ORGENERAL ADNAN ERSÖZ SUİKASTI/ FENT-Orgeneral Eşref Bitlis Suikastı
M. Metin Kaplan 01 Ocak 1970
14 Ekim 1991, İstanbul
Emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşmişti; aşağı yukarı on yıldır Kadıköy, Göztepe’de ikamet ediyordu… Aslında her şey iyiydi, rahatı da sağlığı da çok iyiydi. Mutlu bir evliliği vardı, çocuklarını iyi yetiştirmişti. Gül gibi geçinip gidiyordu. Ancak huzuru yoktu, ülke için endişe ediyordu.
Türkiye’de 20 Ekim’de Genel Seçimler yapılacaktı… Ancak ümit yoktu… Anket sonuçları doğru çıkar ise -ki çoğu doğru çıkıyordu- hiç bir parti tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayamayacak… Bir koalisyon hükümeti kurulacaktı… Ve muhtemelen Türkiye’de her şey daha da kötü olacaktı… Yapılan bütün anketlerde; Mesut Yılmaz’lı ANAP’ın bir hayli rey kaybedeceği… Süleyman Demirel’li DYP’nin oyunu ciddi oranda artırmakla birlikte tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğa ulaşamayacağı… Erbakan’ın RP’sinin, Türkeş’in MÇP’si ve Aykut Edebali’nin IDP’si ile yaptığı ittifak sonunda barajı rahatça aşacağı… İnönü’nün SHP’sinin DEP ile yaptığı seçim ittifakından beklediği sonucu alamayacağı ve belki de ciddi anlamda rey yitireceği… Son olarak Ecevit’in DSP’nin ise zorlansa dahi barajı aşacağı, görülüyordu.
Bu tahminler doğru çıkarsa ki büyük ihtimalle çıkardı, çünkü anketçilik iyice mesafe kat etmişti; Türkiye bir koalisyona gebeydi! Ya DYP ile ANAP, ya DYP ile RP-MÇP-IDP ittifakı, ya ANAP ile RP-MÇP-IDP ittifakı ya da DYP İle SHP bir koalisyon hükümeti kurardı ki bu ihtimallerin hiçbiri de ülke için hayırlı olmazdı... Türkiye, 12 Eylül öncesinde koalisyon hükümetlerinin nelere sebep olabileceğini, yaşayarak öğrenmişti!
Üstelik bugünkü Dünya şartları da Türkiye şartları da o zamankinden çok daha kötüydü… Dünya, sıkıntıları hâlâ süren bir büyük savaş yaşamıştı… Türkiye ise hem ekonomik kriz içindeydi, hem Körfez Savaşı’nın etkilerini, hem de iyice azgınlaşan PKK terörünü hâlâ yaşamaya devam ediyordu… Bunların ne kadar süreceği de maalesef henüz belli değildi… Üstüne bir de siyasî istikrarsızlık eklenirse vay Türkiye’nin haline!
Sol bölünmesin diye, oyunu SHP’ye vermek istiyordu, fakat SHP’nin DEP ile seçim ittifakı yapmasına içerlemişti… Buna, hiç gerek olmadığına inanıyordu, SHP’nin durumu iyiydi; birinci parti olamasa bile seçimlerden kesin ikinci parti olarak çıkardı… Kaldı ki tek başına hükümet kurabilmek için buna mecbur kalsa dahi SHP bu ittifakı yapmamalıydı. PKK nasıl olur da TBMM’ye sokulurdu? PKK nasıl olur da TBMM’de temsil edilirdi? Erdal İnönü nasıl olur da buna razı olabilirdi? O, İsmet Paşa’nın oğlu değil miydi? TBMM’deki PKK’nın neler yapabileceğini, nasıl olur da tahmin etmezdi? Bu, nasıl bir siyasî hırstı? Bu, nasıl bir gafletti? Bu adam, babasından hiç mi bir şey öğrenmemişti?
‘Yok’ dedi kendi kendine “Ben, bu SHP’ye oy moy vermem! Oyumu DSP’ye vereceğim.’
“Anlayamadım, Paşam. Bir şey mi dediniz?”
Döndü, koruma polisine baktı ve “Bir şey demedim evlâdım” dedi “Gene kendi kendime konuşuyor, olmalıyım.”
“Estağfurullah, Paşam.”
“Öyle evlâdım, öyle… Yaş, yetmiş dört oldu… Bundan sonra her şey mübah bize.”
