Siyasette mücadeleci bir kadın figür olarak Behice Boran
Burcu Ünalan Altaş 01 Ocak 1970
Behice Boran Türkiye’nin ilk kadın Marksist kuramcısı, ilk kadın sosyoloğu ve ilk kadın parti genel başkanı olmasına rağmen bugün adı Türkiye’nin sosyologları arasında bile geçmeyen, Türk siyasal hayatında adı çok sık anılmayan “sıra dışı” bir kadındır. Ben, 8 Mart’ta Onu anmadan geçemeyenlerdenim. Zira “siyaset” ve “kadın” denince aklıma ilk gelen isimlerdendir Boran. Oya Köymen “Türkiye’deki cinsiyetçi ayrımcılığın ve baskıcılığın, gündelik ya da sıradan faşizm gibi, ne kadar görünmez olduğunu, kadınları ve başarılarını görünmez kıldığını” belirtir.[1] Ancak Boran’ın “görünmez kılınmasının” tek sebebi elbette ki kadın olmasına bağlanamaz. Boran her şeyden önce kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan ve son nefesine kadar da inandığı yoldan sapmayan bir “kadın”dı. Bu nedenle Boran’ı sosyolog ve siyasetçi kimliğinin ötesinde, “kadın” olarak ele almayı, kadın olarak aktif siyasetteki konumunu, kadın sorununa nasıl baktığını ve onun şahsında sol hareket içinde kadına ve kadın hareketlerine bakışı sorgulamayı seçtim.
Öncelikle Behice Boran’ın akademisyen ve siyasetçi olarak doğru bildiklerini savunmaktan çekinmeyen, hapishane koşullarında dâhi dik durabilmiş, inançlı ve korkusuz bir kadın olduğunu söylemeliyiz. Fikirlerini pratiğe yani mücadeleye aktarmanın şart olduğuna inanan, fikirleri uğruna da bedel ödemekten kaçmayan ve siyasi hayatı boyunca da hep tutarlı olmuş bir insandı. Boran, ilk kez 1950’de Barışseverler Davası’ndan tutuklanıp 15 ay, 1953 yılında TKP Davası nedeniyle tekrar tutuklanıp 5 ay hapis yatmış, her üç darbeyi de yaşamış, 1971 muhtırasından sonra iki buçuk yıl tutuklu kalmış ve en son 1980 darbesinden sonra da yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Ardından vatandaşlıktan da çıkartılan Boran, 1987 yılında vatan özlemiyle öldüğü son ana kadar hep inandıkları, doğru bildiklerinin arkasında olmuştu.
DTCF’de başladığı akademisyenlik kariyeri,[2] II. Dünya Savaşının ardından ABD’nin başlattığı antikomünist propagandanın Türkiye’yi de sarmasıyla, Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi akademisyenler, milletvekili ve çeşitli gazete yazarlarının açıktan isimlerini anarak onları “kızıl düşman” ilan etmesi sonucu açığa alınmalarıyla son balınırlar. İşsiz kalan ve kamuoyunda hedef haline getirilen bu grup içinde Berkes, Boratav, Zekeriya ve Sabiha Sertel’in baskılar nedeniyle yurtdışına çıkmasına rağmen Boran yurtta kalmayı tercih etmiştir. Her biri yurtdışındaki üniversitelerde iş bulan arkadaşları gibi O da üniversitelerden teklif alsa dahi, sosyoloji tutkusuna rağmen yurtdışına çıkmayı reddedip, tercüme bürosu kurarak hayatını idame etmeyi seçmiş ve tam 10 yıl çok sevdiği bilimsel çalışmalarından uzak kalmaya katlanmıştı. Üstelik yurtta kalarak mücadele etmeyi seçen Boran, Türkiye’nin 1950’li yıllarındaki tek barış örgütü olan Türkiye Barışseverler Cemiyeti’ni kurarak, sokaklarda Kore Savaşı’na karşı halkı bilgilendirmek için broşürler dağıtacak kadar da militan ruhluydu. Bildirinin dağıtıldığı gün gözaltına alınan Boran 15 ay hapse mahkûm edilir, ağır cezadan hüküm giydiği için devlet memurluğundan ihraç edilir ve doçentlik unvanı geri alınır.
