TEL KOPTU, CİNUÇEN TANRIKORUR GÖÇTÜ…
D. Mehmed Doğan 01 Ocak 1970
Birbiriyle pek alâkalı görülmeyen -çünkü birisi tamamiyle müşahhas, diğeri mücerreddir- mimarî ve mûsıkî münasebetlerini merhum Ekrem Hakkı Ayverdi bir yazısında ele almıştı. Mimar Cinuçen Tanrıkorur'un hayatı sanki bu ilişkileri doğrumak için yaşanmıştı. Şimdilerde "klasik Türk mûsıkîsi" denilen "Osmanlı mûsıkîsi" doğunun müzik birikiminin şahikası olan bir sentezdi. Onun yayılma alanı bütün Osmanlı coğrafyası ve komşu iklimlerdi. 1930'larda uygulanan Türk mûsıkîsi yasağı, Osmanlının terk ettiği coğrafyalarda hükümranlığını sürdüren ses kültürünün yasaklanması anlamına geliyordu. Osmanlı medeniyetinin devam eden taraflarının yok edilmesi Türkiye'ye hiç bir şey kazandırmadı. Klasik mûsıkîmizi öldürdük, fakat kendimize mahsus üstün bir mûsıkî meydana getiremedik. Türkiye yapıcı, ibda edici değil, teklitçi, kültürel yozlaşmalara açık bir taşra ülkesi oldu.
Resmiyetin ağır baskısına rağmen medeniyetimizin mûsıkî cephesinde dimdik durmaya devam eden nâdir üstün şahsiyetlerden biriydi Cinuçen Tanrıkorur. O arabeskleşme, piyasalaşma, poplaşma şeklinde seyreden dejenerasyona, yozlaşmaya karşı hem nazariyatcı, hem icracı olarak karşı durdu. TRT'de, Kültür Bakanlığı'nda ve üniversitede asil bir mücadele yürüttü. Son on yılını hastalıklar belirledi. Uzun süre yurtdışında tedavi gördü. Fakat o arada dahi boş durmadı, büyük şair ve Türk mûsıkîsi dostu Yahya Kemal'in çok sayıda şiirini besteledi.
"Çocuk Kurultayı" vesilesi ile İstanbul'a gelmişken, bir kaç gün kalmaya karar vermiştik. Elbette bu süre içinde Cinuçen Tanrıkorur dostumuzun cenazesine şahit olacağımızı bilmiyorduk. Bir kaç yıl önce şairliği yanında Türk edebiyatı üzerine yaptığı tetkiklerle beynelmilel bir şöhret kazanmış olan Orhan Şaik Gökyay'ın cenazesinde bulunmuş ve cemaatin tenhalığına şaşmıştık. Cinuçen Bey'in cenazesi için Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camiine giderken, İstanbul Halkalı Ziraat Mektebi'ni "Mehmed Akif Ziraat Müzesi" yapma projesi çerçevesinde gelen Lütfi Şehsüvaroğlu da benim gibi tereddüt içindeydi. Fakat camiye yaklaşınca tereddüdümüz zail oldu. Cinuçen Bey fevkalade kalabalık bir cemaatle uğurlandı.
Cenaze namazını kıldıran Dr. Emin Işık'ın anlattığı hatırayı, merhumun kişiliğine ayna tuttuğu için kaydediyorum: Cinuçen Bey, ömrünün son yıllarında düçar olduğu, on defa bıçak altına yatmasına sebep olan rahatsızlıklardan hiç şikayetçi olmazmış. Sebebini de şöyle açıklarmış: 1975 Yılında ilk defa konser vermek üzere Paris'e davet edilmiştir. Bileti alınır, hazırlıklar tamamlanır, tam yola çıkkılacakken bir kaza olur ve udu kırılır…Cinuçen Bey'in kendi "ud"undan başka bir udu çalması mümkün değildir. Sazı tamir ettirmek için aceleyle ustaya koşar. Usta, sazı aynı gün yetiştiremeyeceğini ancak ertesi gün verebileceğini söyler. Mecburen, uçuş tarihi bir gün sonraya alınır. Cinuçen Bey'in udunun kırulması yüzünden binemediği uçak Paris yakınlarında düşer ve ne mürettebattan, ne de yolculardan bir tek kişi bile kurtulamaz…
Cinuçen Bey, "Allah bana ikinci bir ömür ikram etti, benim ona hizmetle mükellef olmaktan başka yapacak şeyim yok" dermiş.
Esasen, Türkiye Yazarlar Birliği'nin Türk mûsıkîsine üstün hizimetlerinden ötürü vermeyi uygun bulduğu beratı, Bekir Soysal'la beraber ziyaret edip âcil şifalar dileyerek sunmayı düşünmüştük. O elini çabuk tuttu, daha büyük mükafatlar alabileceği dünyaya göçtü. Kimbilir belki de gemiler geçmeyen ummanda, İtri, Dede Efendi ve Yahya Kemal gibi ebediyet dostalıyla bestelerini seslendirmektedir şimdi!…