Asıl büyük tehlike
Ekrem Dumanlı 01 Ocak 1970
Hiç şüpheniz olmasın; bugünler de geçer. Toz duman dağılır ufkumuzdan. Yalan yanlış söylenen sözler, uluorta yapılan gıybetler, ahiret inancından uzak suçlamalar, zerre miktar sorumluluk taşımayan iddialar, en çok sahibini zor durumda bırakır.
Tam da bu yüzden ehl-i insafın sağlam bir yerde durması, goygoycuların tezahüratına kapılmadan hakperestlikten ayrılmaması gerekir.
Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları üzerine yazanlar/konuşanlar, keskin bir dil kullanıyor maalesef. Ortada somut bilgi ve belgeler dururken o konuda tek bir kelime sarf etmeyenler, suizan ve iftiraları destekleyen hiçbir bilgi ve belge olmamasına rağmen ‘cemaat’i suçluyor. Konu açılır açılmaz yumruklarını sıkanlar, açılıp kapanan burun deliklerinden soludukları nefretle atmosferi büsbütün yaşanmaz hale getiriyor. Onlara göre suçlu çok: Amerika, İsrail, Avrupa; hatta Arap dünyası, cemaat... Ya rüşvet, yolsuzluk gibi ağır ithamlar ve ona dair belgeler?
Bazen de küçük bir hadiseyi büyük bir karine sanarak (ya da öyle olmadığını bile bile) propaganda yapılıyor. Mesela Amerika’daki bir dernek İsrail’deki bir yangın için yardım toplayıp göndermiş. Bu iddiayı ortaya atarken aynı yangın münasebetiyle Başbakan Erdoğan’ın talimat verdiğini ve Türkiye’den yangın söndürmek üzere devletin bütün imkânlarını seferber ettiğini, Kızılay’ın yaygın bir çalışma yaptığını söylemiyor. Zoraki İsrail bağlantıları dayanılmaz hale gelince birileri de kalkıyor bir zamanlar aşırı ulusalcıların dile getirdiği ‘İsrail-Erdoğan bağlantısı’ ya da ‘İsrail lobisinin Erdoğan’a verdiği ödül’ üzerine tweet atıyor. İkisi de insaf dışı, akıl dışı...
Ultra ulusalcıların bir dönem yaptığı içi boş telkinler şimdilerde “dost medya” için cankurtarana dönüştü. 2010 yılında “emniyetin imamı” diye afişe ettikleri bir kişiyi “yılın gazetecilik olayı” diye tekrar manşet yapıyorlar. Ey “yılın gazetecileri”, insan bir arşive bakmaz mı? Suçlanan kişi dava açmış, kazanmış ve o iddia sahipleri “iftira” suçundan ceza almış. İftirayı tekrar etmek de bir suç değil midir?
Troller üzerinden cemaate yönelik yıldırma, korkutma, itibarsızlaştırma hamleleri, parti merkezinden yapılmasa gülüp geçersiniz. Ne var ki o hesapların arkasındaki güç belli. Şimdi o troller eski defterleri karıştırdıkça kendinden geçiyor. Mesela KPSS’de soru çalındı iddiası temcit pilavına döndü yeniden. Güya o sınavı bahane ederek “operasyon yapılacak”mış. Bu daha önce yargıya intikal etmiş bir konu değil mi? İnsanların ifadesi alındı, suçlamalar çok yönlü araştırıldı. ‘PKK’dan ‘AKP’ye, ‘ülkücüler’den ‘cemaat mensupları’na kadar pek çok zanlı dinlendi. 2010 yılının sınavı üzerinden bunca zaman sonra yeniden kapanmış bir dosyaya sarılmak bir imaj operasyonu sayılmaz mı?