Bu durumda mesleğinin zirvesindeyken üniversiteden atılan ve yurtdışındaki üniversitelerde çalışma ve rahat bir yaşam imkânını reddeden Boran’ın inandığı örgütlü mücadeleye “parti” aracılığıyla devam etmekten başka şansı kalmıyordu.[3] 1962’de TİP’e girmiş, 1965’te Meclise giren TİP’in Urfa Milletvekili ve Dış Politika Sözcüsü olmuştu. Meclis konuşmaları da tavizsiz ve korkusuzdu. Öyle ki, konuşmaları sırasında sürekli saldırıda bulunan, sataşan, konuşmaları engellemeye çalışan Adalet Partililere karşı O, tavrını bozmadan konuşmasını sürdürüyordu.[4] Hatta bu sataşmalar, İçişleri Bakanlığı bütçesinin görüşmeleri sırasında başlayan tartışmanın linç girişimine dönüşüp, TİP’li milletvekillerinin dövülmesi ve onlara silah çekilmesine kadar vardığında da korkusuzluğunu ortaya koymuştu:
…kim ne derse desin, ister beğensin, ister beğenmesin halk yoluyla bu milletin güvenliği, bağımsızlığı ve halkın mutluluğu yolunda cesaretle sonuna kadar yürüyeceğiz. Ne şüpheler, ne iftiralar ne de dün akşamki gibi hadiseler, kan akıtmalar bizi sindiremeyecektir. Çünkü biz vicdanımızı hiçbir çıkar için satmış değiliz. Biz bütün hayatımızı halkımızın ve memleketimizin uğruna sunmuş, feda etmiş bulunuyoruz”[5]
Boran’ın meclis konuşmaları, gelişmişlik seviyeleri aynı olmayan ülkeler arasındaki ilişkinin eşit olamayacağını, bu nedenle ABD ile kurulan ilişkinin de bağımlılık ve sömürüye dayalı olduğunu ortaya koyarak o güne kadar eleştirilemez görülen Batı eksenli dış politikayı eleştirmesi açısından oldukça önemlidir. Mehmet Ali Aybar ile yolları ayrıldıktan sonra, partinin, kuramsal ve siyasi açıdan Marksizm’e yaklaşıp Leninist parti örgütlenmesinin benimsendiği VI. Büyük Kongre’de alınan kararlarda Boran’ın etkisi oldukça büyüktür. Zira kongrenin ardından 1 Kasım 1970’te toplanan MYK’da Boran, TİP Genel Başkanı seçilerek Türkiye’nin ilk kadın parti genel başkanı olmuştur. Boran’ın toplumsal incelemelerini her zaman sınıf bilinciyle yapması, değerlendirmelerinin ve öngörülerinin hep tutarlı ve gerçekçi olmasını sağlamıştır. Bu sebepledir ki, 12 Mart Muhtırası’nın gerçekleşeceğini aylar öncesinden kestirebiliyor ve gelecek faşist yönetime karşı savaş açıyordu. 8 Mart 1971’de yayımladığı bildiride egemen sınıflar lehine bir müdahalenin geleceğini öngörüyor ve bütün ilerici, yurtsever güçleri TİP’in başlattığı “Faşizme Hayır” kampanyasına destek vermeye davet ediyordu. Sol bir darbenin gerçekleşeceğini uman birçok sol örgüt ve partinin gerçekçi bulmadığı ve desteklemediği bu kampanya dışında Boran, 1971 Muhtırası’ndan sonra, 21 Nisan 1971’de Nihat Erim’e muhtıra gönderecek kadar cesurdur.[6] 27 Mayıs 1971’de tutuklanıp, 15 yıl ağır hapse mahkûm edildiğinde 61 yaşındaydı ancak O yine de af beklemiyordu:
Biz burada, şahıslarımıza yapılmış suç isnatlarından, mahkûmiyetten, tutuklu olma halinden kendimizi her ne surette olursa olsun kurtarmaya çalışan sanıklar konumunda değiliz. Hiç böyle bir kaygımız yok”[7]
Behice Boran, “işçi sınıfının hak ve özgürlükleri uğruna yürüttüğü mücadelenin kırılması” olarak değerlendirdiği 1979’da yasaklanan 1 Mayıs kutlamalarına, partili arkadaşlarıyla DİSK Genel Merkezi önünde katılacak kadar cesurdur. Üstelik eylem sırasında polisten dipçik yediğinde ve arkadaşları gözaltına alınırken, polisin O’nu zorla eve bırakmaya çalışmasına direnip arkadaşlarıyla cezaevine girdiğinde de 69 yaşındadır… 1980 yılında kalp krizi geçiren Boran, partililerin yurtdışına çıkması konusundaki ısrarı üzerine yedi yıl sürecek sürgün hayatına başlayacaktı. Bu dönem kendi deyimiyle, sosyalist mücadelesi boyunca başına birçok şeyin geleceğini, hapislerde yatacağını tahmin etmiş olsa da hayatının son günlerini yurdundan uzakta geçirmek zorunda kalacağı hiç aklına gelmediğinden belki de hayatının en zor yılları olmuştu. Ancak O, çok acı çektiği sürgün yıllarında dahi solun birleşmesi için uğraşmış ve kalp rahatsızlığına rağmen mücadelesini kelimenin tam anlamıyla son nefesine kadar sürdürmüştür. Nitekim 7 Ekim 1987’de TKP ve TİP’in TBKP çatısı altında birleştiğini duyurduğu basın toplantısından birkaç gün sonra, 10 Ekim 1987’de hayatını kaybetmiştir.
