasaba çocuklarına oldu. Devleti yönetenlerin kimisi “Toprak işleyenin, su kullananın” derken ; nasıl oluyorsa “Hakça Düzen” ve “Ak Günler” dedi ama tutturamadı, çünkü bilmiyordu ki ; Güney Amerika’dan kopya edilmiş sloganlarla bu işler olmaz. Kimisi “Yollar yürümekle aşınmaz” dedi ipin ucunu kaçırdı, şapkayı aldı gitti. Kimisi de “Kadayıfın altını kızartmak”la meşgul olurken dibini yaktı. Tek başına kalan “Kapitalizmin bekçiliği” ile suçlanan, bir bahtsız adam da kapitalistler tarafından değil desteklenmek tam tersine kösteklenerek çaresizliğe itildi, çünkü kapitalistler komünistlerin ikiz kardeşiydi, hiç milliyetçilere yardım ederler miydi? Testiyi kıranla suyu getiren bir sayıldı. Sonuçta düdük çalındı ve “Bizim çocuklar” işe el koydu. Ya diğer karşıt gruplar ne oldu diye soran olursa ; onların büyük bölümü Neo Liberal oldu, Kapitalist oldu, Amerikancı oldu, AB’ci oldu, Etnikçi oldu, Ulusalcı oldu ve “cevizin içini yemek” için sıraya girdi.
İşe bakın ; sonra gelen her grup kabuktaki rengini değiştirdi, yeni yeni boyalar bulundu ve bolca sürüldü ve yeni “yeme yolları” keşfedildi. İçerdeki cevizler yetmedi, dışardan borç cevizler alındı. Kabukları halka, içleri yönetenlere kaldı. Böylece ceviz kabuğuna talim edenler “borç batağına batırıldı.” Her zaman olduğu gibi “cevizin içini yemesini bilmeyenler”e yine boş kabuk ve borç kaldı. “Cevizin içini yemesini bilenler” ise bin bir boya icat ederek “yeme işine” daha büyük bir iştahla devam ettiler, hem de ustalarına taş çıkartarak. Yeme işi her yeni gelen ile hızlandırılarak devam ettirilmektedir. “Vatandaş” denilen halk hariç, yemeyen kalmadı. Allah’ın hak dini İslâm’ın dışındaki tüm doktrinler (fikirler / görüşler) yeme üzerine kurulmuş değil miydi? En sonunda yeme işine o hak dini de alet ettiler.
Şimdi dünyada yeni buluşlar ve yeni cepheler keşfedildi. ABD (Tek kutup), AB (Türkiye’yi parçalayıp bölme birliği), BOP (İslam’ı yeryüzünden silme projesi), BİP (Büyük İsrail devletini kurma projesi), KIP (Kuzey Irak’ta İsrail’e kardeş, Türk’e meydan okuyan, Türkmenler’i yok sayan devlet projesi) gibi projeler üreterek “Batı” her zamanki işine devam ediyor.
“Doğu” ise Batı’ya alternatif olmak için deneme projeler uygulayarak kendine gelme egzersizleri yapıyor. İçinde üç Orta Asya Türk Devleti de bulunan Rusya ve Çin liderliğinde oluşturulmaya çalışılan “Şanghay Beşlisi” ABD ve AB’ne ağır ağır yüksek sesle cevap vermeye çalışmaktadır.
“Türkiye ve hinterlandındaki Türk ve Müslümanlar” yine ortada kaldı. Yine başlarının derdine düşürüldüler. İçerden dışardan bölünüp, parçalanmak ve tarihten silinmek için ; “haklarında verilecek kararları bekliyorlar” bakalım ne olacak ? Ne mi olacak ? Türk Devleti, yöneticilerimize çok büyük geldiği için devletimiz birkaç beden küçültülecek ! Hayret herkes seyrediyor ! Kimseden ses seda çıkmıyor !)