Başbakan’ın evinin altındaki ofiste bulunan ‘böcek’ meselesi de öyle. Olay 3 Şubat 2012 tarihinde olmuş. İki sene içinde bin kere sonuçlandırılabilecek bir konu, Demokles’in kılıcı gibi bekletildi. Hukuken sonuç almak isteyen yetkililer uzaklaştırıldı. Olay “olağan şüpheliler” üretilerek bir kara propagandaya alet edildi. Bugün ısıtılıp gündeme getirilmesi için tek bir makul sebep gösterilemez! Onca zaman boşuna harcanmışsa bugün troller eşliğinde “operasyon” lafı ediliyorsa suç uydurulduğuna, imaj çalışması yapıldığına dair bir kanaat oluşur.
Bu ülkenin demokratik şuur altı kazanımları yolsuzluğun da rüşvetin de hakkından gelir. Eninde sonunda aklıselim galebe çalar ve ma’şeri vicdan en özgürlükçü ve adil tavrı ortaya koyar. O yüzden hiçbir endişeye gerek yok. Hatta yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üstü örtülerek ve mağduriyet havası oluşturularak seçim de kazanılabilir. Asıl endişe duyulması gereken konu, sert söylemlerle meselenin üzerine şal atalım derken sokaktaki insanların radikalize edilmesidir. Kitleleri militanlaştırmaya başlarsanız, Allah korusun, Yezid’ler çıkarır, ortalığı Kerbela’ya çevirirsiniz. Sürekli dolduruşa getirdiğiniz genç insanlardan büyük bir hata sudur edebilir ve bu vebalin altından kalkamazsınız. Kefen giyip karşılamaya gelenleri bu ülkedeki her ferdin başbakanı olan bir insan taltif ve takdir edemez. “İn de inelim…” diye slogan atanları gülücüklerle karşılamak, siyasetteki meşruiyete gölge düşürür. Bir zamanlar ülkücü gençler MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye “Vur de vuralım…” diye slogan attığında buna en büyük tepkiyi Başbakan Erdoğan vermişti. Ne farkı var bu iki sloganın!
Sokaktaki adamı militanlaştırırsanız siyaset dışı bir yol seçmiş olursunuz. O zaman nezaket de nezahet de gider ve Allah korusun, meşruiyetin yerini vahşet ve dehşet alır. Asıl tehlike de budur. Bazı medya kuruluşları tarafından şehvetle kabullenilen bu üslup taammüden tercih ediliyorsa, bir insanın saçının teline zarar verilmesi ya da burnunun kanamasının sorumlusu bu üslubu kışkırtanlardır.
Bir kumpas kurulmuşsa
Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kumpas kurulmuş. İddia bu. Üstelik bu iddia Başbakan Erdoğan’ın başdanışmanı tarafından dile getirilmiş. Hal böyle olunca Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda mahkûm olmuş askerlerin mağduriyeti söz konusu. Bu iddiayı dile getirenler yıllardır meydanlarda, TV ekranlarında darbeciler ve cuntacılara karşı mücadele edildiğini söylüyor, askeri vesayetin darbe davaları yoluyla bitirildiğini ifade ederek halktan oy talep ediyordu. Şimdi bir kumpastan bahsediyorlar. Ya yıllardır kamuoyuna söylenenler yalandı ve halk aldatılmıştı; ya da bugün ortaya atılan kumpas tezinin başka bir maksadı bulunmakta.
Eğer ortada bir darbe teşebbüsü söz konusu değilse ve mesele bir kumpasa dayanıyorsa korkunç bir ihanet söz konusudur ve suçlular bir an önce bulunup cezalandırılmalıdır. İddia doğru değilse, vahim bir intikam duygusu ve feci bir iftira var ortada. İma yoluyla yapılan göndermeler de büyük bir vebaldir ve korkunç bir hatadır. Yok bütün bunlar sadece rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının üstünü kapatmak için bir sansasyon oluşturmaya matufsa, değmez.
