TÜRKLER VE İSLÂM: Panoramik Bir Bakış
Ali ÜNAL 12 Aralık 2006
Türkler ve İslâm, Türklerin İslâmiyet’i seçtiği asırlardan bu yana, birbiriyle et–tırnak mesabesinde olmuş ve çok yerde Türk kelimesi Müslüman kelimesiyle eş manâlı olarak kullanılır hale gelmiştir. İslâmiyet’i kabûl etmeyen Türkler, zamanla Türklüklerinden de çıkmış, Türkler İslâmiyet’e kale ve bayraktar olurken, İslâm da Türkler için koruyucu bir sera fonksiyonu görmüştür. Yer yer Türklere ve Türkiye’ye yeni referanslar arandığı günümüzde bu meseleye tarihî açıdan kısaca bakmakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Bir Mukayese
Türklerin, medeniyet kurmuş en büyük milletlerden biri olduğuna tarih şahiddir. Objektif, hattâ bir dereceye kadar Türkçü tarihçi ve sosyologların bu konuda vardıkları hüküm şudur: Türklerde millî birliği kuran unsurlar arasında din, dilden hiç de geri kalmamıştır. Türkler Müslüman olmasaydı, değişik isimlerle kavimler halinde dağılıp gidebilirlerdi; nitekim daha önce çeşitli dinlere girip birbirlerine düşman olmuşlardı. İlk defa Müslümanlık bütün Türkleri bazı istisnalar hariç topyekün içine alacak kuvveti gösterdi ve Türkler Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ettiler.(Güngör, 16)
Gerçekten de Türkler, Müslüman oluncaya kadar, girip çıkmadıkları din kalmamıştır denecek ölçüde pek çok dine girmiş çıkmış (Öztuna, 1:83), bu dönemde önemli devletler kurmuş, fakat bu devletlerin hiç biri Türkleri büyük ölçüde de olsa birleştiremediği gibi, tarihî açıdan çok büyük önem arz edici olmamıştır. Bunun da ötesinde, Müslümanlaşmayan Türkler, neticede Türklüğünü de kaybetmiş ve başka dinler, başka milletler içinde eriyip gitmişlerdir. Meselâ, 865’e kadar bir Türk devleti olan Bulgar Hanlığı ve bir Türk kavmi olan Tuna Bulgarları, bu tarihten sonra, Hıristiyan oldular ve Slavlaşmaya başladılar. Bu Slavlaşma bir asır içinde tamamlandı. 1000 senesinden evvel Bulgarlar arasında Türkçe artık unutulmuş ve Bulgar Türkleri bir slav halkı olmuştu. Bunlar, bugünkü Bulgarları teşkil etmiştir (Öztuna, 1:203). Aynı şekilde, 12’nci asırdan sonra artık Peçeneklerden de bahsedilmemektedir. Üç asır doğu Avrupa’da mühim rol oynamasına rağmen Peçenekler, yerleşik hayata geçememiş ve muntazam bir devlet kuramamışlardır (Öztuna, 1:221). Peçeneklerden boşalan kuvvet muvazenesinde Kumanlar onların yerini almış, fakat Macaristan’a girip, uzun zaman Macar Ovası’nda kalarak, neticede Macarlaşıp gitmişlerdir (Öztuna, 1:223).
Tarihin, coğrafî genişlik bakımından belki en geniş imparatorluğu olan Moğol İmparatorluğu’nun hikâyesi de, farklı değildir. Öztuna’ya kulak verelim:
“Japonya ve Hindistan dışında bütün Asya, bütün Doğu Avrupa, Viyana’ya kadar Orta Avrupa, Trakya’ya kadar Balkanlar, Moğol hakimiyetine düştü. Okyanusya ile Almanya arasında kesiksiz uzanan bu muazzam imparatorluk, bütün tarihteki devletlerin mutlak şekilde en genişidir. Kubilay zamanında büyük Moğol Kağanlığı 44 milyon km2 bir toprağa sahip bulunuyordu. O zamanki dünyanın 64 milyon km2 kadar olduğu hatırlanırsa, dünyanın üçte ikisinin ve dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasının Moğol idaresinde birleştiği anlaşılır. Onun zamanında Fransa’da 10, İngiltere’de 2 milyon nüfusun yaşadığı hatırlanmalıdır. Marco Polo, Kubilay hakkında; “Hz. Âdem’den beri yeryüzüne gelmiş en büyük ve en zengin hükümdar” der.