Peki, Behice Boran’ın, siyasetçi ve sosyolog olmanın dışında “kadın” kimliği ne ifade ediyordu? Boran, Fatmagül Berktay’ın tarifini yaptığı “süper kadınlar”dandı. Meclisteki görevlerinin yanında patriyarkanın kadına yüklediği anne/eş/ev kadını rolünü de başarıyla yerine getiren Behice Boran, “bir koltuğa iki karpuzdan fazlasını sığdırmıştır”.[8] Ancak Boran, meclisteki diğer kadın milletvekillerinin aksine, bir baba ya da eş vasıtasıyla değil, bilgi birikimi ve deneyimleriyle meclise girmiştir. Dolayısıyla kendi ayakları üzerinde duran, güçlü bir kadındır. Bunun yanında Boran, Medeni Hukukun kadınlara tanımadığı bir hakkı kullanmakta direnerek bekârlık soyadını kullanır yıllarca.[9] Boran ayrıca bilgi birikimi ve nitelikleriyle de “olağandışı bir kadın”dı. Fransızca, İngilizce ve Almanca biliyor olmasından dolayı TİP’in dış ilişkiler sorumlusu olmuş ve Avrupa’daki toplantılarına da kendisi katılmıştı. Üstelik Boran siyasi partilerdeki genel başkanların sadece yüzde 4,1’inin kadın olduğu Türkiye’de 1970 senesinde sosyalist bir partinin genel başkanı olarak önemli bir ilke imza atmıştır.[10]
Tüm bunların yanında çevresi tarafından hayretle karşılanan diğer bir özelliği ise her zaman bakımlı bir kadın ve iyi bir ev hanımı olmasıydı. Boran, dış görünümüyle “her zaman temiz ve şık giyinen, saçları hep kısa ve yapılı olan, dans eden, türküler söyleyen, hayat dolu bir kadındı”. O, yakın çevresinin anlatımıyla, ağır işler hariç evinin tüm işlerini kendisi yapan, “pırıl pırıl, tertemiz” evinde “usta işi yemekler” yaparak dostlarını ağırlayan becerikli bir “ev hanımı”, çocuğunun bakımını bizzat üstlenen iyi bir “anne”, eşi felç geçirdiğinde hasta bakımını yapan cefakâr bir “eş”, anne ve yaşlı aile büyüklerinin bakımını şahsen üstlenmiş “güzel bir insandı”. Tüm bunlar yan yana koyulduğunda Berktay’a göre Boran, kadın sorunlarının farkında ancak onlarla dayanışma içinde olmayan; akademisyenliği ve milletvekilliği dönemlerinde de iyi bir eş/anne/ev kadını olmaya çalışan bir “süper kadın”dır. Berktay bunun nedenini, modernist birey anlayışına dayandırır. Modernist birey anlayışı, insan haklarını temel alsa da toplumdaki cinsiyetçi ayrılıkçılığa dokunmaz. Toplumdaki eşitsiz ataerkil yapı olduğu gibi kalır. Nitekim kadının özel alana hapsolmuş konumu devam etmektedir. Ataerkil yapı ve kamu-özel ayrımını devam ettiren modern birey anlayışı, modernist bir ideoloji olan sosyalizmde de devam etmektedir. Sosyalist teoriyi benimseyen Boran’ın da ataerkil düzene karşı farkındalığı vardır ancak bu farkındalık “feminist bir bilinç” niteliği kazanmamıştır.[11] Dolayısıyla ne kadar kamusal alanda önemli konumda bulunsa da özel alandaki görevlerine de devam etmektedir.
