Cemaatler ve siyaset
Ali Bulaç 01 Ocak 1970
Sayın Bülent Arınç cemaatleri kastederek şöyle diyor: “Her şeyin garantisi biziz. Biz varsak, siz de varsınız. Biz yoksak siz de yoksunuz.” Anlaşılan Sayın Arınç cemaatlere seslenerek ancak arkalarında durmaları halinde var olabilecekleri uyarısında bulunuyor.
Bu sözün aktüel gündemin ötesinde siyaset sosyolojisini ve elbette İslam dünyasının yakın ve uzak tarihî tecrübesini ilgilendiren yönü var. Soru şudur: Toplum mu siyaseti belirler, siyaset mi toplumu? Belirtmek gerekir ki her iki durum da mümkündür, iki modelin de tarihte örnekleri vardır. Zayıf monarşileri istisna edecek olursak kuvvetli krallıkların hüküm sürdüğü dönemlerde siyaset sosyolojiyi belirleyecek kadar baskın rol oynar. Monarşiler her zaman bu ölçeklerde etkin olmamıştır, onları geriden yönlendiren veya karar süreçlerinde etkin rol oynayan iktidar seçkinleri vardır ki bunlar genellikle askerî-bürokratik, ekonomik ve dinî zümrelerden oluşurlar. Firavun yanında “mele’ ve mütref” zümrelerin hemen her aşamada “Mısır’ın mülk ve saltanatının sahibi”, hatta “Mısırlıların en yüce rabbi” olduğunu zanneden Firavun’un yanı başında rol oynadıklarını biliyoruz.
İslamiyet’in siyasete getirdiği temel yenilik Allah’ın iradesinin veya kendinden menkul kutsalın yöneticilerin –halife, sultan, padişah, devlet başkanı, başbakan, melik ve gayri şahsî kişilik olan devlette tecelli etmeyeceğini ilan edip yönetimi hükmen bir “alış-veriş düzeyi”ne indirmesidir. Yönetimin meşruiyeti kişilerde değil, referans alınan hükümlerin niteliğinde yatmaktadır.
Bu bize devletten önce siyasetin ve yönetimin sosyolojik bir zemin geliştirmesi gerektiğini göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle toplumsal hayatı yöneticiler, siyasetçiler değil, siyasetçileri sosyoloji belirler. Nihayetinde “siyaset”, iktisat gibi “sosyal bir olay”dır, bundan dolayı “siyaset sosyolojisi” siyaseti sosyal olayların değişme zemininde inceler. Eğer sosyolojiyi siyaset, yöneticiler veya “Barabbas ahlakı” üzerinden geniş halk desteğini kazanmış yöneticiler belirleyecek olursa bunun sonucu yaygın deyişte ifade edildiği üzere “halk padişahın dinindendir” hükmünü genel geçer kılar. Buna yüksek siyasî bilince sahip insanların dikkatine sunmak üzere bir rivayette “Nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz.” durum tespitiyle işaret edilmiştir.
Bülent Arınç’ın içinde yer aldığı tren, 1969’da Erbakan’ın “MNP garı”ndan yola çıkmıştı. Henüz üzerinden yarım asır geçmedi. Ancak varoluşlarını iktidarlarına endekslediği cemaat ve tarikatların geçmişi yüzyıllara dayanır. Nakşi, Kadiri, Haznevi, Mevlevi tarikatlar hayli kadim bir geçmişe sahipken Nur hareketi yüz yaşını devirdi. Ve bunlar zaman zaman padişahlara fakat en büyük direnci 1923-1950 arası tek parti baskılarına, sonra da açık veya örtülü askerî müdahale ve vesayetlere karşı koyarak bugüne gelmişlerdir. AK Parti’nin üzerinden çıkarıp bir kenara attığı “Milli Görüş ve siyasî İslam” mı “sosyal Müslümanlığı ve kültürel Müslümanlığı” var etti, yoksa aksi mi varid oldu? Bence her “üç İslam”ın biri diğerini geriden beslediğini ve 21. yüzyılın başlarında –hatalı içtihatla ‘şimdi zamanı değil’ diye- temel varsayımlarından, tarihî iddialarından ve söylemlerinden vazgeçerek AK Parti’yi iktidara getirdiğini söylemek mümkün.
AK Parti ile olan şey, yüzyılların tecrübesinden süzülerek bugüne gelen “kültürel ve sosyal Müslümanlık”ın kamunun cazip makamlarına ve kaynaklarına kapılarak siyaset üzerinden devlete bağlanması, kendini bir tür kamulaştırması oldu. Burada Sayın Arınç’a hak verebiliriz. Kamudan beslenen cemaatler, vakıflar, gruplar ve dernekler bu iktidarın gitmesinden korkuyorlar, çünkü artık eski gönüllü-sivil-özerk günlerine dönemezler. Devleti, iktidarı ve kamuyla ilişkisini gözden geçirmeyi göze alabilenler ise süreçte yara alsalar bile tekrar sivil ayakları üzerinde ayağa kalkacaklardır. Ancak bu tecrübe, siyasetin üzerinde şekillenmesi gereken sosyolojimizde de ciddi sorunların olduğunu hatırlatmaktadır. Toplumsal bünye sağlam olsaydı bu hastalıklar ortaya çıkmazdı.