Şecaat arz ederken...
Ahmet İnsel 01 Ocak 1970
Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresi ile Gülen cemaati arasında, artık ayan beyan yürütülen çatışma, bugüne kadar duyduğumuz, gözlemlediğimiz birçok olguyu doğruluyor. Taraflar, iddialarının çoğunun hukuk devletinde ağır suç olduğunu dikkate almadan, karşı tarafın kirli çamaşırlarını birbiri ardına sergiliyor. Bunu yaparken o çamaşırı çoğu zaman beraber kirlettiklerini de gösteriyorlar.
AKP milletvekili Şamil Tayyar’ın mesajı bir suç ifşaatıydı. “Emniyet cemaate teslim edildi” ise bunu kimin, nasıl ve hangi yetkiyle teslim ettiğini savcıların hemen incelemesi gerekmez mi? Demokratik hukuk devletinde kolluk kuvvetleri nasıl bir cemaate, bir STK’ya, bir özel güç odağına teslim edilebilir? Bunu iddia eden Hanefi Avcı, bir kılıf uydurulup yıllardır hapiste değil mi? Yeni Şafak’ta Cem Küçük üst üste yazdığı yazılarla bu ‘cemaate teslim etme’ işinin yargıda da yapıldığını ifşa etti. Bildiğimiz, eleştirdiğimiz ama hükümete yakın çevrelerin sürekli inkâr ettiği bir olguydu bu. Küçük, daha ileri gidip, ‘yeni Ergenekon çetesi’ olarak tanımladığı bu oluşumun medya ve yargıdaki uzantılarını teşhir eden yazılar yazıyor. Bu sütunlarda birçok kez ifade edilen, KCK, Hanefi Avcı, Ahmet Şık ve daha birçok davanın Gülen cemaatine yakın polislerin yaptığı sindirme, susturma ve alan temizleme operasyonları olduğu, hukuki dayanaklarının olmadığı olgusunu, bu kez AKP’ye yakınlığı bariz kişiler dile getiriyor. Cem Küçük, ‘yargının baştan aşağıya reforme edilmesi’ gerektiğini belirterek “Yargı mensupları için öncelik aidiyetleri değil evrensel hukuk kuralları olmalı” diyor. Bugüne kadar yargı mensuplarının nasıl seçildiklerini açıkça tarif ediyor.
Gezi olayları sırasında hükümeti korumak isteyen çevreler, cemaatin etkisi altındaki polislerin, iktidarı baskıcı ve zorba göstermek amacıyla, bilinçli olarak orantısız silah kullandıkları iddiasını ortaya atmıştı. Daha sonra, Hanefi Avcı’ya, Fazıl Say’a verilen hapis cezaları, Sarısülük’ü öldüren polisin tutuksuz yargılanması gibi uygulamaların hükümeti içte ve dışta zor durumda bırakma amaçlı olduğu iddiası ortaya atıldı! Buna cemaate yakın çevrelerden, “Polis, yargı eskiden elimizdeydi!” türünden bir yanıt verildi.
Şecaat arz ederken sirkatin söylemek böyle bir şey olsa gerek. Abdülkadir Selvi’nin Yeni Şafak’ta sorduğu şu soru, hükümetin nasıl bazı kamu görevlerini bazı gruplara tahsis ederek ağır bir suç işlemiş olduğunu ele veriyor: “2004’ten önce kaç valiniz vardı, 2004’ten bu yana kaç valiniz oldu?” Bugün Türkiye’de bazı valilerin devletin değil, bir cemaatin valisi olduğu ifşa ediliyor. Böyle bir örgütlenme içinde olanlar suçlu olduğu gibi, bu atamaları yapanlar da aynı suçun ortağı değil midir? Selvi’nin diğer soruları, iktidar aracılığıyla yürütülen güç ve kaynak paylaşımını tüm çıplaklığıyla sergiliyor.
Aşırı güç yoğunlaşması, iktidar bloku içinde birikmiş cerahatın patlaması ve artık kontrolsüz biçimde akmaya başlamasına yol açtı. Bu ortamda, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in 26 Kasım’da yayımladığı rapor dikkatlerden kaçtı. Komiser raporunda, kolluk görevlileri tarafından uygulanan aşırı güç kullanımı ve kötü muameleleri inceliyor. Bunları yapan kolluk kuvvetlerinin cezalandırılmadığını belirtiyor. Yasadışı sayılan ancak barışçıl olan gösterilere ilişkin yasal çerçevenin aşırı kısıtlayıcı oluşuna dikkat çekiyor. Kolluk kuvvetlerinin göz yaşartıcı gaz mühimmatı ve cisim fırlatan silah kullanımı ile ilgili, ölüm ve kalıcı sakatlıklara yol açan eylemlerini sıralıyor. Yakalama sırasında uygulanan kötü muameleyi belirtiyor. Bunlara ilaveten, şiddete başvurmadan Gezi olaylarına katılanlara karşı misillemede bulunulacağına dair gördüğü korku havasından derin kaygısını dile getiriyor.
Şimdi iktidar çevreleri İnsan Hakları Komiseri’nin eleştirilerinin esas sorumlusunun, kendilerine emniyetin teslim edildiği cemaat olduğunu mu söyleyecekler? Peki, o zaman emniyeti, yargıyı cemaate teslim etmiş olma suçunun sorumlusu kim? Bu ağır insan hakları ihlallerini, “Polis kahramanlık destanı yazdı” diyerek öven kimdi?