Boran’ın siyasetteki uzlaşmaz tavrı da aslında kadınsı olmaktan çok “erkeksi” olarak algılanıyordu. Bunun nedeni de devrimci kadınların da “erkek gibi” olması gerektiğinin kabulüydü. Filiz Karakuş ekliyor:
‘Erkekleşmiş’ bir kadındı. Zaten erkek egemen zihniyette, o dönemde de okuyanlar, iyi eğitim alanlar, güçlü olanlar parti başkanı olurdu. Bir kadın için zordu… Hepimiz o dönem öyleydik. Sonradan Boran’ın evli, çocuklu olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Benim için sadece parti başkanıydı, çünkü.”[12]
Neşe Erdilek de “Benim için Boran, kadın olmaktan öte başkandı” diyor.[13] Şaban Erik de aynı görüşü paylaşıyor:
Kadınlığını hiç hissettirmezdi. Kendini tamamıyla partiye vermişti. Behice Boran demek, sosyalist mücadele demekti. Kadın olarak öyle göze batan bir tarafı yoktu. Alımlı sayılmazdı. Ama üzerinde insanı etkileyen bir hava vardı.”[14]
Devrimci, sol görüşlü ve “güçlü” kadınların kadın kimliğinden soyutlanıp, “erkekleşmesi/erkeksi olması” gerektiği görüşü aslında solun, kadına ve feminizme yönelik algısından kaynaklanıyordu. Zira Türkiye sol hareketi, 1980’lere gelinceye kadar, feminizmden “mücadeleyi parçaladığı” gerekçesiyle uzak durmuştur. Hatta sol, feminizmi “burjuva ideolojisi” olarak suçlamıştır. Kadınların siyasi partilerde yer alması solun önemli amaçları arasında yer almamakla birlikte 1961- 1991 yılları arasında kadınların oransal olarak sol partilerde daha çok oldukları söylenebilir. Ancak Marksist sola göre ise kadın sorunları, kapitalist düzenin yaratmış olduğu, sömürü düzeninden doğmakta ve Marksist hedeflerin gerçekleşmesiyle bu sorunların da çözüleceğine inanılmaktaydı. Dolayısıyla mücadele ayrı bir yapı içinde düşünülmemekteydi. Zira Marksistler kadın sorunlarını da parçalı bir şekilde ele alarak sadece alt gelir grubundaki kadınların sorunu olduğunu savunarak, yalnızca ekonomik sorunlara işaret etmişlerdir. Ancak sol içindeki ataerkil yapı kadınların sol cenahta yaşadıkları problemlerin tartışılmasıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla gerek Cumhuriyet döneminde Kemalizm’e gerekse de 1960 itibariyle Marksizm’e eklemlenen feminizm gerçek anlamına ancak 1980’lerde ulaşmıştır. 1980’ler Türkiye’de “yeni dönem feminist hareket”i oluşturan feminizmin bağımsız bir hareket olarak örgütlendiği bir dönemdi. Yani bu durumda Boran’ın da feminizmi Marksizm’den ayrı düşünemediğini söyleyebiliriz. Zira Boran TİP’in ikinci parti programında, sınıf çözümlemesi yapmış olmasına rağmen toplumsal cinsiyeti bir çözümleme nesnesi olarak ele almamış ve kadın hareketinin kapitalist egemen ideolojisine karşı taşıdığı potansiyele dikkat etmemiştir. Boran, kadın sorununun temelini, cinsler arasındaki ayrımdan değil, sömürü düzeninden ve sosyal sınıf ayrımından kaynaklandığını belirtir. Ancak kadınların kendi aralarında örgütlenerek sorunu çözmeye çalışmalarını da faydasız bulur. Çünkü sorunu yaratan, toplumsal yapıyı oluşturan sömürü düzenidir. Bu düzen değişmedikçe sorunlar ayrı ayrı örgütlenmelerle aşılamayacaktır:
… Bununla beraber, kadının genel sınıfsal konumundan doğan sorunlar yanında bir de kadın olmasına özgü sorunları bulunduğundan… Kendi aralarında örgütlenmeleri ve toplumsal mücadeleye girişmeleri doğaldır, gereklidir. Sorun, temelinde toplumsal yapının değişmesi sorunudur diye, kadın sorunu üzerinde ayrıca durmaya gerek ve kadınların kendi aralarında örgütlenip mücadeleye girişmelerine gerek yoktur gibi bir görüş yanlıştır. Ne var ki, kadın kitlesi kendi içinde eş türden olan bir kitle değildir. Sınıfsal ayrımlar bu kitleyi de ayrıştırır. Kadın hakları için mücadeleyi asıl, işçi, emekçi sınıflardan kadınlar, özellikle çalışma hayatında yer alanlar, doğru çizgide, işçi ve emekçi sınıfların demokrasi ve sosyalizm mücadelesiyle uyumlaştırıp bütünleştirerek yürütebilirler.”[15]
