Yaygınlaşan dindarlığın yaydığı huzursuzluk
Levent GÜLTEKİN 01 Ocak 1970
Gençliğimin önemli bir kısmını başörtüsüne özgürlük için harcadım. Çünkü devletin, dindar insanlara karşı tutumunda belirgin bir problem vardı.
Devlet, sadece dindarlarla değil, toplumun büyük çoğunluğuyla problemliydi.
Biz de kendimizce, bulunduğumuz çevrenin meselelerini aşmaya çalışıyorduk.
Uzun yıllar, gerçekleşmesi için çaba harcadığım ‘amaç’ bugünlerde gerçekleşti.
Kamuda başörtüsü serbest oldu.
Gelin görün ki içimde garip bir huzursuzluk var.
İdealimin gerçekleşmiş olmasından, özgürlük mücadelemizin zaferle sonuçlanmasından en küçük heyecan, mutluluk ve de tatmin hissetmiyorum.
Aslında bu konuyu dün yazmaya niyetliydim. Kararın eksikliklerine dikkat çekecektim. Fakat gazetelerde ve TV’lerde yasağın kalkmasından mutlu olan birkaç hanımefendi görünce, bu mutluluğa gölge düşürmeye hakkım olmadığını fark ettim.
Kendi kendime “On binlerce insanın yıllarca sıkıntı çektiği bir konuyu çözüme ulaştıran bir yenilik var, buradan siyasi analiz çıkarmak bu huzuru görmezden gelmek olmaz” deyip yazıyı iptal ettim.
Fakat içimde büyüyen endişe yakamı bırakmadı, büsbütün büyüdü ve benliğimi istila etti.
Çünkü biz Türkiye’de başörtüsü özgürlüğünü; barış ortamının inşa edilmesi, ötekileştirmenin giderilmesi, kardeşlik duygusunun kuvvetlenmesi, ayrımcılığın ortadan kalkması için savunduk.
Bugün bu kararın alınış, lanse ediliş, savunuluş hatta siyaseten pazarlanışı ne yazık ki kararın doğurması gereken barış ortamının önüne geçiyor.
Her zaman söylerim: Üslup içerikten önemlidir.
Bunu ne yazık ki bu meselede de görüyoruz. İktidar; dindarlığın veyahut dindarların koruyuculuğuna soyunmuş bir görüntü veriyor. Dolayısıyla dindarlığa ve dindarlara yönelik bir antipati dalgasına sebep oluyor.
Asıl endişem bu dalganın yeni nesiller üzerinde kalıcı bir iz bırakması.
İktidara, ‘güç’e yönelik muhalefet, kızgınlık; dindarlığa, dindarlara yöneliyor.
Türkiye dindarlarını etkileyen önemli bir adım atılırken ne yazık ki “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” şiarı göz ardı edildi.
Kamuda işine artık istediği kıyafetle gideceği için gözlerinin içi gülen o hanımefendiler, iktidarın keskin üslubunun sebep olduğu negatifliğin de hedefi haline gelecektir.
Tahammül edilmez bir ortamda, başörtüsüyle çalışıyor olmanın bir değeri olmadığını fark ettiğinde, bugünkü mutluluğun yerini üzüntü ve endişe alacaktır.
Kendini dindarların sözcüsü, hamisi ilan etmiş siyasetçilerin yanlış üslubunun faturası, hiçbir günahları olmadığı halde o insanlara yüklenecektir.
Halbuki ikisi bir arada yapılamaz mıydı? Hem o hanımefendinin mağduriyeti giderilip hem de toplumda bir barış ve kardeşlik rüzgarı estirilemez miydi?
Başörtüsüne özgürlük, tüm toplumu sevindirecek bir müjde, hakiki bir demokratikleşme adımı olarak kayda geçemez miydi?
Fakat “Dindarlar korunup kollanıyor”, “seküler hayat yaşayan ahlaklı insanlar dışlanıyor” algısı giderek yaygınlaşıyor.
Siyasetçiler “Dindarlara iyilik yapmış” olmanın, “Dindar nesil, dindar memur, dindar personel…”e alan açmanın semeresini toplamak istiyorlar. Fakat bilmeliler ki bu tür icraatlardan kendi hanelerine yazdıkları kazanç, dindarların hanesine yazılan zarardır. Üstelik, mevcut hesaplar ve üslup yapılan “iyiliği” değersizleştiriyor.
Bu tablo, başörtülülerin birer müstakil şahsiyet olarak algılanmasının da önüne geçiyor.
Meselenin bir yönü bu. Başka bir yönü daha var.
Türkiye’de son dönemde, hikmetten, itidalden uzak, intikam duygusundan ve ezilmişlikten güç alan, şekilci bir dindarlık yükseliyor. Bu dindarlık güven telkin etmiyor. Barışa katkı sunmuyor. Şekilci olduğu kadar, gösterişçi de. Birliğimizi ve bütünlüğümüzü pekiştirmek şöyle dursun, ayrıştıran bir üslup taşıyor.
Demek istediğim bütün halka özgürlük, adalet dağıtmakla sorumlu iktidar; yalnızca dindarları önemseyen, sahiplenen bir üslup benimsemekle dindar kesime iyilik değil, büyük kötülük yapmaktadır.
Biz de gençliğimizin en güzel yıllarında, “Başörtüsüne özgürlük!” diye tüm gücümüzle haykırdık.
Aklı kesen herkes, bizim haklı olduğumuzu biliyordu.
Kalbimizin derinliklerinde, köklü, lekesiz, sağlam bir inançla, özgürlük için çaba sarf ediyorduk.
Başörtüsü yasağı sürerken, biz haklıydık.
Dünyanın en barışçı eylemleri, “el ele” eylemleri, oturma eylemleri, büyük bir sabır ve metanet yüklü, duygu yüklü protestolar yapılıyordu.
Yasak vardı ve biz temiz bir davanın peşindeydik.
Fakat şimdi, yasak kalkıyor, gelgelelim aynı temizlik, sağlamlık hissinden eser yok?
Başörtüsü uğruna mesleğinden, hayatından, umutlarından koparılan insanlar vardı… Ve olağanüstü zeki, yetenekli çocuklarını sırf başörtülü diye dışlayan bir devlet vardı… Ve o gençlerin emeğinden, eserinden mahrum kalan bir toplum vardı…
Şimdi ne var?
Yasak karşısında kenetlenen bizler, nasıl oluyor da bugünkü özgürlük dolayısıyla birlikte sevinemiyoruz?
Neler oluyor?
Hepimize huzur ve güven telkin etmesi gereken dindarlığın, endişe ve ayrılık yayıyor olması size de tuhaf gelmiyor mu?
Sormak lazım: Din ve dindarlar mı siyasete hizmet ediyor yoksa siyaset mi dine ve dindarlığa?