Bir yanlışlık yok mu?
Ahmet Turan Alkan 01 Ocak 1970
David Copperfield, ticari anlamda tarihin en başarılı sihirbazı sayılıyor. En parlak gösterileri arasında duvardan geçmek, sahnede kendini iki parçaya ayırmak, havada uçmak gibi gözbağcılığın şâhikaları var.
En müthiş gösterisi ise herkesin gözü önünde New York’taki Hürriyet abidesini yok etmekti!
Sokaktaki adam “Ne oluyor” sorusuna, “Hükümetle cemaat kavga ediyor” cevabını veriyor; bu klişeyi dış basın da tekrarlıyor. İnternetin dijital hafızasında bu “algı”yı pekiştiren milyonlarca belge birikti şimdiden.
Gerçek öyle mi acaba; hükümetle cemaat birbirinin dengi, küfüvvü müdür ki kavga edebilsinler; bütün olup bitenler Copperfield’in devâsâ gösterilerini hatırlatan bir algı yönetme çalışması olabilir mi?
Cemaate nazaran hükümetin muazzam bir üstünlüğü var bir kere. En örgütlü partiye sahip; 7,5 milyon kayıtlı üye! Yürütme erkinin bütün imkânları elinde. Türkiye’nin bütçesini hükümet yönlendiriyor. Söylenenler doğruysa, hükümet yanlısı bir medya şirketi için 1 milyar dolarlık bir “salma havuzu” tasarlayacak derecede karşı konulmaz bir siyâsi krediye sahip. Üstelik liderinin aklından geçen her nevi kanunu on gün içinde çıkarmaya âmâde, kalabalık bir meclis grubu da cabası...
Cemaatin bu ezici güçle rekabet etmesi imkânsız. O yüzden kavganın temel mantığı sakat. O kadar canhıraş tepki gösterdiği dershanelerin, sektör içindeki payı sadece 5’te 1 idi; “örgüt”ün uzantısı gibi gösterilen kuruluşlarının ardında dağ gibi finansman yapıları yok. Gönüllülerin desteğiyle ayakta duran kurumlardan bahsediyoruz. Bir parti kurabilecek büyüklükte toplumsal desteğe de sahip değil. Hükümetle başa baş sayılabilecek yegâne variyeti, insan kaynağı.
Taraflar denk değil ki kavga sürebilsin! Gerilime hâlâ devam ediyor görüntüsü veren unsur yolsuzluk soruşturmaları. Hükümet, ciddi yolsuzluk iddialarının uyandırdığı büyük baskı altında konuyu kendisiyle cemaat arasındaki çekişmeye bağlayarak zaman kazanmaya çalışıyor. Cemaati yolsuzluğa sebep olmakla değil, devlete sızmış casuslarını kullanarak ihbar etmekle suçluyor ve bu esnada bütün medya gücünü kullanarak kamuoyuna iki denk kuvvetin iktidar mücadelesi olarak yansıtıyor.
Kolektif bir gözbağcılık gösterisi! Dikkatimizi gerçekte olup biten üzerinde değil, hükümetin yönlendirdiği noktalara yoğunlaştırdığımız için büyük resmi ve sahnenin ardını göremiyoruz. Büyük resimde başka şeyler olmalı...
Yolsuzluk krizi esnasında hükümetin attığı bir dizi tutarsız adım, Türkiye’de siyasetin yeniden nasıl ve hangi istikamette tasarlanmak istendiğini gösteriyor. Bu senaryoyu “derin devlet”in (ve muhtemelen Ortadoğu’daki başarılarımızdan (!) hoşnut kalmayan dış güçlerin) yazdığı ve önemli aktörleriyle beraber yakın gelecekte merkez sağ seçmeninin iradesini temsil eden yapıların denklem kenarına itileceği öne sürülüyor. AK Parti’nin devlet tarafından içerildiği, âdeta emildiği yolundaki deliller bu görüşü güçlendiriyor. Hükümet ise bu hesabı gayet berrak görmesine rağmen cemaati şeytanîleştirerek kazanacağı zamanı muhayyel bir seçim zaferine taşıyıp kurtulmak derdinde.
Peki, cemaat, bazılarımızın murad ettiği gibi tâ başta bütün kuvveleri ile hükûmete teslim bayrağı çekip “ululemr”e biat etse bu kriz hiç olmayabilir miydi; zannetmiyorum. Krizi cemaate bağlamak çocukça bir akıl yürütme. Gerideki asıl fail bir derin devlet prodüksiyonu ise, başka vesileler, başka aktörler devreye girecekti.
Türkiye’de siyaset yeniden biçimlendiriliyor ve sağ kesimin 12 yıllık belirleyiciliği sona eriyor. Dalgalara değil, fırtına sistemlerine dikkat kesilmek gerekiyordu. Cemaati bu gerilimde güçlü kılan hâlâ haklı ve ahlâkî bir mevzide duruyor olması. Fırtına yatıştığında o da hasara uğrayacak şüphesiz fakat bu hasar hükümetin kaybıyla mukayese bile edilmez.