Değerlendirmelerini toplumsal cinsiyet hiyerarşisi dışında da yapsa Boran kadınların toplumdaki ikincil konumlarını önemsemektedir. “Türkiye İşçi Partisi’nin kadın genel başkanı olmasaydım da kadın sorunuyla ilgilenirdim; her sosyalistin ilgilenmesi gerekir”[16] diyen Boran, sosyolojik araştırmalarında kadınları ekonomik ve sosyal açıdan incelemiştir. Özellikle 1945’te bir dağ ve ova köyünün karşılaştırmalı incelemesini yaptığı ‘Toplumsal Yapı Araştırmaları’nda kadınların ekonomik alanda nasıl sömürüldüğünü ortaya koymuştur. Buna göre, kadınlar erkekler kadar -çoğunlukla da onlardan fazla- çalışırlar. Gerektiğinde erkeğin işlerini de üstlenen kadın, her ne kadar üretimin büyük kısmında yer alsa da, sosyal açıdan ikincil statüdedir:
Kadının iktisadi hayata, istihsale iştirak ettiği cemiyetlerde kadının sosyal mevkii yüksektir, kadının ekonomide mühim bir mevkii tutmadığı cemiyetlerde ise düşüktür [şeklinde bir görüş var]. Hâlbuki iktisadi fonksiyonla sosyal mevki arasında bağ açıkça ortaya çıkmıyor. Kadının çok çalıştığı, kadın emeğinin kıymetli olduğu cemiyetlerde de sosyal mevkiinin düşük olduğu görülüyor. Bizdeki köy topluluklarında da vaziyet böyledir… Gerek ailede gerek cemiyette erkek hâkim durumdadır’[17]
Üstelik bu araştırmaya konu olan her iki köyde de cinsiyet ayrımcılığının, kadın-erkek eşitsizliğinin geçerli olduğunu belirtip bir sistem sorununun varlığına dikkat çeker. Kadınların üretimdeki konumlarını da inceleyen Boran, kadının basit, pratik, kafa yormayı gerektirmeyen işlerde çalıştığını tespit etmiştir. Ürünlerin şehre gönderimi, satımı gibi “dışarı” işleriyle erkekler ilgilenirken kadınlar özel alandan dışarı çıkamamaktadır. Dolayısıyla Boran, kadınları fabrikada çalışan işçilere benzeterek onların erkeklerinin işçisi konumunda olduklarını söyler. Yani, kadınlar ile proletarya arasında haklı bir benzerlik kurmakta ve feminist teorinin, sosyalist argümanlara karşı ısrarla savunduğu bu pozisyonu, bilimsel araştırmacı kimliğiyle daha 1940’larda saptamaktadır.[18] “Erkek, üretimde yönetici olduğu kadar evde de yönetici durumdadır.” Bunda dinin de büyük etkisi olduğunu söyleyen Boran, “kadın ve erkek için ayrı iki ahlâk miyarı var: kadın için sıkı sadakat, erkek için tam bir hürriyet.”[19] der.
Kendisine ait olan “sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır” sözünü her koşulda, hayatının her dönemine (sosyolog, milletvekili, parti genel başkanı, mahpus) yansıtabilmiş ve inançlarının bedelini ödemekten korkmayarak her zaman “güçlü” olabilmiş bir kadındır Behice Boran. Ancak Berktay’ın da katıldığı gibi bilim insanı olarak kadının sömürüsünün farkında olan Boran’ın, siyasette “kadın kimliğini gizleyen, arka plana atan biri” olması dolayısıyla “feminist bir karakteri olduğundan söz edemeyiz.”[20] Bunun yanında Boran’ın, siyasette kadınların ayrı mücadelelerindense “birlikte mücadeleden” yana olarak sorunun işçi, emekçi sınıfının mücadelesine eklemlenerek çözüleceğine inanan ve siyasetin tüm zorluklarına direnmiş “devrimci” bir “kadın” olduğu unutulmamalıdır.