Koruma polisi, daha fazla uzatmadı. Sustu. Televizyondaki konuşmaya verdi, kendini.
Adnan Ersöz, 1917 yılında İstanbul’da doğmuş. İlkokulu Emirgân’da, Lise’yi İstanbul ve Bursa Işıklar Askerî Liselerinde tamamlamış, daha sonra da Harp Okulu’ndan mezun olmuş. 1950’de ise Harp Akademisi’ni bitirmiş… 1955-60 yılları arasında Harp Akademisi’nde öğretmenlik, 1960-62 yılları arasında Washington’da Askerî Ataşelik yapmıştı.
1963’te General olan Ersöz, 1973’te Orgeneral olmuş ve Genelkurmay 2. Başkanlığı ve 1. Ordu Komutanlığı yapmış… 1977 yılında resen emekli edilmişti. Emekliyken, 13. 7. 1978’de MİT Müsteşarlığı’na atanmış ve 15. 11. 1979’da istifa edinceye kadar Müsteşarlık yapmıştı. Ersöz, 1942’de Refika Hanım ile evlenmiş ve Ünal, Tülin ve Tülay isimli üç çocuğu olmuştu.
Adnan Ersöz, ‘bundan sonra her şey mübah bize’ dediyse de koruma polisinin yanında kendi kendine konuştuğuna canı sıkılmıştı. Hem zaten televizyonu yalnız başına seyretmeyi severdi. Üstelik siyasî parti liderlerinin seçim konuşmalarını izliyordu… Bu düşünceler de kafasından bu esnada geçmişti.
“Evlâdım” dedi.
“Buyurun Paşam?”
“Sor, Refika Hanıma… Bakkaldan alınacak bir şey varsa al. Sonra da çık, biraz dolaş ya da evine git.”
“Emredersiniz.”
Koruma, gitti… Refika Hanıma alınacak bir şey var mı diye sordu… Alınacak birkaç şeyi bakkaldan alıp, geldi.
“Paşam” dedi, hâlâ televizyon seyreden Adnan Ersöz’e “Bakkaldan alınacak şeyleri aldım…
Ben çıkıyorum.”
“Tamam evlâdım. Teşekkür ederim.”
“Paşam, ben iki sokak ötedeki Necdet Üruğ Paşa’nın korumalarının yanında olacağım… Bir ihtiyaç olursa hemen gelirim… Telefon numarasını rehbere yazdım.”
“Tamam evlâdım… Gerekirse ararız.”
“İyi akşamlar, Paşam.”
“İyi akşamlar, evlâdım.”
Adnan Ersöz, koruma polisinin gittiğine âdeta sevindi… Koruma kullanmaktan hazzetmezdi. Bu yüzden, yetkililerden koruma yapılmamasını bile talep etmişti… Yetkili kişiler gelen telefonlara dikkat etmesi, sokağa çıkarken yanına mutlaka koruma alması için kendisini defalarca uyardıkları halde, koruma istemez, korumayı bazen yanından kovardı… Ancak Emekli Paşa olduğu için bir şey söyleyemezlerdi… Hatta Emekli Orgeneral, kısa bir süre önce İstanbul Merkez Komutanlığı tarafından koruma olarak gönderilen iki dağ komandosunu da kabul etmeyerek geri göndermişti.
Telefon çaldı… Bir daha çaldı… Bir daha çaldı… Açan olmadı… Refika Hanım ya çok meşguldü, ya da duymamıştı… Telefonu mecburen Adnan Ersöz açtı, oysa sevmezdi telefona bakmayı… “Alo” dedi.
“Alo” dedi, telefondaki bayan sesi “Mustafa Beyi arıyorum. Evde mi?”
“Yok, öyle biri” dedi Adnan Ersöz kestirmeden. “Burada, Mustafa Bey diye biri yok.”
“Özür dilerim… Yanlış numara çevirmiş olmalıyım… İyi akşamlar.”
“İyi akşamlar” diye cevap verdi, zoraki bir nezaketle Adnan Ersöz. Telefonu kapattı.
Telefon kulübesindeki kız, ahizeyi yerine koyduktan sonra “Evde!” dedi yanında bekleyen arkadaşlarına. “Adnan Ersöz evde!”
“Tamam! O halde, hemen gidelim.”
***
34 TFY 87 plâkalı Murat marka taksi, Göztepe Mehtap Sokaktaki 18 numaralı Burçak Apartmanı’nın önünde durdu… Bir bayanla bir bay indiler… Ancak taksi gitmedi, aksine şoför kontağı kapatmadan, arabayı kaldırımın yanına park etti.
