DİKENLİ DİLLER ÇIT ÇIT TWEET'LER
Ekrem Dumanlı 01 Ocak 1970
Yukarıdaki başlığın ilk bölümünü Meclis Başkanı Cemil Çiçek’ten, diğerini Bülent Arınç’tan aldım. İkisi de hafta içinde birer basın toplantısı yaptı ve konuşmalarıyla bamteline dokundu.
Meclis Başkanı dedi ki: “Maalesef siyaset adına dilimiz çok dikenli, birçok şeyi bu dilimizle tahrip ediyoruz.” Doğru söze ne denir! “Siyasetin dili” maalesef dikenli. Belki Başkan nezaketinden daha ötesini söylemiyor; aslında siyasetin dili sadece dikenli değil, aynı zamanda zehirli. Bazen insanları birbirine düşman ediyor, çözüm üreteceğine düğüm atıyor, atmosferi nefes alınamayacak kadar karbondioksite boğuyor.
Sadece siyasetin dili mi dikenli? Maalesef hayır. Diken siyasete münhasır kalsaydı, belli bir oranda müsamaha ile bakılabilir, buradaki arıza toplumsal iç direnişlerle akim bırakılabilirdi. Ne yazık ki dikenli dil, çerçevesi dikenli tellerle örülmüş kısır bir zihniyetten kaynaklanıyor ve tefekkür gerektiren her alanı temerküz kampına çeviriyor. Dikenli tellerle sarılmış o çerçeveyi aştığınız an dikenli dil devreye giriyor, taciz ediyor, akla hayale gelmedik ithamlarla günahınızı alıyor. Bu yaralayıcı dile ‘eski Türkiye’den alışık olanlar tacize aldırış etmeksizin kendi işini dürüstçe yapmaya devam ediyor; lakin birilerinin bolca nutkunu irad ettiği ‘yeni Türkiye’ hayali erimeye devam ediyor.
Kendini ‘muhafazakâr’ olarak tanımlayanların atladığı bir nokta var: Din bize dil de emrediyor. Gıybetten, yalandan, iftiradan şiddetle sakındırdığı gibi, kavl-i leyyini (tatlı dili) emrediyor, sevdirmeyi, nefret ettirmemeyi, kolaylaştırmayı salık veriyor. Hem bu dine inanıp hem bize tavsiye edilen üsluptan ayrılmanın, huşunetle konuşup en ağır ithamlarda bulunmanın makul bir gerekçesi yoktur. Tekfir, tehdit ve tenfirin vebali büyük olduğu gibi akıbeti de korkunçtur. Muhafazakâr kesime seslenen bir kısım medyada kullanılan sert üslup maalesef Hariciliği, Haşhaşiliği vb. çağrıştırıyor; öyle coşkun, öyle savruk, öyle tehlikeli...
O dikenli dile karşı aynıyla ya da misliyle karşılık vermek şeytanın tuzağına düşmek demektir. Bu tuzağa, özellikle sosyal medyada, düşenler de olmuyor değil. Oysa çare, her gün biraz daha çirkefleşen dile karşı fikrin asaletini koruyarak mukabele etmekten geçiyor. Dava düşüncesinden çok uzak, fikir çilesinden mahrum pek çok görünür insan, ahiretini mahvedecek şekilde masum insanlar hakkında yazıyor, konuşuyor. Ve maalesef huşuneti tercih edenler, konuştukça batıyor, köprüleri yıkıyor, millet nezdindeki itibarlarını kaybediyor, öbür aleme hizlan ve hüsranla gitmeyi hak ediyor. Yazık!
Sayın Arınç da haklı. Twitter denilen platformda insanlar alelade bir şeyler yazıyor, lafın nereye gideceğini kestiremiyor, yaraların nasıl sarılacağını bilemiyor. Bülent Bey bir prensibe de dikkat çekiyor ve danışmanlık gibi, milletvekilliği gibi, bakanlık gibi görevi olan insanların ‘çıt çıt’ tweet atmasını ayıplıyor. Ayıplamayıp da ne yapsın! Adam Başbakanlık’ta (ya da başka bir kamu kuruluşunda) görev yapıyor, maaşını devletten (yani hepimizin vergisinden) alıyor; ama her cümlesi zıpkın gibi kitlelerin kalbine saplanıyor. Yazdıklarına bakıyorum, evrensel hukuka göre pek çoğu suç. Yalan var, iftira var, hakaret var, ayrımcılık var, nefret suçu var, hedef gösterme var…
Yeni bir dil inşa etmeye mecburuz; herkesi empati ile kucaklayan özgürlükçü bir dil! Keskin üslup, Türkiye’yi sadece dünyadan koparıp atmıyor; aynı zamanda ülke içindeki farklı düşünceleri de ötekileştirerek yöneticileri çekirdek kadroların huşunetine icbar ediyor. Çekirdek kadrolar çoğu kez çeliktendir ve genelde tutucu, bencil, savaşçı ve ayrımcıdır. Her eleştiriyi düşmanlık, her olumsuzluğu komplo gibi değerlendiren ‘çelik çekirdek’, kuvvetler ayrılığının getirdiği iç denetim ve kontrol sistemini de istemez, dış dünya ile uyum sağlamayı da. Hal böyle olunca meselenin vahameti sadece külhanbeyi dilinin yaraladığı insanlarla sınırlı kalmaz, bir ülkenin sosyal dokusundaki zengin desenler tarumar olur..
