AK Parti kapatılmalı mı?
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Bu soruya tereddütsüz cevabım: “Kesinlikle kapatılmamalı”. Size iki sağlam gerekçe: Birincisi, bu partiye son seçimde oy vermiş olanların hukukunu korumak için. İkincisi, demokrasinin kurumlaşmasına, kendi kişilik ve dengelerini oluşturmasına engel olmamak için.
Belki AK Parti muhalifleri için üçüncü bir gerekçe: Başbakan’ın pek sevdiği ama artık üzerinde çok iğreti duran “mağdur ve mazlum” rolüne malzeme vermemek için. Nitekim “AK Parti kapatılsın!” sözünü en son söyleyecek kişi bu satırların yazarıdır; ve ben böyle bir söz söylemedim. Sadece bir öngörüde bulundum ve “AK Parti kapatılabilir” dedim.
Siyasî Partiler Kanunu’nun 101. maddesinin (c) bendinde, bu öngörünün gerekçesi mevcut. Eli-kolu bağlanan yargının bir türlü yürütemediği soruşturmalar, siyasetin finansmanına dair yolsuzluk iddialarını kapsıyor. Bu iddialarda öne çıkan ve Başbakan’ın birine “hayırsever”, diğerine “arkadaşım” diye sahip çıktığı iki kişiden Reza Zarrab sonradan Türkiye vatandaşı, Yasin el Kadı ise yabancı uyruklu. Bu kişilerle Başbakan’ın ve AK Parti temsilcilerinin usulsüz para ilişkisi, sağlam bir kapatma gerekçesi. Kanun (101/c) “Bir siyasi partinin,... Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alması” durumunda açık bir dille “kapatılacağını” belirtiyor ve bu ibare 2008’deki kapatma davasından sonra SPK’nın AK Parti’nin elden geçirip parti kapatmayı zorlaştırdığı halinde yer alıyor. Bu müeyyide Türkiye’ye özgü değil; AB üyesi ülkelerden 28’inde partilerin “yabancı kaynak” kullanması kanunla yasak.
Peki yolsuzluk iddiaları bu duruma uyuyor mu?
Kılıçdaroğlu’nun grup toplantısında okuduğu atv ve Sabah Gazetesi’nin satışını konu alan Fezleke “IV Bölüm” başlığını taşıyor ve içinde Yasin el Kadı’nın “örgüt lideri” olduğu bir başka bölüme atıfta bulunuyor. Yürümeyen soruşturmaların bildiğimiz kadarıyla ikisi (biri atv-Sabah, diğeri TÜRGEV) siyasetin finansmanına dair yolsuzluk iddialarını konu alıyor. Kamu kaynaklarını kullanarak medya karteli oluşturmak, yine aynı kaynaktan vakıfları beslemek, siyaseti kanunsuz yollardan finanse ederek demokratik rekabetin adil ve eşit şartlarını yok etmek demek. Sandık ortaya çıktığı zaman CHP ve MHP külüstür bisikletleri ile, AK Parti ise son model yarış arabası ile seçime giriyorsa eşit ve adil seçimlerden, dolayısıyla sandıkta ortaya çıkan demokratik bir “millî irade”den söz edemeyiz. Türkiye gibi kestirmeden ekonomik zenginliğin siyasî patronaj eliyle dağıtılan devlet rantından edinildiği bir ülkede, siyasetin finansmanı denetlenemediği takdirde kaçınılmaz olarak devlet idaresi dar bir işadamı ve siyasetçi azınlığına, yani oligarşik bir diktanın eline geçer. Bu modeli en hafif haliyle Rusya ve Ukrayna’da, kökleşmiş haliyle Orta Asya cumhuriyetlerinde görebilirsiniz. İşte bu yüzden siyasetin finansmanı meselesi basit bir yolsuzluk meselesi değil, temel hak ve özgürlüklerin korunmasından demokrasinin sürdürülebilmesine kadar çok geniş hayatî alanları kapsayan esaslı bir sorun. Anayasal konularda referans aldığımız Venedik Komisyonu aynı zamanda siyasî partilerin ve seçimlerin finansmanı ile ilgili uluslararası standartları da belirliyor. AB’de geçen hafta yayımlanan rapora göre yolsuzlukların bir yıllık maliyeti 120 milyar Euro’ya çıkmış. Bulunabilen tek çözüm: Şeffaflık ve hesap verilebilirlik. Bizde her ikisi de yok.
17 Aralık’tan bugüne gündeme yerleşen sorun siyasetin finansmanına dair kapsamlı ve sistematik bir yolsuzluk iddiası. İşadamları ile siyasetçiler bir ahbap-çavuş düzeni kurmuşlar, işadamına devlet kaynakları sonuna kadar açılmış, siyasetçi ise beslediği işadamları eliyle kendi siyasetini finanse ederek iktidarını kalıcı kılacak araçlar edinmiş. Sonuç: Otokrasi.
Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu’nu harekete geçirmiyor. Meclis, fezleke trafiği engellendiği için soruşturma yürütemiyor. Yargı bütünüyle kilitlenmiş durumda, mahkeme kararları uygulanmıyor. AK Parti kapatılmamalı; ama hiç olmazsa durumu tespit etmek için Anayasa Mahkemesi bu dosyanın kapağını açmalı.