Şoför gidemezdi, arkadaşlarını beklemek zorundaydı; çünkü hem apartmana gelen gidenleri gözlemek ve kontrol etmek, hem de işlerini tamamlayan arkadaşlarını alıp gitmek onun göreviydi… Sokağı ve apartman kapısını gözleyerek, direksiyon başında beklemeye başladı… Aslında o şoför dahi değildi, yalnızca sürücüydü… Taksinin şoförü ağzı bantlanmış olarak, bagajdaydı. Taksiyi, E-5 Karayolu Göztepe sapağında müşteri gibi durdurarak, silâh zoruyla gasp etmişler ve şoförü de oracıkta paket edip, bagaja kilitlemişlerdi… Taksici Selahattin Reçber, şimdi bagajda ecel terleri dökmekteydi.
Yasemin Okuyucu, arkadaşı Metin Dikme’ye “3. Kat” dedi, “Üçüncü katta oturuyor.”
Adnan Ersöz’ün üçüncü katta oturduğunu biliyordu, çünkü istihbaratı kendisi yapmıştı…
Yasemin Okuyucu, Mehtap Sokağa iki gün önce tencere pazarlamacısı gibi gelmiş… Sokakta oyun oynayan çocuklara, Burçak Apartmanı’nın bahçesinde çiçeklerle ilgilenen yaşlı adamı göstererek; “Çocuklar, tencere satacağım Adnan Paşa bu mu?” diye sormuş… “Hayır, abla. O
Adnan Paşa değil… Adnan Paşa üçüncü katta oturuyor” cevabını almıştı.
“Polisler nerede?”
“Onlar hep bakkal da oturur.”
“Çok yardımcı oldunuz… Teşekkür ederim, çocuklar.”
“Bir şey değil.”
Çocuklara inanmak gerekirdi, çocuklar yalan söylemezdi. Üstelik o, çocukların büyüklerden ve kadınlarınsa erkeklerden daha dürüst olduklarını çoktan öğrenmişti… Biliyordu bunu ve buna inanıyordu… Bu doğruydu… Çünkü bu, kaç kez sınamışsa, hep doğru çıkmıştı!
Örgüt; açık veya gizli örgütlerin birinden bir ‘sipariş’ almış ise istihbarat, hatta ‘nokta istihbarat’ hazır olarak gelirdi, yoksa hedef hakkındaki istihbaratı, operasyonu yapacak grup bizzat yapardı… Bunu yaparken de ya pazarlamacı ve genellikle de tencere pazarlamacısı gibi giderler… Adresleri sora sora bulur ve belirlerler… Ya da önceden öğrendikleri telefon numaralarını arayarak, kendilerini Kuvvet Komutanları’ndan birinin emir subayı olarak tanıtıp, subayın evden kaçta çıkacağını sorarlar ve kendisine bir mektup gönderileceğini söyleyerek, adresi öğrenirlerdi… Veya üst rütbeli subay ve polislerin evlerini telefonla arayıp, kendilerini terör uzmanı bir emniyet müdürü olarak tanıtıp, eşleriyle konuşup, saldırılardan söz ederek kocalarının aldığı güvenlik/emniyet tedbirlerini öğrenmeye çalışırlardı… Metotları buydu!
Yasemin Okuyucu ile Metin Dikme, merdivenleri hızla ve fakat dikkat çekmemek için telaşsızca tırmanarak, üçüncü kata çıktılar… Adnan Ersöz’ün dairesinin kapısının önüne geldiler… Kız, arkadaşına ‘Sen, yana çekil” diye işaret etti… Metin Dikme, gözetleme deliğinin görüş açısının dışına çıktı.
Yasemin Okuyucu, yüzünde sempatik bir gülümsemeyle, zile bastı.
Kapı zilinin sesini duyduğunda, Refika Hanım mutfakta bir şeylerle meşguldü. ‘Kim acaba?” dedi kendi kendine ve sonra duvardaki saate baktı. Saat 21.00’i gösteriyordu… ‘Kapıcı gelmiş olmalı.’ Kapıcı çöpleri toplamak için bu saatlerde gelirdi… O olmalıydı… Paşa, kapıyı asla açmazdı. Böyle bir alışkanlığı hiç olmamıştı… Askerdi ve Paşaydı, o… Hem zaten kendisi daha gençti; Refika Hanım altmış, Adnan Paşa yetmiş dört yaşındaydı.
