ADANMIŞ BİR ÖMÜR: FETHİ GEMUHLUOĞLU
N. G. 01 Ocak 1970
Dost bir kitabın sayfaları arasına saklanmış; dostluğa ve dostlukları yıpratmayan zamana ithaf olunmuş bir yazı…
Lisedeki edebiyat hocam bana sanatın ufuklarında capcanlı, hissedilebilir bir hayat elde edebileceğim büyülü sözlerini söylediğinde henüz on beş yaşındaydım. O yıllarda, ’’kitaplarda inzivaya çekilişim’’; şu sıralarda ise “hasret dolu saadet-keşif yolculuklarım” olarak değerlendirdiğim günlerimdi kendimi okuduğum kitaba kapatır oradaki başkahraman yahut yazarı günlerce kendimle özdeşleştirerek gerçek hayata döndürmeye çalıştığım taklit dolu yıllar…
Başkahramanların ölümsüzlüğüne inandığım, gökten düşen üç elmanın taliplerinden birinin de hep ben olduğum yıllar… Bazen yazarlara ve kahramanlara kendimi öyle kaptırırdım ki, ölmüşlerse onlar için dua eder, yaşıyorlarsa her kitaptan sonra bir mektup yazardım yollanmak üzere. Gençliğimin en heyecanlı umut dolu ve cevapsız mektupları… Telefon numaraları, adresler araştırırdım. Böyle bir dönemde bana gerçek erdemin, kahramanlığın avuçlarımın içindeki sayfalar olduğunu hatırlatan hocama ne kadar teşekkür etsem az doğrusu.
O gün edebiyat dersinde Cengiz AYTMATOV’un eserlerini ve hayatını işlemiştik. O sıralarda, Kırgızistan’a gidip Cengiz Aytmatov ile yüz yüze bir röportaj yapma hayalini kurduğum dönemlerdi. Dersin sonunda bu hayalimi öğrenen hocam benim nasıl imkânsız bir hayale kapıldığımı fark etmiş olacak ki şöyle demişti:
-Çocuklar! Bir yazarla tanışmak, onu yakinen görmek değildir. Yazar; bütün duygularını, sevgilerini, hüzünlerini, fikirlerini eserlerine aktaran kişidir. Bir yazarla tanışmak, onun kitaplarıyla konuşmaktı r aslında. Cümlelerin büyüsüyle muskadanmış bir yazının sessiz raksında onu dinlemektir onunla sohbet etmek.
Doğrusu o güne kadar onlarca kitap okumuştum ama hiçbir zaman bu cümleleri duyduğum an kadar yakınımda hissetmemiştim bir kitabın yazarını. O günden sonra yazdığım mektupları uzaklara yollamadım; kitaplarımın arasında sakladım.
Yıllar sonra Fethi Gemuhluoğlu ağabeyle tanışmam da böyle oldu. “Dostluk üzerine” yi ilk okumaya başladığımda böyle bir insandan nasıl habersiz olduğumu sorguladım günlerce. Sadece kendimi değil, kendimle beraber bir çok insanı da yargıladım. Henüz ilk kitabını çıkarmış bir yazarı günlerce konuştuğumuz olurdu. Ama onlarca güzel insanı yetiştirmiş bir gönül ehlinden bihaberdik. O bir yazar değildi, şair değildi; süslü laflar etmemişti kimseye. Ama “insan sarrafı” derler ya öyleydi. Kendisini hiç televizyonda görmedim, radyoda duymadım, “En çok satılanlar” listesine de girmedi okuduğum kitap ve hiçbir yazısından dolayı. Bütün bunlara rağmen kendini adayarak adını sonsuzluğa yazdırdı.Ün, şöhret istemedi hiçbir zaman.Belki de bu yüzden çok fazla bilinmiyordu. Şanssızdım belki, onu hiç kendisinden dinleyemedim.Çok yazan değil; çok okuyan ve konuşan bir insandı çünkü. Ama “Dostluk üzerine”yi ilk okuduğumda ; yazılarıyla değil, kelamıyla hem yazar hem başkahraman olan bu adamın Allah’ın ne sevgili bir kulu olduğunu anlamıştım. Kendisi hiç kitap yazmamış olmasına rağmen, ona dair yazılan ne çok şey vardı. Sayfalar dolusu bir “Aşk ve eylem adamı Fethi Gemuhluoğlu” profili çizilmişti. Kendi kaleminden 5-10 sayfa çıkan bu adam nasıl olmuştu da başkalarının sayfalar dolusu kelamına konu olmuştu? Bir kaç yazısı hariç onunla konuşamamanın, onu kendinden dinleyememenin muzdaripliğini yaşadım hep.Kitabın sayfaları arasına kondurduğum mektuplarımın onun eline geçemeyeceğinden korktum.Korkmakta haklıydım.Yaşayan bir ölüye hitab ediyordu çünkü o mektuplar.Sevdikleri, öğrencileri, dostları, kardeşleri yaşatıyordu onu. “Dostluk Üzerine” de ona dair şeyler yazanları, o mükemmel dostlukları biraz da kıskandım galiba.Pek çok ünlü yazar tarafından bu kadar sevilen bu insanın, aslında onların hocaları olduğunu öğrendiğimdeyse çok şaşırdım. Bir bahçıvan istinasız bunca çiçeği nasıl yetiştirebilmişti? Bu yolun bir ömrü fedada olduğunu öğrendim sonra.Ab-ı hayata kavuşanlar listesine aldım onu da.O zaman Lokman Hekim bulmamıştı aslında ab-ı hayatı.Kendini Hak rızası için feda edebilme cesaretini gösterenleri görünmez kılan bir illüzyondu ab-ı hayat. Damağıma ferahlık veren yavan bir su değildi. Rahmetin büyüsüydü. Lise yıllarımda hayranlık duyduğum yazarlar ve kahramanlar bu illüzyonun bir parçasıydı aslında.