Devlet çarkına sıkışırsan
Görünen o ki daha düne kadar devleti “Tağut” görüp, memurluk yapmayı bile küfür sayanlardan bir kısmı, kendilerini “devletin gerçek sahibi” biliyor ve üst perdeden hükümranlık ilan ediyor. Oysa “devletin gerçek sahibi” vergisini ödeyen ve o şekilde devlete can bahşeden vatandaşlardır. Tam da bu yüzden devlet, milletin emrindedir; millet, devletin emrinde değil. Bu gerçeği içine sindiremeyip kafasındaki arkaik devlet modelini kutsayanlar, devletin mekanizmasını bizatihi devlet sanmak gibi bir yanılgıya maruz kalır. “Eee n’olmuş yani?” demeyin lütfen; çünkü bu yanılgının bedeli korkunç sonuçlar doğurabilir. Nasıl mı?
Buyrun son bir örnek: Adam Başbakanlık Müşaviri imiş. Utanmadan diyor ki: “Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması.” Demek istiyor ki bu devlet, eskiden olduğu gibi faili meçhuller oluşturur, dilediği adamı infaz eder. Adama sormazlar mı: “Böyle düşünüyor ve bunu onaylıyorsan senin ne farkın kalır eski katillerden?”
“Siyasal İslamcılar”ın devlet ile imtihanı çok çetin geçiyor. Devlet denen mekanizmayı gaye haline getirir, onu daha özgür bir hayat için kullanılan araç olmaktan çıkarırsanız zulümle karşı karşıya kalırsınız. O yüzden “kardeş katli”nden bahseder, fetvalar uydurursunuz. Bunların ne Din-i Mübin-i İslam’da yeri var; ne çağımızın yakaladığı modern ve demokratik devletler sisteminde. Aslolan bireylere, topluma hizmettir. Bunun ötesini tahayyül etmek devlet çarkının altında ezilmek, rejim ahtapotunun kollarında sıkışıp kalmak demektir. O daracık alandan ne özgür düşünce üretilebilir, ne de topluma huzur bahşedilebilir.
Bu sorular cevap bekliyor
Anlaşılan o ki bazı meslektaşlarımız savaş dilini çok benimsedi. ‘Cemaat’ten bahsederken utanmadan ‘çete, paralel yapı, alternatif devlet, maşa’ gibi sıfatları art arda sıralayabiliyorlar. Bu arada Kandil sevgisi ve İmralı aşkı her satırına yansıyor bazı arkadaşların. Düne kadar veryansın ettikleri Ergenekon ve Balyoz sanıklarına gösterdikleri muhabbet ve hürmet de işin cabası. Bu arkadaşlara birkaç soru sormakta fayda var sanırım:
1- Bir ‘camia’ya ‘paralel yapı’ der, kanunlara saygı içinde onlarca yıldır faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarını devlet karşıtı ilan ederseniz, diğer ‘camia’ları; hatta iktidarın gölgesinde serpilmiş düşünce kuruluşlarını, pek çok hizmete imza atan dernek ve vakıfları bu mevhum suçlamadan nasıl kurtaracaksınız?
2- Bazı insanları ‘paralel yapı’ suçlaması ile delilsiz ispatsız suçlayıp, benzer çalışmalar yapan diğer sivil ‘örgütler’i bugün koruyup kollasanız bile, bir gün bir başka iktidarın aynı zulmü o masum insanlar için kullanmayacağını nasıl temin edeceksiniz?
3- Mahkeme zabıtlarına göre ilk defa ‘paralel devlet’ lafı KCK soruşturmalarında kullanıldı. Şimdi PKK’nın çatısı olan KCK için af ve çıkış yolu arayanlar, hayatlarında hiçbir suça karışmamış ve devlet karşıtı olmamış insanlar hakkında hangi yasa ile ve hangi vicdan ile paralel devlet suçlamasında bulunabilir? KCK’lılar hapishaneden kurtarılırken bu ülkenin birlik ve dirliğine gönül veren insanları hapislere mi atacaksınız?
4- Somut suç unsuru ve delili olmadan devlet görevi yapan kişileri istihbarat raporlarıyla fişleyip işlem yaptığınızda bu rejimin adına nasıl demokrasi, sistemin adına nasıl hukuk devleti diyeceksiniz? Böyle keyfî uygulamaların 28 Şubat’tan farkı ne olacak?
5- Uzun bir zamandan beri övünçle anlatılan ve seçimlerde oy getiren ‘darbe davaları’ndaki duruştan vazgeçiliyor. O kadar ki, daha düne kadar söylemedik laf bırakmadığınız Barolar Birliği Başkanı’na dizdiğiniz methiyeler gerçekten tarihe geçecek (!) mahiyette. ‘Darbe davası’ zanlıları ve mahkûmlarına bu kadar sempati ile yaklaşırken kendi tabanınız sayılan insanlara cadı avı düzenlendiğinde insanların yüzüne nasıl bakacaksınız?
6- Ortada somut bazı suçlamalar varken ve onlarla ilgili tek bir hukukî adım atılmazken, hayalî bir kısım ithamlar ve uluslararası komplolar üzerinden insanları zan altında bırakmayı kamu vicdanına nasıl anlatacaksınız?