“Hulâgu’nun Bağdat’ı, Şam’ı, Musul’u, Halep’i fethettiği 1258 yıllarında ağabeyi Kubilay, Tonkin’in merkezi Hanoy’u fethediyordu. Bu iki kardeşin amca oğulları Batu da, bir kaç yıl önce Balkanlar’ı, Macaristan’ı, Çekoslavakya’yı, Lehistan’ı fethetmiş, Breslau’ı almış, Viyana’ya gelmiş, Adriyatik’e dayanmıştı. Breslau ile Cava arasındaki mesafenin kuş uçuşu 10.000 kilometreden fazla olduğu hatırlanırsa, gerçekleştirilen fütuhatın azameti kavranabilir.
“Bununla beraber, Moğol İmparotorluğu’nun tarihteki mevkii, Türk–Osmanlı İmparatorluğu derecesinde büyük değildir. Çünkü az zamanda dağılmış, ayrıldığı dört imparatorluktan üçü (Müslümanlaşarak) Türkleşmiş ve bu saydığımız üç muazzam siyasî teşekkkül derecesinde devamlılık gösterememiştir. (1:243)
“Ve, Cengiz’den sonra Moğol İmparotorluğun’un dört şubesinden üçünün İslâm dinini ve Türk dilini ve kültürünü kabûlünü müteakip, artık Müslüman olmayan, hele Şaman dinine sâlik Türkler, ehemmiyetsiz bir ekalliyet halinde, Uzak Doğu’nun, Sibirya’nın ıssız ülkelerinde idamei hayat edebilmişlerdir.” (Öztuna, I:140)
Türk Tarihinin En Büyük İnkılâbı
Türklerin Müslüman oluşu, Türk tarihinin en önemli hadisesi, insanlık tarihinin de en önemli hadiselerinden biridir. Bunun tarihi, genellikle 10. asırdan, daha geride 751 Talas Savaşı’ndan başlatılırsa da, Buhari, Müslim ve Tirmizî gibi en büyük Hadis imamlarının Maveraünnehir kökenli olduğu hatırlanırsa, bu tarih daha öncelere de kaydırılabilir. Nitekim, son İran Sâsânî şehinşâhı III. Yezdicerd, 642 Nihavend mağlubiyetinden sonra imparotorluğunu kaybedince, Merv’e gelip Batı Göktürk hakanı Tulu Kağan’a sığınmış, daha sonra Horasan’ı alan Müslümanlar, Emevîler çağında Amuderya’yı geçip Mâverâünnehr’e girmişlerdi. 710–716 arasında Emevî umumî vali ve başkumandanı Kuteybe ibn Müslim, Mâveraünnehr’in hemen tamamını Türkler’den almış ve Semerkand, Buhara gibi büyük merkezler, İslâm devletine katılmıştı. Buralarda yaşayan Türkler, İslâm hakimiyetini kabûl etmişler ve neticede Türkler arasında ilk Müslüman olma vakaları başlamıştır (Öztuna, 1: 88).
Çinlilerin Müslümanlara karşı giriştiği Talas meydan muharebesinde Arap Müslümanlarla Türkler silah arkadaşlığı yaptılar ve bu, 7. asrın iki büyük fâtih milleti arasında büyük bir psikolojik yakınlaşma meydana getirdi. Bu tarihten itibaren İslâm, Türkler arasında sulh yoluyla yayılmaya durdu. Bu tedricî nüfuz ve yayılışlar sayesindedir ki, kaynaklar 960 yılında 200.000 çadır halkı gibi büyük bir göçebe kitlesinin İslâm dinini kabûl ettiğine dair mühim bir hadiseyi bildirmişlerdir (Turan, 239).
Karahanlılardan Satuk Buğra Han’ın “Abdülkerim” adını alarak 920 yıllarına doğru İslâm dinini kabul etmesiyle, Türk tarihinin mukadderatı değişti ve bu hadise, Türk tarihinde tam bir dönüm noktası teşkil etti (Öztuna, 135). Artık Türklerin yüzleri İslâm dünyasına dönmüştü. Burada mağlûbiyete uğrayan Çin ise iç buhranlara düşerek, bir daha Orta Asya’ya ve Türklere müdahalede bulunamadı (Turan, 219).
