BÂKİ KALAN HOŞ SADÂ: ABDULLAH SAVAŞÇI
Dr. Necmeddin SEFERCİOĞLU 01 Ocak 1970
Günlerden pazardı; takvimler 21 Kasım
1976'yı gösteriyordu ve saat sabahın 7.00'-
siydi. Evdeki telefonun zili acı acı çaldı. Erken
saatteki bu telefon çağrısı, bütün ev halkını
heyecanlandırmış, meraklandırmıştı. Hemen
koşup açtım. Ahizedeki hüzünlü ses,
değerli hocam Prof. Dr. Osman Ersoy'a aitti:
«Necmeddin, diyordu, dün gece Savaşçı'yı
maalesef kaybettik...» Çok şaşırmıştım.
«Ne?..» diye haykırdığımı hatırlıyorum. Bir
süre üzüntü ve şaşkınlıktan na yapacağımı
bilemedim. Oysa durmanın sırası değildi. Biraz
kendimi toparladıktan sonra giyindim.
Kardeşim Nejat Sefercioğlu'na uğrayıp onu
da yanıma alarak Savaşçı'nın evine koştum.
Sonra... O sırada hatırlayabildiğimiz
dost ve arkadaşlara acı haberin ulaştırılması...
Duyup gelen dostların acılara acı katan
üzüntüsü... Cenazenin hastaneye götürülüp
getirilmesi... Dost ve yakınlarının gözyaşları
arasında evinden ayrılış... Memleketi Araç'a
kadar süren hüzün ve acı dolu yarış... Oradaki
defin töreni... Ve, acılarla yüklü olarak
yeniden Ankara'ya dönüş!...
Bunlar, Abdullah Savaşçı ile sürdürdüğümüz,
acı - tatlı pek çok anıların zincirlendiği
içten bir dostluğun da değil kardeşliğin,
son halkaları idi. Onunla birlikte, çok sevdiği,
adını anarken gözlerinin güldüğü Araç'ın,
vadiye bakan ve çevresi çamlarla çevrili
küçük bir sırttaki mezarına, bütün bu anıları
da bıraktım.
Savaşçı'nın ani ve beklenmedik vefatı
dostları ve kütüphaneci meslektaşları arasında
büyük bir şaşkınlık ve üzüntü yarattı. Hiç
kimse, O'nun, henüz 55 yaşında iken, bir
kaç dakikaya sığan bir rahatsızlık sonucunda
aramızdan ayrılabileceğine inanamıyordu.
Fakat, Ölüm meleği kendisini böylesine
apansız yakalamıştı.
Savaşçı, 20 Kasım 1976 Cumartesi
günü akşamı, görevi gereği bulunduğu İzmir'den,
ailesini görmek ve ertesi günü geri
dönmek üzere, Ankara'ya gelmişti. Yakınlarına
kavuşmanın sevinci içinde yemeğini yemiş,
çocuklarıyla konuşup şakalaşmış, saat
23.00'e kadar oyalanmıştı. Sonra birden
rahatsızlanmış; hemen çağırılan ve aynı binada
oturan hekim geldiği zaman, onu nabzı
durmuş bulmuştu. Yaptırılan sun'i solunum
semeresiz kalmıştı. Kalp yapılanlara cevap
vermiş, fakat beyin bunları karşılıksız bırakmıştı.
Yüksek tansiyonun yarattığı bir beyin
kanaması, hayatını noktalayan bir olay görünüyordu.
Deniz seviyesinden 900 metre yüksekliğe
çıkmak; Ankara'nın ünlü hava kirliliği;
yakınlarına kavuşmanın coşkusu; yıpratıcı
görevinin verdiği yorgunluk... Bütün bunlar,
o acı sonun sebepleri olarak gösterilebilirdi.
Fakat neye yarardı? Kader hükmünü yürütmüş,
dağ gibi Savaşçı, bir kaç dakika süren
ani bunalımın kurbanı olmuştu.
Abdullah Savaşçı ile 1951 yılında, yurt
alanına yayılmış seksen kadar şubesi ile zamanın
en güçlü gönüllü kültür kuruluşu olan
bir derneğin «umumî kâtib»i olduğu sırada
tanışmıştım. Benimi gibi, o sıralarda yirmi
yaşın coşkunluğunu süren bir çok genç bu
Derneğin üyesi idi. Bu genç ve kabına sığmaz
gençlerin, en çok yakınlık duydukları yönetici
ise, Savaşçı'ydı. Nedense, en sıkıntılı zamanlarında
bile gülebilen, olayları «vurdumduymaz
» denilebilecek bir soğukkanlılık ve
rahatlıkla karşılayabilen bu iri yarı, şişman,
fakat babacan «ağabey»i kendilerine, öteki
yöneticilerden daha yakın bulurlardı. Bunda,
hiç kuşkusuz, resmî görevinden arta kalan
zamanının hemen hemen, hepsini Dernek'te
geçiriyor olmasının verdiği alışkanlıktan daha
çok, gençlere gösterdiği ilginin rolü vardı.
