DİL
Nevzat KÖSOĞLU 06 Aralık 2006
Dilin insan ve toplum hayatı üzerindeki değeri üzerine çok şeyler yazılmıştır. Özellikle, dilin millî kültürün taşıyıcısı olduğu ve dil düşünce ilişkileri, vurgulanmaya değerdir. Ancak, biz konunun bu yönleri ile değil, dilin, bir milletin, milliyet duygusunun ve millî kimliğin oluşumundaki yeri üzerinde kısaca duracağız. Bugün de halkımız, “dili dilime, dini dinime uyanı” kendiden sayar. Gerçekten de, tarihî süreç içindeki, ….. bütün değişmelere rağmen, bu iki unsurun millî kimliğimizi belirlemekteki ağırlığı hep devam etmiştir.
Büyük Hun İmparatorluğu içinde çeşitli kavimler yaşadığı halde, kültür tarihçimiz Prof. Bahaeddin Ögel, “Orta Asya’da müşterek bir kültürün yaratılabilmiş” olduğunu söyler ki, bunun temeli de yönetici kesimin dili olan Türkçe olmak gerekir. Millî kimliğimizin ilk ve temel unsurunun Türkçe olduğu, tarihî süreç içinde hep bilinmiştir. Yabancı topluluklar daima, Türkçe konuşan toplulukları “Türk” olarak isimlendirmiştir.
Kültür tarihçileri ve dilciler, bir topluluğun ortak bir dile kavuşabilmesi için, ayni siyasî ve kültürel çevrede çok uzun süre birlikte yaşaması gerektiği üzerinde dururlar. Gelişmemiş toplumlarda ortak bir dile ulaşılamadığı ve her köyün, her küçük topluluğun kendine mahsus bir dil geliştirme temayülünde olduğu gözlemlenmiştir. Ancak uzun bir süre ayni hâkimiyet altında yaşamış, ayni coğrafya üzerinde serbestçe dolaşıp, kültürel temas imkânı bulan topluluklardır ki, lehçe ve şive farklarını kaldırarak, kendi tabii gelişmesi içinde ortak bir dil kurabilmektedirler. Bu siyasî birlik parçalanıp, kültürel etkileşim imkânları azalınca, yine farklılaşma temayülleri ortaya çıkmaktadır.
Gök-Türk âbidelerindeki Türkçe’yi inceleyenler, bu kadar âhenkli ve zengin bir dil haline gelebilmesi için, Türk topluluklarının çok uzun yüz yıllar boyunca, ayni siyasî hâkimiyet altında, ortak bir kültür alanında yaşamış olmaları gerektiğini ifade etmektedirler. Bu uzun oluşum sürecinin, millî dil ile birlikte bir millî ruh da oluşturduğu ileri sürülebilir. Bu yüzden, her millî dilin arkasında bir millî ruh vardır, denilmiştir.
Bugün de, kimliğimizin temellerinden olan Türkçe konusunda, Türk milliyetçileri, teknik meseleler hariç, iki ana siyaseti başarmak zorundadırlar. Birincisi, kültürel ilişkilerin iyice yoğunlaşıp, etkileşimin arttığı dünyamızda, Türkçe’mizin yabancı kelime ve üsluplardan korunmasıdır. Esasta, kültür zenginleşmedikçe yani o dili konuşan toplumun dünyası genişleyip, zenginleşmedikçe dilin zenginleşmesi de mümkün değildir; çünkü, kültür/toplum yeni bir şeyi kavrayacak ki, ona bir de isim versin. Kendi üslubuna katacak, kendi dünyasındaki yerini, değerini rahatça belirleyebilecek bir güvenle kavramadıkça, kültür o olguyu isimlendiremez; yahut, hangi kültürden o olguyu tanımışsa, o kültürün verdiği isimle onu alır. Tabii ki, ilmî olguları yahut herhangi bir alana ait uzmanlık konularını, işaret edilen ölçüde kavramak ve isimlendirmek ilim adamlarına ve o alanın uzmanlarına düşen bir yükümlülüktür. Onlar, ilgi alanlarında yaratıcı bir düzeyde bulunuyorlarsa, sıkıntı çekmeden, karşılaştıkları olguları isimlendirebilirler; ama, taklit düzeyinde bulunuyorlarsa, isimlendirmek o kadar kolay olmayacaktır.