Bu âna kadar Türkler, etrafı yüksek dağlarla çevrili bozkırlardan ve çöllerden oluşan bir kara ülkesi halkıydı. Müslüman olduktan sonra yüzünü batıya, sürekli batıya çeviren Türkler, denizlere açılmaya ve kurdukları cihan devletleriyle dünya çapında bir millet olmaya yöneldiler.
1040’ta Karahanlılar, Kaşgar ve Semerkand’da idi. Bu tarihte Selçuklular, Gazneliler’e karşı Dandanakan zaferini kazandılar. Bu zafer, Türk tarihinin İstanbul’un fethi ve Malazgirt’ten sonra en mühim hadisesidir. 1000 yıl kapalı kıtalarda dolaşan Türkler, Dandanakan’la bir hamlede açık denizlere inmişler (Öztuna, 1:383) ve Büyük Türk Hanlığı tacı, Selçuklular’a geçince, artık Türk İmparatorluğu, bir Yakın Doğu devleti olmuştur. 1071 yılı ise, Malazgirt zaferi ve Anadolu’nun fethinin başlangıç yılıdır. 3 yıl sonra 1074’te Türkiye devleti kurulmuş ve başkent olarak İznik şehri seçilmiştir. Bu yüzyıl, Türk tarihi hesabına baş döndürücü olmuştur (Öztuna, 138).
Moğol istilasıyla ağır bir darbe alan İslâm ağacı, Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte yeni ve oldukça muhteşem bir sürgün verdi. O kadar ki, bugün İslâm tarihi ve İslâmTürk tarihi sanki 19 ve 20’nci asırlardan ibaretmiş gibi, gözümüzü bu geçmişimize kapayıp, son iki asırdaki gerilememizin vebalini İslâm’a yıksak da, tarihin apaçık şahid olduğu bir gerçek vardır ki, 1774’te Ruslar karşısında aldığı mağlûbiyetle Türk–Osmanlı devleti, dünyanın en büyük devleti olma sıfatını kaybedinceye kadar, kısa bir Moğol devri hariç, tam 11,5 asır cihanın en büyük gücü şu veya bu Müslüman devleti olmuş ve çok kere bu müddet içinde dünyanın 2., 3., 4. güçlü devletine de yine Müslümanlar sahip bulunmuştur (Öztuna, 1:326). Bunun sırrını Nureddin Topçu, şöyle açıklar:
“Ruhî hayatımızın zirvesi, dinî tasavvurların dünyasıdır. İslâm dininin, milletimizin kuruluşunda en büyük rolü oynadığını biliyoruz. Türk’ün Müslüman olması, maddî hayattan ruhî hayata geçiş diye vasıflandırılabilir. Böyle bir gidiş, insanın tabiî ilerleyişidir. Gayesi ruha kavuşmak olan dinî hareket, yalnız ibadetler halinde görülen disiplinli bazı hareketlere münhasır değildir. O, mü’minin bütün hayatına yayılmıştır. Gerçek dindarın hareketi ibadet, sözü dua, bakışı rahmet, beraberliği kuvvettir. Bu hale ulaşabilme, duyulardan akla, akıldan kalbe ve ilhama yükselme sayesinde mümkün oluyor. Bu hayatta, tecrübe, akla dayanmış bir merdivendir. Akıl ise, kanadı aşk olmak şartıyla, kalbe ve ilhama yükseltici kuvvettir.” (Topçu, 133)
İslâm’ın Dönüştürücülüğü
İslâm, kendisini kabul eden fertleri ve toplumları, çok kısa zamanda değiştirme gücüne sahiptir. 23 sene gibi çok kısa bir zaman içinde, âdetlerine son derece bağlı, alabildiğine mutaassıp, acımasız, her bakımdan geri bir çöl topluluğundan, Kıyamet’e kadar bütün insanlara ilim, maneviyat, muamele, ahlâkî değerler gibi hayatın her sahasında rehberlik yapacak bir Sahabe toplumunu çıkarması, İslâm’ın eşsiz mucizesidir. Bunun gibi İslâm, kendisini kabûl eden diğer toplumları da aynı şekilde değiştirmiştir. Meselâ, Isaac Taylor, İslâm’ın kişiler üzerindeki tesiri konusunda Church Congress of England (İngiltere Klise Kongresi)’da yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
