Hüsnü kuruntu ve kendini kandırma
Joost Lagendijk 01 Ocak 1970
Başbakan Erdoğan, Avrupa’nın üç ana kurumunun başkanları ve Avrupa Parlamentosu’nun bir dizi üyesiyle Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini ele almaya yönelik zamanı çoktan gelmiş de geçmiş Brüksel ziyaretini geçen hafta gerçekleştirdi.
İki tarafın basın toplantılarında yaptığı açıklamalar ve AKP yanlısı medyanın haberlerine dayanarak, kolaylıkla, her şeyin yolunda gittiği izlenimine kapılabilirsiniz. Beklenenin tersine, Erdoğan sakinliğini korudu ve AB’nin kuralları ile standartlarına saygı göstermeyi vaat etti. AB liderleri, bazı dikenli konulara temas etti, ama bunu çok genel ifadelerle yaparken Türkiye-AB ilişkilerinin önemini vurguladı.
Lakin Türkiye dışındaki basında çıkan yorumları okuduğunuzda ve görüşmelere katılan AB yetkilileri, Avrupa parlamenterleriyle konuştuğunuzda, ne Türkiye ne de AB için olumlu gözüken tümüyle farklı bir resim ortaya çıkıyor.
Önce Erdoğan ve Türk medyasındaki papağanları tarafından kuvvetle dayatılan algıya gelelim. Yani Başbakan’ın Türk devletindeki “paralel yapının” varlığına ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu (HSYK) yeniden organize etme ihtiyacına Avrupalı siyasileri ikna ettiği iddiasına. Son derece açık ve net konuşacağım: Bu, hüsnü kuruntu ile kendini kandırma arasında bir yerlerde duran bir propaganda çalışması. Erdoğan’ın polis ve yargıdaki temizlik faaliyetlerine mazeret göstereceği bir darbe hikayesiyle geleceğini, Brüksel’deki muhatapları önceden biliyordu. Avrupa’daki farklı yargı sistemlerine dair kendilerine nutuk atmasını da bekliyorlardı. Hepsi de Erdoğan’ın performansını kibarca dinledi ve önceden hazırladıkları karşı savlarını ortaya koydu. Ardından, kimilerinin yolsuzluk suçlamalarının gerisindeki etkiler ve zamanlamayla ilgili bazı şüpheleri bulunsa da, hep birlikte yargının şeffaf ve tarafsız işlemesi ile yolsuzluk soruşturmalarının tamamlanması gereğinin önemini vurguladılar. Hiç kimse, binlerce polis ile yüzlerce savcının yerinin değiştirilmesini onaylama işareti vermedi ve Başbakan’a HSYK’yı Adalet Bakanlığı’na bağlama planının AB’de kabul gören bir uygulama olduğunu söylemedi. Tam tersine, hem Avrupalı siyasiler hem de analistler, Türkiye’de olan bitenlerden son derece endişeli. Bürokraside ‘hain ve darbe planlayıcısı’ diye etiketlenen kişilere karşı yoğun operasyon yürütülmesini, Türkiye’nin geriye gitmesinin ve yargının bağımsızlığıyla ilgili Avrupa kriterlerini yerine getirene dek gidecek daha çok yolu olmasının yeni bir kanıtı olarak görüyorlar.
Diğer yandan Brüksel’deki tartışmalar, aynı zamanda, Türkiye’deki gelişmeler üzerinde AB’nin etkisinin ne kadar sınırlı olduğunu gösterdi. Evet, Avrupa Komisyonu, Türk hükümetine HSYK yasa tasarısıyla ilgili ayrıntılı değişiklik önerilerini sundu ve muhtemelen bazıları kaale alınacak. Yine de nihai sonuç Avrupa’nın koşullarına uymayacak. Daha da kötüsü, AB’nin yolsuzluk soruşturmalarının adil biçimde devam ettirilmesi talebi, büyük ihtimalle, hiçbir şekilde karşılanmayacak.
Sorun, Türkiye’nin tavsiyelerini kaale almamaya devam etmesi halinde AB’nin B planının bulunmaması ve Türk hükümetinin bunun tümüyle farkında olması. Birtakım Türkiye karşıtı Avrupa Parlamentosu üyeleri hariç, Brüksel’de Türkiye ile müzakereleri askıya almayı ciddi ciddi düşünen kimse yok. Üye devletler, Türkiye’nin AB üyeliğinden yana olmayanlar bile, tekneyi batırmak istemiyor ve istikrarsız bölgesinde Türkiye’nin rolünü takdir ediyor. Avrupa Komisyonu’na Türkiye’yi sürekli eleştiren ama fişi çekmeyi de tavsiye etmeyen ‘kötü polis’ rolü biçilmiş durumda. Bu açmaz, büyük ihtimalle, kötü politikaların şimdi ve gelecekte Türk hükümetinin yanına kâr kalacağı bir duruma yol açacak.
Türkiye’nin AB üyeliğinin bir destekçisi olarak, bu beni huzursuz edici ve ikircikli bir hisle baş başa bırakıyor: Müzakerelerin devam etmesinden mutluyum ama aynı zamanda Türkiye’nin üye olacaksa şu ya da bu şekilde onarılması gereken hatalar yapmasını engellemeye AB’nin ne muktedir ne de istekli olduğunu gözlemlemekten üzüntü duyuyorum.