Gençlerle yakından ilgilenir, onlara yol
gösterir, bazı taşkın hareketlerini gördü mü,
onları frenlerdi. Savaşçı yarattığı sevginin
ürününü ölümünde de görmüştü. Cenazesi ile
birlikte Araç'a kadar gidip son görevlerini
yapanlar, ailesi fertleri ile otuzbeş yıllık vefakâr
arkadaşı ve hocası Osman Ersoy bey
dışında, hep o günlerin onu yürekten sevmiş
ve bu sevgiyi bugüne kadar sürdürmüş olan
gencileri idiler.
Bu tanışmadan sonraki ilişkilerimiz, iş
ve çalışma arkadaşı, halef - selef, hoca -
öğrenci, kimi kuruluşlarda omuz omuza birlikte,
kimi kuruluşlarda birbirimize rakip olarak
sürüp gitti. Bütün bu ilişkilerin bozamadığı
tek şey, dostluğumuz, kardeşliğimizdi.
Kimi zaman birbirimize kırılmış, darılmıştık.
Fakat bunlar, buz üstüne yazılan yazılar
gibi, kısa zamanda ortadan kalkmış yerini
eski sevgi ve dostluğa bırakmıştı. Ortak
dost ve arkadaşlarımıza, benim için «Dünya'-
da en' sevmediğim insandır» der, çoğu kez
bu sözü benim yanımda da söyler, sonra
kendisine özgü ünlü kahkahasını atardı. Bu
sözü, söylemek istediğinin zıddı anlamda olduğunu
herkes bilirdi.
Kültür Bakanlığı müfettişi olmadan önce
sık sık görüşür, dertleşir, şakalaşırdık.
Müfettiş olduktan sonra ise, teftiş için. gittiği
her yerden dönüşünde mutlaka telefonla
arar, yokluğu sırasında Ankara'da vukubulan,
ilgilendiği olayları sorardı. Bunların büyük
kısmı kütüphanecilik camiasındaki gelişmelerle
ilgili olurdu. O da, gittiği yerlerdeki
kütüphaneler hakkında bilgi verir, oradaki
meslektaşlarımızdan haber ve selâm getirirdi.
Ecel onu yakalamamış olsaydı, yazımın
başında sözünü ettiğim telefon konuşmasını,
mutlaka, onunla yapacaktık.
Savaşçı'ya ilişkin ve kütüphanecileri ilgilendiren
en tatlı anılarım, onun hocası olduğum
kısa dönemle ilgilidir. Bunlardan bir
ikisinin anılması, sanırım O'nun ruhunu da
şadedecektir.
Ben Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi
Kütüphanecilik Bölümünde asistan olarak görev
aldığım sırada Savaşçı, bu Fakülte'deki
ikinci öğrenciliğinin1 son yılında idi ve Kütüphanecilik
Bölümünde okuyordu. Göreve
1962 yılı Şubat'ında başlamış ve Mart ayından
itibaren de, son sınıflara «süreli yayınlar
» konulu bir ders vermekle görevlendirilmiştim.
O ilk iki derse gelmedi. Sonra bir
gün. Bölümün, DTCF ana yapısının 4'ünoü
katındaki, bütün öğretim üye ve yardımcılarının
bir arada bulunduğu, ilk çalışma odasına
girdi. Odada Osman Ersoy bey ile ben
vardım. Doğruca Osman beyin masasına gitti
ve «Ben Süreli Yayınlar dersine girmesem
ne olur?» diye sordu. Osman Ersoy beyin,
onu kızgınlık içinde geri döndüren cevabı
hâlâ kulaklarımdadır: «Ne olacak devamsızlıktan
sınıfta kalırsın!..» Öğrencimiz, bundan
sonraki derslere eksiksiz devam etmişti.
Sınıfın arka sıralarından birine oturur, dikkatle
anlatmağa çalıştıklarımı dinlerdi.
Böylece haftalar haftaları kovalamış ve
yıl sonu gelmişti. Öğrencilerin devam karnelerini
imzalıyorduk. Bütün öğrenciler gelip
benden imza almış, Savaşçı görünmemişti.
Yine birgün, Osman beyle yalnız olduğumuz
bir sırada çalışma odamızın kapısı
açılmış ve dev görünüşlü biri içeri girmişti.
Bu, Savaşçı idi. Yine, bana bakmadan, doğruca
Osman Ersoy beye gitti ve devam kar1
nesini'n imzalanacak sayfasını açarak, kendisine
verdi. Osman bey, gülerek, «dersin hocasına
götür, onun imzalaması lâzım, derse
devam edip etmediğini ben nereden bileyim»
dediği zaman meseleyi anlamıştım. Osman
beye imzalatılmak istenen sayfa, benim okutmağa
çalıştığım derse aitti. Savaşçı, defteri
benim bulunduğum zamanda Osman beye
imzalatarak beni hocası saymadığını(!) ispatlamak,
daha doğrusu beni kızdırmak istiyordu.