________________________________________
[1] Oya Köymen, “Bir Behice Boran Vardı…”, Radikal, 14.12.2007
[2] Boran’ın bir sosyolog olarak önemli çalışmaları bulunmaktadır. Le Play, Comte, Durkheim, Marks sosyolojisinden faydalanarak metodoloji geliştiren ve bu doğrultuda Türk köylerinde gerçekleştirilen sosyolojik araştırmaların Türkiye’deki ilk uygulayıcısıdır. İlk olarak Marksist bir bakış açısıyla toplumsal değişimi incelediği Manisa köylerinde 1940-41 yılları arasındaki çalışmalarından oluşan “Bir Köy Üzerine Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Tetkiki” adlı doktora tezi ve 1945 yılında yine köylerdeki araştırmalarından oluşan “Toplumsal Yapı Araştırmaları: İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki” isimli kitabı büyük yankı uyandırmıştır. Ayrıca 1940’ta öğrencileriyle kent sosyolojisi üzerine çalışmalar yapmıştır. Ayrıca Amerikan Sosyoloji Derneği’nin ilk Türk üyesi ve dünyanın önemli sosyoloji dergilerinden Amerikan Journal of Sociology’de yazmıştır. Gürsen Topses, “Türk Sosyolojisinin Kuramcısı”, Bilim ve Ütopya, sayı 172, Ekim 2008, s.22
[3] Nitekim Behice Boran’ın 1942’de TKP’ye üyeliği de Lenin’i okurken edindiği “örgütlü mücadele” bilincinden kaynaklanır.
[4] Mecliste sataşmalar ve düşmanca üslupların hâkim olduğu 1965-1969 döneminde tam 57 kez söz almış ve Mecliste gösterdiği performans Boran’ın ülke çapında tanınmasına yol açmıştı. Yeşim Arat’tan aktaran Fatmagül Berktay, “Olağandışı Bir Kadın: Behice Boran”, Biyografya 2: Behice Boran, yay. yön., Ayşegül Yaraman, Bağlam Yayınları, 2002, İstanbul, s. 19, Şaban Erik, “Behice Boran Üzerine”, Biyografya 2: Behice Boran, yay. yön., Ayşegül Yaraman, Bağlam Yayınları, 2002, İstanbul, s. 75
[5] Gökhan Atılgan, Behice Boran: Öğretim Üyesi, Siyasetçi, Kuramcı, Yordam Kitap, 2. Basım, 2009, İstanbul, s. 193
[6] Boran Muhtırasında, Erim Hükümetinin “asayiş ve nizam” parolası adı altında demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamaya hatta yok etmeye, “burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğinin daha açıkça diktacı bir rejime büründüğü bir siyasal rejim” kurmaya yöneldiğini söylüyordu. Atılgan, a.g.e., s. 212
[7] Savunmasından aktaran Atılgan, a.g.e., s. 219
[8]Berktay, a.g.m., s. 19
[9] Eşinin soyadı Hatko’dur.
[10] Mete Kaan Kaynar, Cumhuriyet Dönemi Siyasi Partiler, İmge Kitabevi, 2007, Ankara, s. 35
[11] Berktay, a.g.m., s. 20
[12] http://www.bianet.org/biamag/bianet/110551-behice-boran-38-yil-once-ilk-kez-bir-kadin-parti-baskani-oldu
[13] http://www.bianet.org/biamag/bianet/110551-behice-boran-38-yil-once-ilk-kez-bir-kadin-parti-baskani-oldu
[14] Erik, “Behice Boran Üzerine”, s.73
[15] Atılgan, a.g.e., s. 232
[16] Atılgan, a.g.e., s. 231
[17] Behice Boran, Toplumsal Yapı Araştırmaları: İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki, TTK Basımevi, 1945, Ankara, s. 103
[18] Berktay, a.g.m., s.23
[19] Boran, a.g.e., s. 190
[20] http://www.bianet.org/biamag/bianet/110551-behice-boran-38-yil-once-ilk-kez-bir-kadin-parti-baskani-oldu