“İslâmiyet kabul edildiği zaman putperestlik, totemizm, çocukları öldürme, büyücülük hemen kaybolur. Kirliliğin yerini temizlik alır ve İslâm’ı kabul eden kişi, şahsî bir şeref, haysiyet ve kendine güven duygusu kazanır. Hayasızca yapılan danslar, oyunlar ve cinsler arası ahlâksız münasebetler sona erer; kadının iffeti, kabul edilen bir fazilet halini alır. Çalışkanlık, tembelliğin yerine geçer ve keyfîlik yerini kanuna bırakır. Düzen ve temkin yerleşir. Kan davalarıyla, hayvanlara ve kölelere kötü muamele yok olur. İslâm, batıl inançlarla her türlü tefessühü silip süpürmüştür. İslâm, boş polemiklere karşı bir baş kaldırmadır. Kölelere ümit, insanlığa kardeşlik ve temel insan fıtratına tanıma getirmiştir.. İslâm’ın yerleştirdiği faziletler edeb, nefse hakimiyet, temizlik, iffet, adalet, metanet, cesaret, cömertlik, misafirperverlik, dürüstlük ve sabırdır.. İslâm, Müslümanlar arasında tam bir kardeşlik ve eşitlik vaz’eder. Kölelik, İslâm inancının bir parçası değildir. Çok kadınla evlilik şartlara bağlıdır ve zor bir iştir. Kaide olmaktan ziyade, sadece bir istisnadır. Musa [as] onu yasaklamamış, Davud [as] uygulamış, İncil de açıkça men’ etmemiştir. Muhammed [sas] ise, onu sınırlandırmış ve belli şartlara bağlamıştır. Müslümanlar, Allah’ın iradesine teslimiyetleri, nefse hakimiyetleri ve iffet, doğruluk ve İslâm kardeşliği sayesinde kendilerini taklitle çok şeyler kazanacağımız bir model oluşturmuşlardır. İslâm, Hıristiyan dünyanın üç baş belâsı olan sarhoşluk, kumar ve fuhşu ortadan kaldırmıştır. İslâm, medeniyet adına Hıristiyanlıktan çok daha fazla şey ortaya koymuştur.” (İzzetî, 335–36)
Yabancı Gözlemcilere Göre Müslüman–Türk Toplumu
İslâm, Türk tarihinde, bugün Türkiye’de yaşayan hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir toplum meydana getirmiştir. Onun ancak son ve yıkılış dönemine yetişmiş Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazar ve şairlerimizin bazı kesitlerini sunduğu bu toplum hakkında batılı seyyah ve gözlemciler şunları yazıyordu:
Halkın ve toplumun karakteri
“Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sâdık ve itaatkârdırlar. Türkler, birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde askerler de dahil, kimse silah taşımaz. Pek az kavga ederler, düello nedir bilmezler... Gerçekten halis Türkler şarap içmezler... Çok sayıda oyunları vardır ama, parasız oynarlar... Türkler, az yerler, ne çok çeşitli, ne de çok nefis yemeklere düşkündürler... Kötü taraflarına gelince, çok izzeti nefis sahibidirler; kendilerini bütün milletlerin fevkinde görürler. Yeryüzünün en cesur ve asil kavmi olduklarına inanırlar...
“Türkler, her sahada intizamı o kadar severler ki, onu korumak için hiç bir şey yapmaktan çekinmezler... Her türlü eşya makul fiyatlara satılır. Mal satanların tartılarını kontrolle tavzif edilmiş memurlar her gün satıcıları kontrol ederler. Eğer terazisi hileli olan veya pahalı satan bir satıcıya tesadüf ederlerse, derhal değnek cezasını infaz ederler ve ayrıca tazminata da mahkûm ederler...” (Monsieur de Thevenot, Relation d’un Voyage Fait Au Levant, Paris 1665, s: 111, 126; nakl: Yabancılara Göre Eski Türkler, 7, 9)
“Türkler oyun oynamayı çok istihkâr ederler. Para kazanmak için oynayan bir adam, yani kumarbaz onların nazarında hırsızdan da âdi bir mahlûktur. Türkler dansı, kendileri için insanlık şeref ve haysiyetlerini lekeleyen, insanın en bayağı ve iptidâî taraflarına hitap eden basit bir maharet telâkki ederler.” (Porter, 32, nakl: Eski Türkler, 144)
“İnsan, paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asâlet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder... İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve en dürüst halkıdır. İstanbul’da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, yüz kızartacak hiçbir harekete rastlamak mümkün değildir. Bütün yüzler, eller ve ayaklar tertemizdir. Yırtık elbiselere nâdiren rastlanır. Ama kirli olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Hiç bir tarafta haylaz ve dilenci güruhuna tesadüf edilmez. Her tarafta muhtelif içtimâî sınıfların birbirlerine, karşılıklı saygı duydukları müşahade edilir.” (Reclus, 165, nakl: Eski Türkler, 6667)