Tabii kültür değişmeleri açısından durum bu olmakla birlikte, milliyetçilik hassasiyetleri ve şuuru, hayatın yönlenmesinde, yani kültürel muhtevaların kazanılıp, isimlendirilmesinde önemli bir muharrik güç oluşturur. Kimlik şuuruna sahip ve millî hassasiyetleri olan bir ilim adamı, karşılaştığı yeni olguları kavrarken de, isimlendirirken de, çok daha dikkatli ve ter döken insandır. Esasen, “milleti nev-i beşer” olanlar, eğer karşılaştıkları kavramı kendiliğinden Türkçeleştirmemişlerse, yabancı bir kelimeyi kullanmakta hiçbir sorun görmezler. Millî kimlik hassasiyeti olan, dilini seven insanlar ise, cehd ederler, kendilerini zorlarlar, yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışırlar. Yukarıda işaret edildiği gibi, o ilimdeki düzeyleri ölçüsünde de başarılı olurlar.
Bu konuda dilin mantığına, kurallarına ve âhengine uygun olmak kaydıyla yapılacak ölçülü zorlamaların faydası olacaktır. Ancak, bu ifadelerimi, Türk kültürünü tarihî ve dinî kaynaklarından koparmak, millî kültürümüzü tam batılı bir dünya görüşü ve muhtevaya kavuşturmak için yapılan özleştirme gayretleri ile ilgilendirmemek gerekir. Çünkü biz, karşılaştığımız kavramın Türkçe’sini bulalım derken, o kavramı bir Türk gibi, Türk kültürünün ölçü ve istikametleri ile kavrayıp değerlendirerek Türkçeleştirelim, diyoruz. Acı tecrübelerini yaşadığımız, Cumhuriyetin bir dönemindeki özleştirme hareketi ise, Türk kültüründen kaçış ve kavramları batı muhteva ve ölçüsünde yeniden kurmak için yeni kelime uyduruyordu.
Dikkat edilirse, burada kavgası yapılan şey, kelimenin kendisi değildir; hareketin yöneldiği istikamet ve saiktir. Görünen maksat bir kavramın Türkçe’den türetilmiş bir kelime ile karşılanmasıdır; ama, saiki Türkçülük, milliyetçilik değil, Türk kültürünün tarihî yön ve muhtevasından kaçıştır. Eski kelime, bütün muhteva, çağrışımları ve ilgileri ile terk edilecek, yerine uydurulan kelimeye Avrupaî bir kültürel muhteva, çağrışımlar ve bilgiler kazandırılmaya çalışılacaktır. Kısaca, kendinden, kendi tarihî birikim ve kültürel kimlinden kaçış için, dilin gücü kullanılmaya çalışılmaktadır. Bunun en çılgıncasını Nurullah Ataç yapmış ve Latince’nin resmî dil olarak kullanılmasını kabul ettiremeyeceği için bu yolu seçtiğini açıklamıştır. Ataç’ın kelimelerdeki uydurmacılığı ve tasfiyeciliği bir yana, Türk Millî Eğitimi üzerinde de etkili olmuş ve Ankara’da Latince öğreten “Klasik Lise” kurulmuştur.
Türkçe’de sadeleştirme hareketini başlatan Ömer Seyfeddin, Ali Canip gibiler ve onların takipçileri ise, Türkçe’yi Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerden kurtararak Türkçeleştirmek istiyorlardı; kendi millî kimliğimizden, kültürel birikimimizden kaçmak akıllarına bile gelmiyordu ve fiilen de böyle bir kaçış yaşanmıyordu.