“Recep Haşatlı” böyle bir dünyada böyle bir Türkiye olmasın diye çırpınan gerçek bir vatanseverdi. İsterdi ki ; aydın denilenler gerçek aydın olsun, ilimde, fende ve ahlâkta Türkiye’yi ileri götürecek projeler üretsin. Kendilerini dış güçlerin ücretli temsilcileri yapmayıp, ekmeğini yedikleri memleketlerinin gençlerine iyi örnek olsun. İsterdi ki ; yöneticiler emanete hıyânet etmesin ve onu yandaşlarına değil ehline versin, halk’a tepeden bakıp azarlamasın, kararlar alırken adaletle hükmetsin. İsterdi ki ; hâkimler, hekimler ve hakemler halktan ve haktan yana olsun. İsterdi ki ; mimarlar, mühendisler ve tüm teknik elemanlar ilk sarsıntıda yıkılmayacak binalar yapsın. Ve daha çok şey isterdi, bunun için ; “varını yoğunu burs olarak üniversite gençliğine son kuruşuna kadar” vermişti. (“Recep Haşatlı” partileri amaç değil araç olarak görüyordu. Sağcı olsun, solcu olsun, ülkücü olsun, milliyetçi olsun, İslâmcı olsun, ne olursa olsun tüm partilerin bir noktada buluşarak ; memleketi ve milleti hak ettiği yere getirmeli diye düşünüyordu. Ve diyordu ki ; “hayret ediyorum dünyada Türkiye’den başka her devletin solcusu milli solcu oluyor da, Türkiye’dekiler neden Rusçu, Çinci ve şucu bucu oluyor ?” )
“Recep Haşatlı” ve her kesimden ve hatta her partiden binlerce ; dürüst, namuslu ve vatansever “Recep Haşatlılar” ölüp gittiler. Öyle değerli vatan evlatları şehit oldu ki, hangi birini sayalım? Komünizm İle Mücadele Derneği Genel Başkanı ve Dünya Komünizm İle Mücadele Dernekleri Genel Sekreteri, gazeteci yazar, milletvekili “İlhan Egemen Darendelioğlu”, gazeteci yazar “Erdoğan Hançerlioğlu”, Doğu Türkistan Dernekleri Genel Sekreteri ve gazeteci yazar “İsmail Gerçeksöz”, MHP Bakırköy İlçe Başkanı “Hikmet Ay”, MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı “Ali Rıza Altınok”, MHP Zeytinburnu İlçe Başkanı “Av. Bekir Şendilmen”, MHP Bakırköy İlçe Başkanı “Mehmet Başak”, MHP Şişli İlçe Başkanı “Bahri Genç” ve daha nice insanlarımız, ülkücü ve mukaddesatçı gençlerimiz vatanlarını sevdikleri için şehitler kervanına katıldılar. Onların boyası tek tipti ve Allah’ın boyası ile boyanmışlardı ; <<Allah’ın rengi ile boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir ? Biz ancak O’na kulluk ederiz. (Deyin)...>> 13 Evet öyle diyerek şehit olup gittiler. Onların boyası tek renk ve şehit boyasıydı.
“Recep Haşatlı” siyasete geçim için, küpünü doldurmak ve cevizin içini yemek için girenlerden değildi. Gerçek anlamda “Müslüman Türk İnsanı” olarak ; vatanı, milleti ve devleti için siyaset yapıyordu. Döneminde yapılan milletvekili genel seçiminde isteseydi milletvekili olurdu, çünkü hak etmişti. O, benden daha çok yararlı olabilecekler seçilsin diye bulunduğu görevde hizmete devam etti. Yalnız Yüce Allah’ın şu buyruğuna uyulmasını isterdi ; <<Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.>> 14 Çok iyi biliyordu ki, bir yerde emanetler (işler) ehline yani işin uzmanına ve ahlaklısına verilmezse o yerde ; gerileme, çökme ve yok olmaya gidiş başlar.
“Recep Haşatlı” şehit edilmesinden üç gün önce beni arayarak ziyaretimize geleceğini haber vermişti. Memnun olup, kendisini yemeğe davet ettiğimizi söylediğimizde, birkaç isim sayarak o arkadaşların da bulunmasını istemişti. İşte o tarihi cumartesi günü onu son görüşümüz oldu, yemekli toplantı yaparak sohbet ettik. Yalnız kaldığını ve ilk kadroyu aradığını söyledi. Sohbet sırasında her nedense sanki bir daha görüşemeyecekmişiz gibi “helallik istedi” ve “helalleştik.” Hatta bir arkadaşımızla yaptığı bir işten dolayı aralarındaki hesabı sordu. O arkadaş şaka olarak “Yirmi beş kuruş” borcunuz var diyince ; çıkarıp zorla verdi. ( O gün orada bulunan arkadaşlar hala sağdır.)
“Recep Haşatlı” bu yazı kaleme alınırken sanki bizimleydi. Onu yazarken hiç zorlanıp düşünmedik, çünkü o söylüyordu biz yazıyorduk. Daha yazılacak çok şey var, ama bu yazı bir biyografi (hayat hikâyesi yazısı) değil, sadece birlikte yaşanan hayattan kısa kesitlerdir. Elbet bu kesitleri birisi yazacaktı, bize nasip oldu. Külli kadere de cüzi kadere de inanırız. Külli kader yaratıcıya ait, cüzi kader O’nun kontrolünde olmak kaydıyla ve sebeplere sarılmak şartıyla yaratılana aittir. Sonuç “Levh-i Mahfuz”a yazılmış, herkes kendisine düşen rolü oynayacak, ister iyi oynasın isterse kötü oynasın. Bizim arkadaşımız “Recep Haşatlı” rolünü çok iyi oynadı ve dik duruşunu bozmadan imanla, ihlasla ve başarıyla tamamladı.