“Birbirlerine karşı dürüst ve müşfiktirler. Yemek yerken kaç kere yanlarından geçen bir fakiri çağırıp doyurduklarını gördüm. Biz, bunu yapmazdık. Bir menfaat elde etmek yahut göze girmek için asla dalkavuklukta bulunmazlar. Hürmetkâr, cesur, ciddi ve sadedirler. Kimseye hakaret etmek istemezler. Az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından daima aldatılırlar. Türklerde sonsuz bir iyilik, şefkat ve sadelik hazinesi, güzel olan her şeye karşı köklü bir saygı ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuttur.” (Garanville Murray, nakl: Eski Türkler, s: 79, 84, 85)
Kadın ve aile
“Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çevirir. Bir Türk için hiddetlenip kadına el kaldırmak kadar ayıp bir şey yoktur.” (Porter, nakl: Eski Türkler, 81)
“İranlılarda görülen gösterişe Türklerde rastlanmaz. Türkler arasında çelimsiz ve hastalıklara nâdiren rastlanır. Kanaatkâr ve sâde bir hayat sürmek onları böyle sıhhatli tutmaktadır. Türk, hiç bir zaman aldatmaz. Namuslu, iffetli, doğru sözlüdür. Yakınlarına çok bağlı olan Türk, elinde bulunan her şeyi onlarla paylaşır, karşılığında da hiç bir şey talep etmez. Türk, aile içinde âdil ve müşfiktir. Türk, umûmiyetle aile ve izdivaç bağlarına Avrupalılardan çok daha hürmetkârdır... Evin içinde mutlak hâkim olan kadın, daima müşfik ve mültefit bir muamele görmektedir... Türklerdeki fıtrî iyilik, tesir sahasını hayvanlara kadar teşmil etmekte ve meselâ bir çok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir.” (Elisee Reclus, Nouvelle Geographie Universelle, “La Terre et Les Hommes,” 1884, c:9, s: 543, nakl. Eski Türkler, 4446)
İdareye saygı ve ordu
“Türklerde yalancılık, cinâyet ve hilekârlık yoktur. Padişahlarına tahtta kaldıkları müddetçe itaat ettikleri gibi, ALLAH’a da hiç bir engizisyona ihtiyaç olmadan mü’min ve mutidirler.” (Lord Byron, La Crise de O’rient’de, Paris 1907, nakl: Eski Türkler, 76)
“Türkler, hükümdarlarına derin bir hürmet beslemelerine ve ondan bahsederken çok nazik ifadeler kullanmalarına rağmen, çok kere onunla serbestçe konuşmakta, şikâyetlerde bulunup gerek padişahı gerekse vezirlerini haksızlık yaptıkları takdirde tenkit etmekten çekinmemekte.... ve hattâ baskı ve tahakküm ifrata vardırıldığı takdirde, isyanlara bile tevessül etmekten kaçınmamaktadırlar.” (Porter, nakl: Eski Türkler, 189)
“1832’de Arnavutluk, Manastır, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan’ı dolaştım. Bilhassa batı ve kuzey taraflarında Padişah ve Sadrazam’dan bahsederken ‘Allah, ömrümün on senesini alıp onunkine eklesin’ demeyen pek az köylüye rastladım.” (Eski Türkler, s:127)
“1526’da 200.000 kişi (Mohaç’a giden ordu) ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan yaya olarak imparotorluğu bir baştan öbür başa katetmiştir.” (J. Michelot, nakl: Eski Türkler, 90)
“Sükûn, intizam, ordugâhlarındaki temizlik, lüzumunda ceza vermek gibi müeyyidelerle desteklenen itaat, uzun yürüyüşlere, az gıdaya razı olmak, savaşa karşı iştiyak, muharebede şevk, disiplindeki mükemmeliyet, nefsi kontrol, gayeye sadakat: bütün bunlar, Türk askerlerinin mucizevî hasletlerinden bazılarıdır.” (Eski Türkler, 175)
“Türkler, bizim askerlerimize göre üç sebepten dolayı üstündürler. Komutanlarına derhal itaat ederler. Savaşırken hayatlarını hiçe sayarlar; uzun müddet arpa ve su ile iktifâ ederek ekmek, su istemezler ve şarap içmekten nefret ederler. (Eski Türkler, 176)
Hoşgörü
“Fâtih bir millet olan Türkler, idâreleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermişlerdir. Romanya için Rus ve Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak bir talih eseri olmuştur. Zîra aksi taktirde bugün Romen milleti diye bir millet olmayacaktı.” (Popescu Ciocanel, La Crise de O’rient, Paris 1907, nakl: Eski Türkler, 79).