İşte bu noktada hangi sebeplerle olursa olsun, hayatımızı işgale yönelen yabancı kelimelerle mücadele ve Türkçe’yi koruma, içine girdiğimiz yüz yılın en önemli konularından biridir. Yabancı kavramlara yahut yabancı kaynaklı yeni hayat olgularına Türkçe isimler bulmak bir yana, kendi ürettiklerimize, kendi yaptıklarımıza Türkçe isimler koymak noktasındaki zaaflarımızı, gerektiğinde hukukî zorlamalar kullanarak gidermeliyiz. Yurdumuzda yayın yapan radyo ve televizyonların sadece isimleri bile bizi ve dilimizi yeterince aşağılamaktadır. Sokaklarımızdaki tabelâlar, buralardaki anlaşılmaz kelime ve terkipler utanç vericidir. Ürettiğimiz malların büyük bir çoğunluğuna yabancı markalar koyuyoruz. Ürettiğimiz gömleklerden, kapı önündeki paspaslara kadar, üzerine yabancı dillerden “hoş geldin”ler, “merhaba”lar yazıyoruz. Şu sıralarda, Türk markalarının yabancı pazarlarda tutunabilmesi için trilyonlarca lira destek vermeyi kararlaştıran devletimiz, o markaların mutlaka Türkçe olması gerektiği şartını koydu mu dersiniz?
Dilin kendi tabii gelişme süreci içinde rahat bırakılması gerektiği, hukukî zorlamaların dilin tabiatına aykırı olacağı iddiaları doğru değildir; sırf ticarî açgözlülükler –ki esasında aptallıklardır- yüzünden dilin bozulması, dilin tabiatına uygun değildir. Tam tersine, gerektiğinde hukukî yaptırımlarla, dilin gayri endişe yahut beklentilerle yönelilen bozulmaların engellenmesi, dilin kendi tabii gelişmesine imkân verilmesi demektir. Örnek almaya çalıştığımız batılı ülkeler, ihtiyaç duyduklarında tereddütsüz bu hamleleri yapmaktadır; en açık ve yakın örneği de Fransa’dır.
Çocuğumuzun adını Türkçe koymak zorunda iken, ürettiğimiz malın yahut iş yerimizin adını istediğimiz dilden koyabiliriz. Niçin? Birincisindeki mantığı, ikincisinde geçersiz kılan nedir? En hafifinden, basiretsizlik…
Bütün kurumlarımız, üniversitelerimiz, belediyelerimiz, Meclisimiz, kendilerini, Türklük şuurundan uzak sokak çığırtkanlarının yahut Türk’ten uzak durmayı yol bilmiş mahutların etkilerinden sıyrılıp, yüz yılımızın temel meselelerinden birinin dil olduğunu bilmeli ve Türkçe’mize, kendi imkânlarını kullanarak sahip çıkmalıdır.
Dünya hangi ölçülerde bütünleşmeye giderse gitsin, Türk kimliğinin ana sütunu olarak ayakta kalacak olan ve kalması gereken dilimizin zenginleşmesi ve güzelleşmesi için ilk adım, onun yabancı dillerin istilâsından korunmasıdır. Kendisi üretemeyip, sürekli ithal eden kültür/dil, mantığını ve heyecanını kaybeder ve artık bir gelecek vaat edemez.
***
Bu yüz yılda dilimizin ikinci hedef ve meselesi, bütün Türk dünyasında ortak bir yazı dilinin oluşturulmasıdır.
Bilindiği gibi, Sibirya üstlerinden Çin Denizi’ne ve Avrupa ortalarına kadar yayılan muazzam coğrafya üzerinde tarihî oluşumunu sürdüren Türk kavimleri, her zaman tek bir siyasî birlik içinde olmamış, her zaman aynı kültür öğelerine dayanarak hayatlarını kurmamışlardır; yani, bu büyük oluşum içinde, çeşitli farklılaşmalar, kültürel renkler ortaya konulmuştur. Bu gelişmelerin tabii bir tezahürü olarak da, Türkçe’nin farklı lehçe ve şiveleri doğmuştur. Bu farklılaşmalar, boylara, yaşanan coğrafya ve kültür çevrelerine ve tarihî maceraya göre değişmektedir. Karadeniz ağzı ile Ege yöresi ağızlarını yahut Erzurum ağzını düşünmek, bu farklılaşmayı anlamayı kolaylaştırır. Ancak, on iki ve on üçüncü yüz yıllara bakılacak olursa, o tarihlerde, Türkçe’nin ortak bir yazı dili vardır. Hoca Ahmet Yesevî’nin Hikmetler’i, Kaşgarlı Prens Mahmud’un Divân-ı Lügati’t Türk’ü, Balasagun’lu Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i bu ortak Türkçe’nin ürünleridir. On üçüncü yüz yıldan itibaren batı Türklüğünde Oğuz lehçesi, doğu Türklüğünde Çağatay yahut Hakanî lehçesi, kuzey Türklüğünde Kıpçak lehçesi belirginleşmeye ve bu lehçelerde eserler verilmeye başlar.