Fethi ağabey de o rahmetten payidar olanlardandı işte. Yoksa bunca insanın ağabeyi olabilmek öyle kolay bir iş miydi? Bir bahçıvan hüneriyle yaşadı o. Cılız olsun, güçlü olsun itinayla bir bir ilgilendi toprağa attığı bütün tohumlarla. Baharla beraber her birini tek tek çapaladı, gübreledi; zararlı otlardan temizledi. Kuruyan dallarını, yapraklarını kopardı; yeni filizler vermelerini bekledi. Yaz geldi; susuzluktan kuruduklarını gördü. Koştu, su buldu. Yine de toprağına tutunamayanlar, gün geçtikçe solanlar oldu. Onlara azmi ve zaferi anlattı. Ümitsizliği kovdu hayatlarından. Bir gün hepsinin sonbaharı ve kışı yaşayacaklarını biliyordu. Kendi olmasa bile, toprağa güçlü, bereketli tohumlar bırakmalarını öğütledi.
İşte bugün okuduğumuz “Dostluk Üzerine” adlı kitap bu çiçeklerin özlerinden derlenmiş lezzetli bir baldır.Fethi ağabeyi hatırlatır bizlere. Onun kimi zaman öfkeli, kimi zaman muzip, kimi zamansa aşık yüzünü seyrederiz bu kitapta. Öfkeli ama adanmış, muzip ama adanmış, aşık ama adanmış… Ab-ı hayatın sırrına nail olmuş…
Ben Fethi ağabeyi yakinen tanımadım ama kardeşlerinin diliyle dinledim onu bu kitapta. Fethi ağabeyin sadece yaşayarak bize anlattığı bir şey vardı: Ancak seversek sevilebilir; dost olursak dost edinebilirdik.Nitekim o diyordu ki:
“Kendisine dost olmayanlar gayrıya dost olamazlar;
Kendileri ile barışa varmayanlar gayrı ile barışa varamazlar . Kaldı ki savaş yoktur. Dünya dostluk üzere halk edilmiştir.
Peki ya iyi dost olabilmenin, kendini feda edebilmenin sırrı neydi?Sadece güler yüz göstermek değildi belli ki dostluk. “Yaratılanı sevdim Yaradan’dan ötürü” nün sırrına vakıf olup, bir karıncayı dahi incitmeme hassasiyetine sahip olmaktı. Ezilen olsak da ezen olmamak; ayıplara ve günahlara karşı gece gibi örtücü olmaktı. Beni hayran bırakan sözlerinden birinde şöyle diyordu: “Kan dökücü olmayın.Maktul olun, katil olmayın.Mazlum olun, zalim olmayın.Size kassab olmak, sayyad-ı biinsaf olmak, dellal ve dellak olmak yakışmaz. Settar’ül uyub olmak yakışır.”
Zalime dur demenin yolunun yine zalim olmaktan geçtiği şöyle bir dünyada kim mazlum olmaya bu kadar içten talip olabilirdi ki? Şüphesiz ki maddenin bu kadar ön plana çıkarıldığı, kendini tüketen bir devrin içinde yaşayan tek tük gönül ehlinden başka kimse.
Onun içine büyüttüğü ve ona güç veren sevgi, heyecan ve aşk beni ne çok etkilemişti.”Beni bir ağaçla bir dağ başında bıraksanız ona aşık olurdum “ demişti bir yazısında.Onu varlığa ve var olmaya bu derece iten muhabbet neydi acaba?İhtiyarlığın bile önüne set çekemediği bu sevgini n kaynağı neydi?Yine kendisi anlattı bunu da yaşayarak.Yaratılana dost olmak Yaradan’a dost olmaktan geçiyordu.
Evet, Fethi ağabey bu gün yok. Olmayı en çok istediği yerde. Ve ben de bu gün onun öğrencisi olmaktan, onunla muhabbet etmiş olmaktan, onu tanımış olmaktan mutluluk duyuyorum. Sonsuzluğu avuçlayanlar, sonsuz izler bırakırlar dünyada. Sonsuzluğu avuçlamaksa önce kendini adamaktan geçer. Ve bütün destanlar, efsaneler adanmışları anlatır. Öyle zannediyorum ki bu Allah’ın ufak bir hediyesidir adanmışlara. Burada bu yazıyı kaleme alırken o hediyenin bir parçası olmaktan mutluluk duyuyorum. Selam böyle adanmışların üzerine olsun…