Refika Hanım, mutfaktan çıktı, salonda dünyadan kopmuş halde televizyon seyreden eşine şöyle bir bakıp, kapıya yöneldi… Kapının gözetleme deliğinden dikkatle baktı… Bunu, özellikle generallere yönelik terör saldırıları yoğunlaştığından buyana alışkanlık edinmişti… Kapının önünde; topuz yapılmış sarı saçlı, 50-55 kilo ağırlığında, elmacık kemikleri hafif çıkık, patlak gözlü, iri kemikli bir kız, yüzünde hafif bir tebessümle bekliyordu.
Kızı tanıyamamıştı, ama ne olacaktı ki? Hiç teröriste benzemiyordu… Sıradan bir ev kızı gibiydi… Hele bir de saçları sarı olmasa, Refika Hanım, kızın kapıcının bir yakını olduğuna yemin edebilirdi… Üstelik terörist olsa ne olurdu ki; kızın bir sıkımlık canı vardı… Öylesine ufak tefekti ki… Gene de bir insiyakla tedbir aldı, kendince… Kapıyı, ardına kadar açmadı… Konuşacak kadar bir aralık verdi, ayağını kapının arkasına dayamayı da ihmal etmedi.
“Şimdi!” dedi Yasemin Okuyucu… Refika Ersöz bir şey anlamadı, lâfın gerisini bekledi… Ancak sözün gerisini kız getirmedi.
Metin Dikme gizlendiği yerden ok gibi fırladı, Refika Hanımın gözlerine göz yaşartıcı sprey sıktı… Refika Ersöz’ün dünyası karardı… Gözleri müthiş yanmış ve göz kapakları refleksle kapanmıştı.
“Ne! Ne oluyor!” diye bağırdı… Metin Dikme bir eliyle Refika Hanımın saçlarını kavradı… Bir omuz vurarak, kapıyı ardına kadar açtı… Refika Ersöz debelenmeye başladı, bir yandan saçlarını kurtarmaya çalışıyor, diğer taraftansa çılgınca sesler çıkarıyordu… Sesleri, Adnan Ersöz de duydu… “Ne oluyor!” diyerek koltuğundan kalktı, yetmiş dört yaşın müsaade ettiği hızla, kapıya doğru iki üç adım yürüdü.
Yasemin Okuyucu hazırdı, “Ben içeri giriyorum” diyerek, elindeki silâhla içeriye daldı.
Şaşkın vaziyette kendisine doğru gelmekte olan Adnan Ersöz’e, bir el ateş etti… Namlusuna susturucu takılı tabancadan fırlayan 7,65 çapındaki mermi, Paşanın boynuna saplandı… Aort damarını parçaladı, ama çıkamadı… Saplandı kaldı… Adnan Ersöz sadmenin tesiriyle yere düştü… Fakat ölmemişti… Şahdamarından bol miktarda kan kaybediyor ve can çekişiyordu... Yasemin Okuyucu üç adımda gidip, Paşanın başına dikildi… Tabancayı başına dayayarak, bir el daha sıktı… Mermi kafatasından girdi, yanağından çıktı.
Kalbi, ‘Paşası’nın vurulmasına dayanamadı… Refika Ersöz bayıldı… Ancak katiller kapıyı çekip dışarı çıktıklarında, birden ayıldı… Adnan Ersöz’ü kanlar içinde gördü ve “İmdat!” diye bağırmaya başladı… O esnada Metin Dikme kapıya bubi tuzağı kuruyor… Yasemin Okuyucu ise merdivenlerden iniyordu.
Refika Ersöz’ün çığlıklarına kapılar açıldı, komşular; ne oluyor acaba diyerek merakla başlarını uzattılar… Koridorda, 20-25 yaşlarında beyaz gömlekli, gri pantolonlu, ince bıyıklı, siyah saçlı birini; Metin Dikme’yi gördüler!
Adnan Ersöz’ün koruması sanıp, “Ne oluyor?” diye sordu, biri.
“Önemli bir şey yok… Paşa hastalandı... Yardım getirmeye gidiyorum… İyi akşamlar!”
Komşular, “Vah! Vah!” diyerek evlerine döndüler.
Metin Dikme, hızla merdivenlere yöneldi… Çabuk çabuk indi, arkadaşlarına yetişti… Taksi, olay yerinden uzaklaştı… İstanbul Sorumlusu Galip Aygül’ün emriyle daha önce ABD’li John H. Gandy’i ve Başkomiser Aydın Barış’ı öldüren grup, bu kez de Emekli Orgeneral ve eski MİT Müsteşarı Adnan Ersöz’ü vurmuştu!