“Recep Haşatlı”yı bu yazı ile yeniden uğurlarken, onun görüşlerini dile getirerek, bir defa daha hayırla yadedelim. Çünkü bu görüşler onun da görüşleriydi : (Toplumumuzdaki bozulmayı ve bize ait olan özellikleri terk edip, başkalaşarak çürümeyi ve kendi yuvamızın (vatanımızın / devletimizin) kendimiz tarafından yıkılmasını kendi elimizle hazırlamamızın kader olmayıp ; affedilemeyecek bir gaflet ve hıyanet olduğunu Yüce Allah bize bildirmiş ; <<Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir ; halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi !>> 15 Bildirmiş ama biz hiç haberdar değilmişiz gibi davranıyoruz. AB bu gidişle yuvamızı (devletimizi) yıkacak. Böylesi bir plan ve proje “1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları” ile de uygulanmış ve “Osmanlı Devleti” yıkılmıştı. Hatta bugün olduğu gibi kandırmaca değil, 1856 yılında imzalanan “Paris Konferansı” ile devletimiz Avrupa Devleti olarak kabul edilmişti. Yani o günün AB’sine girmiştik, girmiştik ama bizi en kısa zamanda yok ettiler. Ancak Kurtuluş Savaşı ile bugünkü “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”mizi kurabildik.)
“Recep Haşatlı” gibi şehitlerin mensup olduğu Büyük Türk Milleti, “İslâm’ın bayraktarlığını” bin yıldır sürdürmektedir. Tefsir alimleri şu ayete göre bu bayraktarlık görevini Türk’lerin devraldığı yorumunu yaparlar ; <<Ey inananlar ! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum (millet) getirir ki, Allah onları, onlar da Allah’ı severler. Müminlere karşı yumuşak, kafirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda mücadele eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibi, her şeyi çok iyi bilendir.>> 16 Doğrusu Araplar’dan sonra en kalabalık İslâm kavmi Türkler’dir. Türkler bu bayraktarlığı yapamazlarsa, onların yerine Yüce Allah dilediği başka bir kavme vereceğini apaçık işaret buyurmaktadır. Bu gidişle Allah’ın hükmüne göre İslâm’ın bayraktarlığı görevimiz tehlikededir. (Dileriz “Recep Haşatlı” ve tüm şehitlerimiz boşuna şehit olmamışlardır.)
“Recep Haşatlı” gelimli dünya, gidimli dünya, sonu ölümlü dünyadan nice insanlar gibi geldi geçti. Asıl maksat gelip geçmek değil, “Bâki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş” sözüne uygun bir sonla gitmektir. Onun gidişinden sonra gördük ki arkadaşımız bu hoş sedayı bırakarak gitmiş. (Hoş seda ile birlikte asil, temiz ve hayırlı bir aile de bırakarak gitmiş.)
“Recep Haşatlı”nın kadrini sağ iken de, şehit olunca da arkadaşları, dostları, ülküdaşları ve mümin kardeşleri iyi bildi. Şair Baki’nin dediği gibi ; “Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki / Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf” misali, on binler el bağlayarak onu son yolculuğuna uğurladı. Yanında genç evladı “Mustafa Haşatlı” da vardı. Baba - Oğul güle güle gittiler, çünkü sevgili Peygamberleri âguşunu açmış onları bekliyordu.
“Recep Haşatlı” ve oğlu “Mustafa Haşatlı”yı yanına alan Allah, o ocağa yeni bir oğul “Kemalettin Güner” ve yeni torunlar “Mustafa Murat” ile “Ayşe Gökçe”yi verdi. “Fatma Haşatlı Güner”in gözü aydın olsun, çünkü herkes “Şehit Kızı” olamaz. Baba-Oğul Şehitlerin gözü geride değil, çünkü ocak bayrağı her gün daha yükseklerde dalgalandırıyor. (İnşallah bu ocak hep tüter.)
“Bendeniz” de tüm şehitlerimize selam gönderip, onları saygıyla ve rahmetle anıyorum.
(24 Ağustos 2005)
***
İhsan Tekoğlu
Dipnot / Kaynakça :
1- Kur’an, (Bakara, 2/154)
2- Hadis, (Buhari, Cihad,6)
3- Hadis, (Ebu Davud, Cihad, 25 / Müsned, 5/58)
4- Prof. Muhammed Hamidullah, (İslam Peygamberi)
5- M.Niyazi Özdemir, (Çanakkale Mahşeri ve Ah Yemen)
6- Kur’an, (Hud, 11/112)
7- Kur’an, (Hucurat 49/13)
8- Kur’an, (Rum, 30/22)
9- Kur’an, (Hucurat, 49/10)
10- Hadis, (Riyazüs’s-Salihin)
11- Kur’an, (Al-i İmran, 3/139)
12- Kur’an, (Araf, 7/155)
13- Kur’an, (Bakara, 2/138)
14- Kur’an, (Nisa, 4/58)
15- Kur’an, (Ankebut, 29/41)
16- Kur’an, (Maide, 5/54)