Kumpas iddiasına inanan ve bunu dile getirenleri bekleyen iki konu: 1- Kumpas vardı, biliniyordu ve sessiz kalınıyordu ise suça ortak olunmuş demektir. “Peygamber ocağı”nda suça karışmamış, darbecilik cuntacılık gibi suçları işlememiş insanlara pusu kurmak nasıl feci bir suçsa, kumpası bilip göz yummak da o kadar korkunç bir suçtur ve sorumlular hesap vermelidir. 2- Madem bazı komutanların suçsuz olduğunu düşünüyorsunuz, neden hukuki düzenleme yapıp bu insanları kurtarmıyorsunuz? Madem istediğiniz zaman kişiye özel yasalar çıkarıyorsunuz, masum olduğunu ifade ettiğiniz insanlar için de bunu yapın. Yaşını başını almış, bir dönem devletin önemli kademelerinde görev yapmış insanlar, o şerefli üniformayı taşırken darbe suçlarına bulaşmamış ve suç işlememiş ise onlarla ilgili de yasa çıkarın. Bu tür basit adımlar atmadan başkalarını zan altında bırakmak en hafif tabiriyle ayıptır.
Dil ve üslup bu mu olmalı?
Son dönemde kullanılan dil ve üsluba bakın lütfen; zerre kadar insanî bir değer bulamayacaksınız. Bu kışkırtıcı üslubu “İslamcı” olmakla övünen yazar/çizerlerin tercih etmesi daha bir yaralayıcı. Dinde de yeri yok bu saygısız lafların, gazetecilikte de. Bir gün “içerik analizi” yapan araştırmalar “İslamcı basın”ın kullandığı kelimeleri alt alta sıralayacaktır. O bilimsel araştırma yapıldığında, bilmem ki bazı meslektaşlarımız mahcup olacak mı?
Bu kadar sert bir dil kullanılmasında Sayın Başbakan’ın kullandığı keskin ve yaralayıcı üslubun da etkisi var kuşkusuz. Son günlerde Başbakan’ın kullandığı lügatçeden kısa bir derleme: Çete, casus, alçaklar, indekiler, inlerine gireceğiz, kirli örgüt, ellerini kıracağız, paralel yapı, odaklar, kirli komplonun maşaları, ranta dönüşen vatana ihanet, taşeronlar, devlet içinde maşalar, tezgâh, İslam kisvesine bürünenler, faiz lobisi, İsrail bağlantısı, alçak proje taşeronları… Yargıya karşı söylediği zehir zemberek sözler küçük bir lügatçeye sığmaz. Daha düne kadar beraber çalıştığı; ancak istifalarını sunan milletvekillerine ve bakanları için sarf ettiği sözler yenilir yutulur cinsten değil.
Keskin dilin, kırıcı üslubun bıraktığı tortu ve hasar, bugün yaşanan hadiselerden daha feci ve daha kalıcı bir iz bırakabilir. Yüz yüze bakmaya mecburuz. Bu ülkede yaşamanın omuzlarımıza koyduğu bir sorumluluk var. Hiç kimse birileri istiyor diye buharlaşacak değil; sosyal gerçekliğe de aykırı. “Kökünü kazısak ülke düzelir” diye kurulan bütün cümleler geçmişte boşa çıktı. Aleviler, Kürtler, dindarlar, milliyetçiler… Herkes için bir dönem devlet imkânları kullanılarak “bitirme planları” yapıldı. Hiçbiri de muvaffak olamadı; çünkü sosyal gerçeklik, baskıyla yok edilemez. Madem yarınlarda yüz yüze bakacağız, dil ve üslubumuzu doğru seçmeli, ileride mahcup olmamalıyız. Bize yakışan budur…
Aynı risk ‘cemaat’ için de geçerli. Kitleleri radikalize edercesine ölçüsüz sözler, sosyal medya dâhil, kardeşlik hukukuna da insan haklarına da aykırıdır. Demokratik hak ve taleplerde mert ve dürüst bir üslup kullanmak ayrı, kırıcı, kışkırtıcı, aşağılayıcı bir dile yönelmek ayrı. Doğru olan, hakperestlikten ayrılmadan meramın doğru ifade edilmesidir; gönüllerin kırılmasına vesile olmak değil…