Polis geldi, ama kapıdaki bubi tuzağından ötürü Adnan Ersöz’ün dairesine hemen giremedi. Bomba İmha Ekibi’ni beklemek zorunda kaldı… Bomba İmha Ekibi, yirmi dakikalık bir çalışmadan sonra kapıya asılan kutunun bomba olmadığını tespit etti… Kapı açıldı, Paşa henüz ölmemişti… Ancak terslikler devam ediyordu… Bu defa da Cankurtaran otuz beş dakika gecikti.
Adnan Ersöz, hızla GATA Haydarpaşa Askerî Hastanesi’ne götürüldü, fakat iş işten geçmiş… Kaybedilen elli beş dakika, Paşa’nın aşırı kan kaybından ölmesine yetmiş… Refika Hanım kırk dokuz yıllık hayat arkadaşını kaybetmişti!
Suikasttan sonra gazeteleri arayan bir erkek, Emekli Orgeneralin Dev Sol Silahlı Devrimci Birlikleri tarafından öldürüldüğünü belirterek, “12 Eylül generallerinden Adnan Ersöz’ü, 12 Temmuz şehitlerimiz ve seçim aldatmacasına karşı cezalandırdık!” dedi… Ancak işin aslı başkaydı!
1977 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal ERSUN’u kendine uygun gören ABD, askerî bir darbe yaparak yönetime el koyması için, “gerekli şartları hazırlama” adına bir provokasyon; 1 Mayıs katliamı, 2 sabotaj; biri Yeşilköy Hava Meydanı, diğeri Sirkeci Tren Garı, bir suikast; İzmir Çiğli Hava Meydanı’nda Bülent Ecevit’e, yaptırır… Bu olaylarda toplam 46 kişi ölür, yüzlerce kişi de yaralanır.
Ancak ABD’nin bu darbe tezgâhını, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Adnan ERSÖZ öğrenir ve Genelkurmay Başkanlığı’na bir mesaj gönderir. Bu mesajda şöyle demektedir: “Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal ERSUN, yetki ve sorumluluk alanımdaki birliklerimde DARBE’ye hazırlık konuşmaları yapmaktadır. Bu durumun böyle sürmesi mümkün değildir. Gereğini Genelkurmay Başkanlığı mı yapacaktır; gereğini yapma emri bana mı verilecektir?”
Mesaj, Genelkurmay Karargâhı’na ulaşınca ortalık karışır. Çünkü Orgeneral Adnan ERSÖZ, komutanı olan Orgeneral Namık Kemal ERSUN’un darbe hazırlığı yaptığını ifade etmekte ve ardından da “ya gereğini siz yapın, ya da ben yaparım” demektedir. İşin, şaka kaldırır tarafı yoktur. Hemen, “olağanüstü” bir Yüksek Askeri Şura toplantısı yapılır. Toplantıya, toplantı sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetme kudretini eline alacağını düşünerek kasıla kasıla gelen Orgeneral Namık Kemal ERSUN ile içeride darbe konusu konuşulurken, Emir Subayı Albay, Orgeneral Namık Kemal ERSUN’un evine gönderilir.
Ve ilerleyen saatlerde Orgeneral Namık Kemal ERSUN’un önüne “sağlık nedenleriyle” kılıfı ile “istifa dilekçesi” sürülür ve “İMZALA!” denir… Orgeneral ERSUN, bakar ki durum kötü, imzayı atar… Ardından Genelkurmay Başkanı’nın odasına alınır ve üzerindeki üniforması çıkartılarak, Emir Subayı marifetiyle evinden getirtilmiş olan sivil kıyafetleri giydirilir… Orgeneral ERSUN, Olağanüstü YAŞ Toplantısı’na Kara Kuvvetleri Komutanı olarak üniforma ile girmiş, mütekait ERSUN Paşa olarak sivil kıyafetle çıkmıştır. Tarih; 1 Haziran 1977.
Emekli Orgeneral Adnan Ersöz’ü, CİA öldürtmüştü… Adnan Ersöz’den, bu suretle hem Namık Kemal Ersun’un emekli edilmesinin hem Namık Kemal Ersun eliyle yapılması plânlanan askerî darbeye engel olmasının intikamı alınmış hem de Türkiye biraz daha karıştırılmıştı!