Yirminci yüz yılın başlarına kadar, Hakanî ve Osmanlı yazı dilleri, birbirlerini anlayan ve ilişkilerini devam ettiren Türkçeler olarak devam eder. Özellikle, Türk topluluklarının Sovyet hâkimiyetine düştüğü dönemlerden itibaren, Türk dünyasındaki şive farklılıkları derinleşmeye başlar. Sovyetlerin uyguladıkları siyasî politikalar ve farklı alfabelerin de tesiri altında, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Türkmence, Tatarca gibi Türk lehçeleri birer yazı dili haline gelirler.
Bu gelişmeler içinde, ortak bir Türk kimliğine kavuşmak, bunun birinci esası olarak da, ortak bir yazı diline sahip olmak şuuru, Türk dünyasında yeni değildir. Bize, “Dilde, fikirde ve işde birlik” gibi ölümsüz bir hedef ve slogan bırakan Kırımlı İsmail Gaspıralı bey, bu şuur ve mücadelenin ilk büyük isimlerindendir. On dokuzuncu yüz yılda, sayısız ilim, fikir ve din adamı Türk dünyasının Kaşgar’dan, İstanbul’a, Kazan’dan, Kahire’ye kadar her yanında, akıl almaz imkânsızlıklar içinde bu şuuru geliştirmeye ve yaymaya çalışmışlardır. Bir çoğu, ’Ceditçi’ diye anılan ve Türk dünyasının yeni bir dirilişi uğruna hayatlarını harcayan bu aziz insanların isimlerini bu yazı çerçevesinde saymak mümkün değildir. Ancak, bilinsin ki, bugün biz ortak bir Türk üst kimliği ve ortak bir Türkçe yazı dili derken, ancak, yüz yıl önceki bu Türk büyüklerinin yaşadıkları kültürel ortama gelmeyi umut etmekteyiz; oranın uzaklarındayız. Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman-ı Hakikat gazetesinin, Türk dünyasının her yanına ulaştırıldığını ve bütün Türk aydınlarınca okunabildiğini düşünmek yeterlidir ve çok heyecan vericidir. Çünkü, bugün o düzeyde bir yayına henüz kavuşabilmiş değiliz.
Bugün, Türk dünyasında, özellikle halk yaratışlarıyla ilgili mukayeseli çalışmalar yapıldığında, birbirine çok uzakmış gibi görünen çeşitli toplulukların ne ölçüde büyük kültürel ortaklıklara sahip oluklarını görebiliyoruz. Bu temeller üzerinde, bütün Türk dünyasının yeni etkileşimlerle, daha büyük ve güzel yeni oluşumlara girebilmesi ortak yazı dilinin kullanılması ile mümkün olabilecektir. Bunun ilk adımı da, Türkçe konuşan bütün toplulukların ortak bir alfabede buluşmasıdır. Bu konuda atılan adımların desteklenmesi ve hızlandırılması gereğine işaret etmeliyiz.
Özellikle üniversitelerimize düşen bir görev de, bütün Türk dünyası bilim adamları ile birlikte çalışarak, her ilim dalında ortak terimler üzerinde çalışmaktır. Bütün ilim alanlarında ortak Türkçe terimlerin tespiti ve kullanılması, çok önemli bir gelişme olacaktır.
Yüz yılımızda, Gaspıralı’nın öncülüğünde Türk dünyası aydınlarının yaşadıkları anlaşma ve ilişki düzeyine ulaşabilirsek, ortak yazı dili ve Türk üst kimliği konusunda sevindirici bir noktaya gelmiş olacağız.
Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı, sh: 66-72