« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

06 Ara

2006

MİLLİYET VE DİL, DİLİN MİLLET HAYATINDAKİ ROLÜ

Prof. Dr. Faruk K. TİMURTAŞ 06 Aralık 2006

Milleti meydana getiren maddî ve manevî çeşitli unsurlar arasında “dil”e en başta yer vermek gerektiği, hemen hemen bütün sosyologlar ve fikir adamlarınca kabul edilmektedir. Dil birliğini sağlayamamış bir topluluğun millet kimliğini kazanmasına imkân yoktur. Millet olmak için dil unsuru asgarî şart sayılabilir. Kültürün de doğması ve gelişmesi dile bağlı olduğundan bu unsurun ne kadar büyük önem taşıdığını belirtmek için fazla söze hâcet yoktur, sanıyoruz.

Dilini yitirmemiş bir halk, bir kavim milliyetini muhafaza ediyor demektir. Onun istiklâline kavuşarak ve devlet kurarak bir millet halinde ortaya çıkması her zaman için mümkündür. Tarihte bunun örnekleri pek çoktur. Bunun tersi de olmakta,dilini kaybeden kavimlerin tarih sahnesinden çekildikleri görülmektedir.

Bir milletin dili bozulursa, kültüründe buhranlar başlar. Sanat, edebiyat ve fikir sahalarında çöküntüler meydana gelir. Kitleler birbirlerini anlamaz hâle düşerler. Bir milleti içten yıkmak için, dilinde anarşi meydana getirmek ve böylece kültürünü çökertmek, ilk başvurulan hareketlerdir. Düşman propaganda ve çalışmasının başlıca hedefi budur. Bugün dilimiz de böyle bir tehlike ile karşıya bulunmaktadır.

Dil de temelini teşkil ettiği millet ve milliyet gibi tarihî ve sosyal bir gerçektir. Yüzyıllar boyunca çeşitli şartların ve âmillerin tesiri altında meydana gelmiş ve gelişmiştir. Bugün bu şartlardan bir kısmını beğenmemek, şunun yerine başkası olsaydı daha iyi olurdu demenin bir değeri yoktur. İstesek de istemesek de realite realitedir. Davranışlarımızı bu gerçeklerin gereklerine uydurmak yerinde olur.

Dil, kendi kanunları içinde gelişen canlı bir varlıktır. Onu sadece bir vasıta olarak anlamak yanlış olduğu gibi, öbür içtimaî kurumlar gibi görmek de doğru değildir. Ferdin dışında olmak, kendini ferde zorla kabul ettirmek, ferdin müdahalesiyle değişmemek gibi vasıflar bakımından öbür içtimaî kurumlardan farksız olan dil, ayrıca belirli kanunlara uyan canlı bir varlık olması bakımından hepsinden üstün bir duruma da sahip bulunmaktadır. Dil meseleleri üzerinde düşünürken dilin ne olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.

Tarihî akış içersinde millet hayatında zaman zaman dilde değişiklikler olduğu görülür. İfade ve hususiyetle kelime hazinesi bakımından farklı durumlar ortaya çıkar. Bu hal, tesirini daha çok yazı dilinde gösterir. Kelimelerin, şekillerin, deyimlerin doğması, yaşaması, ölmesi dilin kendi kanunları çerçevesinde olur. Yeni kelimeler ve şekiller, deyimler umumiyetle halk tarafından ve “anonim” olarak meydana getirilir. Dili yapan, işleyen ve inceleyenler ise edebiyatçılar ve dil bilginleridir. Fertler oturup dil yaratamazlar. Dil halkın dehâsı, yazarların, sanatkârların, bilginlerin çalışmaları sonunda zamanla, dereceli olarak ve azar azar değişmektedir. Ortak yazı ve konuşma dilini birdenbire değiştirmek mümkün değildir. Ancak zümre dili durumunda olan meslek, ilim, teknik, esnaf v.s. gibi hususî dillerdeki terimleri oldukça süratle ve geniş ölçüde değiştirmek imkân içersindedir. Dil meselelerini ele alırken ortak konuşma ve yazı dili ile hususî dillerin mâhiyet ve durumlarını iyi bilmek de gereklidir.

Tarihî gelişme içersinde, bâzan ortak konuşma dili ile yazı dili arasında ayrılıklar doğar. Halk ile aydınların birbirinden uzaklaşmalarına sebep olan bu hâl, kültür buhranı ve huzursuzluk meydan getirir. Kültürlerinin yükselmesini isteyen milletler bu ayrılığı ortadan kaldırmağa çalışırlar. Bizim tarihimizde de böyle bir ayrılık ortaya çıkmıştır. Aydın zümrenin yazı dili olan ve Arapça, Farsça’nın tesirinden meydana gelen “Osmanlıca”, halk dilinden uzak, sunî bir dildi. Yüzyıllar boyunca yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak için çalışıldı ve kırk yıl kadar önce başarıya ulaşıldı.

Atatürk inkılâplarının millîleşmek ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak olmak üzere iki ana yönü ve vasfı vardır. Dil işinde millîleşmek, Türkçe’yi yabancı dillerden gelen şekil ve kaidelerin tesirinden kurtarmak; çağdaş medeniyet seviyesine eriştirmek ise günümüzün ilim, teknik, fen, felsefe, sanat v.s. sahalardaki bütün kavramları ifade edecek hâle getirmek demektir.

Türk kültürünü ve Türklüğü bir bütün olarak görmek, inanışımızın esasını teşkil etmektedir. Dil meselesinde anlayışımız budur. Türk şive ve lehçeleri arasındaki bağların kopmaması, Türk dilinin bütünlüğünü kaybetmemesi başlıca emelimizdir. Türk dilindeki gelişme ve sadeleşme, lehçeler arasında âhenkli şekilde ve birbiriyle ilgili olarak meydana gelmelidir. Yabancı asıllı olup Türkçeleşmiş kelimeler hemen hemen bütün büyük lehçelerin yazı dillerinde kullanıldığı için, bunlar atılacaksa yerlerine geçecek kelimelerin de ortak olması gerekir. Halbuki, Türk boylarına Sovyetler tarafından ayrı millet oldukları, ayrı bir dile sahip bulundukları telkin edilmekte, bu yolda türlü faaliyet gösterilmektedir. Dili sadeleştirmek, meselâ öz Türkmence, öz Azerice, öz Özbekçe v.s. meydana getirmek bahanesiyle; Türk lehçeleri bozulmakta, ortak kelimeler atılmakta, bunların yerine bol bol Rusça kelimeler sokulmakta, her lehçe için ayrı bir alfabe tatbik edilmekte, böylece Türk boylarının birbirini anlaması önlenmektedir. Maksad Türk kültürünü dejenere etmek ve Türklüğü bu şekilde manevî bakımdan da ortadan kaldırmağa çalışmaktır. Fakat Türk dilinin yaşama gücü ve harikulâde canlılığı, daha önce nasıl her türlü yabancı tesir ve hâkimiyetlere mukavemet etmişse, bugün de bu çeşit bütün yıkma hareketlerine karşı aynı direnmeği ve karşı koymağı gösterecektir. Türk dili kendini daima korumuştur, bundan sonra da koruyacaktır.

Türkçemiz ve Uydurmacılık, sh: 32-35

Ziyaret -> Toplam : 125,31 M - Bugn : 71877

ulkucudunya@ulkucudunya.com