Yolsuzluk, bir siyasî düzene dönüşmüşse?
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Başbakan’ın yolsuzluk ithamlarına verdiği cevaplar, Süleyman Demirel’in meşhur İLKSAN yolsuzluğu için söylediği “Verdimse ben verdim.” modunda.
Ancak daha ötesi var ve Başbakan’ın “normal” algıladığı ve tanımladığı olaylar, kamu erki ve kaynaklarıyla finanse edilen kurumlaşmış bir siyasî yolsuzluk düzenine işaret ediyor. İki olayı mukayese edin: Birinde büyük bir işadamına ait bir medya grubunun, haberlerin alt yazılarını değiştirecek kadar içine girmiş bir Başbakan var. Aynı Başbakan, bir başka medya grubunun patronunu, seçimlerde CHP’yi destekleyeceği varsayımına dayanarak, otelinin inşaat ruhsatını belediyenin değil bakanlığın (yani kendilerinin) vereceğini söyleyerek tehdit ediyor. Aydın Doğan’ın meşhur Hilton arazisi hikâyesi. Bu tehdit bir dinleme kaydı değil, kamuoyuna hitaben yapılan bir konuşmada geçiyor. Sizce her iki durumda Başbakan, sahip olduğu kamu erkini nasıl kullanmış oluyor? TÜSİAD ile geçen polemikte, “Bakanlıklara gelip hangi yüzle destek isteyecekler?” sözünü de aynı soruya dahil edebilirsiniz.
Devlet rant yaratıyor ve dağıtıyor. Para basmaktan bankalara izin ve garanti vermeye; oradan kamuya ait maddî değeri olan kaynakları (lisanslar, ruhsatlar, sübvansiyonlar, kotalar, teşvikler, ihaleler, kent rantları) dağıtmaya kadar elinde çok güçlü ekonomik araçlar var. Devletin iktidar araçlarını kullanarak, ekonomik alanda birinin canını alması, öbürünü de yoktan var etmesi mümkün. Birine maliye memurlarını gönderip bir açığını bulup yüklüce bir vergi cezası veya lisans iptali ile dünyasını karartırken, öbürünü kamu bankalarından düşük faizli kredi ile ihale verip, vergi muafiyeti ve teşvik sağlayarak abad etmeniz mümkün. İktidara gelen partinin, eline geçirdiği bu ekonomik gücü suistimal etmesini nasıl engellersiniz? Kanunlarla (ve tabii bu kanunları uygulayan yargı ile) ve hükümetlerin merkezî hiyerarşisi dışında iş gören bağımsız idarî kurullarla. Yargı yetkisi de bulunan Sayıştay’dan başlayarak, AB uyum süreci gereği geliştirilen KİK, EPDK, BDDK gibi kurullar, bu ekonomik gücün suistimalini engellemek için var. Ancak AK Parti’nin uzun iktidar yılları, yasal düzenlemeler veya bürokrasiye nüfûz yoluyla bu kurulların dengeleyici ve denetleyici rolünü azalttı. KİK’in uyguladığı İhale Kanunu’nun tam 160 defa değiştirilmesi, Hükümet’in elindeki gücü nasıl kullandığına dair açık bir fikir vermeli.
Bu siyasî düzen, aynı zamanda AK Parti’nin kendi siyasetini finanse ettiği bir yapı oluşturmuş. Başbakan’ın bir televizyonun alt yazısına müdahale etmesi, basın özgürlüğü için bir tehdit; ama aynı zamanda siyasî partiler arasında vazgeçilmez olan adil ve eşit rekabet şartlarını ortadan kaldıran demokrasiye yönelik çok ağır cürümlerin hayat bulduğu karanlık bir dünyayı aydınlatıyor.
Ali Bulaç dünkü yazısında, havuzda birikenlerin kaynağını gösteriyor. Söyledikleri bir çıkarsama değil, doğrudan tanıklık. Dinî kılıf uydurularak sistematik bir şekle dönüştürülen suistimaller, bugünkü AK Parti hükümetinin nasıl iş gördüğünü anlatıyor. Bu iş görme biçiminin merkezinde devletin ekonomik iktidar araçlarını siyasî çıkara dönüştürme anlayışı var.
Ortaya dökülen ve Başbakan’ın “verdiysem ben verdim” edasıyla sahip çıktığı yolsuzluklar, Hükümet’in siyasetinin kamu rantı ile finanse edildiğini ve bu mekanizmanın bir siyasî düzen şeklinde işlediğini gösteriyor. Tekrarlayalım: Karşımızda, bir-iki istisna olay ile kanun dışına çıkmış, yoldan sapmış bir iktidar değil, doğrudan siyasî yolsuzlukların rutine bindiği ve kurumlaştığı bir siyasî düzen duruyor. Yolsuzluk soruşturmalarının yaptığı iş bu karanlık düzen üzerindeki örtünün kaldırılmasından ibaret. Kamu erkini, kamu çıkarı dışında özel bir amaç için kullanıyorsanız bunun adı siyasî yolsuzluktur. Hükümet, kamu rantı aracılığıyla kendisine yakın işadamları ile plütokratik bir düzen oluşturmuş ve boyun eğmeyenleri de devletin ekonomik iktidarını kullanarak baskı altına almış.
Böyle bir düzende demokrasi yaşamaz. Kimsenin hak ve hukuku güvence altında olmaz.