Fakat oyunu tutmamış; kızma sırası O'na
gelmişti. Osman beyin uzattığı defteri kapıp
benim masama geldi, defteri hışımla masama
koydu. Ben ise, büyük bir soğukkanlılıkla
aldım, yoklama cedvelini açıp derslere
devam ettiğini bile bile, devam günlerini
saydım, ondan sonra da defteri imzaladım.
Defteri aldıktan sonra imzanın bulunduğu
sayfayı açıp uzun uzun baktıktan sonra «Bu
imza kalbime saplanmış bir hançerdir!..»
deyişi, görülecek şeydi. Sonraki yıllarda
burçları anlatır anlatır, gülerdik. Şu satırları
yazarken de, O'nun karşımda güldüğünü görür
gibiyim.
Yıllardır tanıdığı, ağabeylik, iş ve mesai
arkadaşlığı ettiği bir kimsenin hocalığını kabullenmek,
Abdullah Savaşçı mizacında bir
kimse için, elbette ki çok zordu. O, kaygısız
görüşünün arkasında hisleriyle yaşayan, çoğu
kez duygularının buyruğu ile hareket
eden bir insandı. En etkileyici olaylar kendisine
vız gelir, fakat çok küçük ve basit
bîr olay, onu çılgına döndürürdü. Fakat, yeri
gelince duygularına gem vurmasını da bilirdi.
Bu, benim hocalığım meselesinde de
böyle olmuşı, başlangıçta bir türlü kabulle1
nemediği benim öğrencim olması durumunu
tevekkül içinde kabul etmişti. Ama, devamlı
yakınarak, bütün ortak dostlarımıza «Benim
başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi,
Sefercioğlu hocam oldu» diyerek ve
bana gelip «Kahrolmayası. Sen herkese Savaşçı'nın
hocası oldum diye öğünüyormuşsun
» diye çıkışarak... Ve bu hocalık - talebelik
meselesi, ölümüne kadar, aramızdaki
şakalaşma konularından, biri olarak, daima
tazelendi, daima anıldı. Ortak dostlarımız da
bunu bilirler, ikimizi bir araya getirdiler mi,
hemen bu konuyu ortaya atıverirlerdi. Artık
bunları içimde buruk bir acı duyarak hatırlayacağım.
Bu arada, kendisinin çok ciddî bir öğrencilik
dönemi geçirdiğini; Bölümde iki eski
arkadaşı bulunmasının, onu daha çok çalışmaya
yönelttiğini. Bölümü, o sırada oğlu çok
üzücü bir kaza geçirmiş olmasına rağmen,
başarılı bir sınav sonunda bitirdiğini belirtmeliyim.
Kendisi resmiyetle hususiyeti çok
iyi ayırır, derslerde «öğrenci» olmanın bütün
şartlarını yerina getirirdi.
Abdullah Savaşçı, geç katılmış olmakla
birlikte, kütüphanecilik mesleğini yürekten
sevmiş bir meslektaşımızdı. Kendisinin son
yılı içine alan hayatı kütüphanecilikle dolu
geçmiştir diyebiliriz. Mesleğin gelişmesi yolundaki
her çalışma onu sevindirir, bunlara
katılmaktan, hiç değilse teşvik etmekten
büyük bir memnunluk duyardı. Ankara II
Halk Kütüphanesindeki müdürlük görevi sırasında
kütüphane personeline kendisini sevdirmiş
ve saydırmıştı. Müfettişliği de, Anadolu'da
görevli kütüphanecilere daha yakın
olmak, onlarla tanışmak, dertlerine ortak
olmak, çalışmalarında onlara yardım edebilmek
amacıyla kabullenmişti. Müfettişliği, kütüphanecilerin,
eksik yanlarını bulup eleştirmek
değil, onlara yardım etmek görevi sayardı.
Bu sevimsiz işi, sevdirmeğe çalışır ve
sanıyorum, bunu büyük ölçüde başarırdı.
Türk kütüphaneciliği, O'nun şahsında,
mesleğini yürekten seven ve ona yararlı olmak
için çırpınan değerli bir mensubunu
kaybetmiştir.
Ben ise, yirmi beş yıl pek çok olayı
birlikte yaşadığımız, bunlara birlikte sevinip,
birlikte üzüldüğümüz bir ağabey, bir dost, bir
meslektaş ve ülküdaş yitirmenin onulmaz
acıları içindeyim.
Nur içinde yatsın!..
(I) Savaşçı, 1940'larda DTCF'nin Türkoloji Bölümüne öğrenci
olmuş, fakat öğretim üyelerinden birisi ile
doğan bir anlaşmazlık sonunda, son sınıf öğrencisi
iken öğrencilikten ayrılmak zorunda kalmıştı. Aynı
Fakülteye, 14 yıl sonra ve ilk sınıftan başlayarak,
yeniden öğrenci oldu.