Muhteşem medeniyet
“Binâenaleyh Evliyâ Çelebi’nin 17. asır sonunda Ankara şehrinde 170 çeşme, 3000 kuyu, 76 câmi ve en büyüğü 3.000 dervişi barındıran Hacı Bayram olmak üzere 15 kadar zâviye tespit etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Yine Ankara’da Evliyâ Çelebi’ye göre, 200 hamam, 70 bahçeli saray, 6.600 ev, Kur’ân’ı ezbere bilen 2.000 kadar kız ve erkek çocuk ve ayrıca şerh ve tefsir edebilecek 1.000 kadar genç mevcuttur.” (Reclus, 193, nakl: Eski Türkler, 71)
“İstanbul’un büyük caddelerinin birinden geçiyoruz... Yol bizi, camilere, köşklere, minarelere, kubbeli çeşmelere, altın ve arabesk yazılarla süslü padişah türbelerine götürüyor. Her taraf mimarî şaheserleri, su şırıltıları, âhenkli bir mûsikî gibi hisleri kucaklayan ve ruha neşe veren serinlikteki gölgelerle dolu... Buradan padişahların kendi adına yaptırdıkları camilere varılıyor. Bunların her biri, caminin muhteşem kubbesi yanında hemen hemen silikleşen medrese, hastahane, kütüphâne, dükkân ve hamamlardan mürekkep küçük bir şehir teşkil etmektedir... Burada artık güzellik duygusundan çok daha derin ve çok daha kudretli bir şey hissetmeye başlıyoruz. Bize başka bir düşünce ve duygu dünyasının mermerden örülmüş muhteşem bir medeniyetin ifadesi gibi görünen bize yabancı ve karşı bir milletin, bize düşman bir îmânın iskeletini temsil eden ve zarif sütunlarının azametli diliyle, bizimkinden apayrı bir ALLAH’ın önünde eğilen, ecdadımızın titrediği bir halkın zaferini ilân eden bu âbideler, bu eserler, insana korku ve kuşku ile karışık bir hürmet telkin ederler.” (Reclus, 149, nakl: Eski Türkler, 7374)
Ana kaynak
“Avrupalılar, ahlâkî ve dînî peşin hükümlere kapılmasalar, Kur’ân–ı Kerim’in amelî hayatla sıhhatli bir felsefenin mükemmel bir imtizâcını teşekkül ettirdiğini, O’nun metafizik ve mücerret bir fazileti değil, beşeri hayata tam mânâsıyla intibâk ettirilebilecek bir fazileti talim eden bir kitap olduğunu teslime mecbur olurlardı. Eğer bütün insanlar Kur’ân’ın ahkâmına tam mânâsıyla riayet ederek yaşasalardı, bütün örf ve âdetlerin âhenkli bir şekilde muvâzelendirildiği altın çağın geri geldiğini görürdük.” (Reclus, 173, nakl: Eski Türkler, 68.)
Müslüman–Türk toplumu hakkında batılı seyyah ve yazarlarca ifade edilen bütün bu meziyetler, Türk karakteri ile İslâm’ın âhenkdâr kaynaşmasının, İslâm’ı samimî kabulün ve hayata hayat yapmanın meyveleri idi. Öyle inanıyorum ki, yarının tarihine de aynı kaynaşma ve aynı samimî kabûl yön verecektir.
Kaynaklar
- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c.1, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1983.
- Ebulfazl İzzetî, İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş, çev. C. Koytak, İnsan Yayınları, İstanbul 1984.
- Yabancılara Göre Eski Türkler, Bedir Yayınevi, İstanbul.
- Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978.
- Prof. Dr. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, İstanbul.
- Doç. Dr. Erol Güngör, “Türk Millî Karakterinin Kaynakları”, Töre, sayı: 43.
Sızıntı Dergisi, sayı: 277, sh: 16-21