Hem medyaya hem millete hakaret
Mehmet Kamış 01 Ocak 1970
Hükümetin medyaya yaptığı baskıların, topluma hakaretin zirveye ulaştığı bir dönemden geçiyoruz. Önceki gün Cüneyt Özdemir’in programına çıkan Fatih Altaylı, kendisine yapılan baskıları bir bir anlattı ve “Baskı benimle ete kemiğe büründü.
Her gün bir yerlerden talimatlar yağıyor. Herkeste korku var. İnim inim inleyen bir grubuz.” dedi. Fatih Altaylı, ‘Bu mu sağlıkta çağ atladığı iddiasında olan Türkiye?’ başlıklı haberden sonra haberi yapan üç gazetecinin kendisinden daha üst otoriteler tarafından işten atıldığını da söyledi. Tartışmanın ve baskının bu denli merkezinde olduğu bir zamanda bile Habertürk Televizyonu, Devlet Bahçeli’nin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmayı, Başbakan’ı eleştirdiği için canlı yayında anında kesebiliyor.
Bugün, tamamen hükümetin dümen suyuna girmiş bir medya kesimi var. Başbakan’ın ak dediğine ak, aynı şeye bir gün sonra kara diyorsa kara diyen, bütün hayat ölçüsü Başbakan’ın iki dudağından çıkan şeylerle oluşan bir medyadan bahsediyoruz. Onların tek bir doğrusu var. O da, Başbakan’ın iki dudağından çıkanı, ne olursa olsun savunmak. İkinci grupta ise patronlarının ticarî işleri sebebiyle hükümet baskısından korkan medya kesimi yer alıyor. İçinde bulundukları durum yüzünden en yetkili koltuklarında ‘hükümet komiseri’ barındırmak zorundalar. Buna uymadıkları zaman, malî cezalarla, maden ruhsat iptalleriyle karşı karşıya kalıyorlar. Bu, hükümet komiserleri ‘Alo Fatih’ telefonlarının muhatabı... Ne demek istediğimi anladınız...
Devletin tarafsız yayın yapması gereken televizyon kanallarının durumunu da Yalçın Akdoğan anlatıyor. Akdoğan diyor ki: “CHP’lileri kimse görmesin diye Meclis TV’yi kapattık.” Ayrıca TRT’nin de geldiği nokta herkesin gözü önünde. Allah’a hamdolsun ki, iki gruptan da değiliz. İlkelerimiz ve inandıklarımız doğrultusunda yayın yapıyoruz ve kimseye de bir medyuniyetimiz yok. Bu da Başbakan ve danışmanlarını pek fazla kızdırıyor.
Bizim gelenek ve törelerimize göre, yıllardır aynı mahallede oturduğumuz komşumuzdan bir bardak süt isterken bile bir sürü nezaket cümlesi kurarız. Ama bir Başbakan, iktidarın yegâne kaynağı olan oy isterken hakaret ediyor. Dozajı her geçen gün artan ifadeleri küfür sınırlarını zorluyor. Kendisinden farklı düşünmeyi, farklı davranmayı, özgün durmayı vatana ihanet olarak takdim ediyor. Taban-tavan ayırımı yapıyormuş gibi konuşuyor ama ‘saf’ kardeşlerini bulundukları ülkelerin devletlerine şikâyet etmeden geri durmuyor. Bir yandan ‘dış bağlantılı çete’ olmakla suçladığı insanların, dışarıdaki algısını değiştirmek üzere büyükelçilere görev veriyor. Buna dair işaretler aldığında sevinip, uçağındaki gazetecilere müjde olarak sunuyor. Kırk yıldır, özellikle ulusalcı kırk ağızda çiğnene çiğnene pörsümüş sakızı yeniden çiğnemekte beis görmüyor.
Dünkü grup toplantısının en keskin cümlelerinden biri “Bunlar kırk yıldır devlete sızıyorlar.” idi. Aslında cümlenin doğrusu şöyle olmalıydı: “Kırk yıldır bu iddiayla yok edilmek isteniyorlar.” Fethullah Gülen Hocaefendi, bu suçlamayla 12 Mart muhtırasında da karşılaştı. 163. Madde’den 7 ay tutuklu kaldı. 12 Eylül darbesi bütün ülkenin üzerinden silindir gibi geçerken o da bundan payına düşeni aldı. İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi’nin yakalama kararı sebebiyle 6 yıl kaçak yaşadı, fotoğrafları arananlar içinde duvarlara asıldı. Burdur’da yakalanıp İzmir’e getirildi. Hakkındaki suçlamaların mesnetsizliği anlaşılınca özgürlüğüne kavuştu. 28 Şubat sürecinde ve 17 Haziran sürecinde tarihin en ağır medyatik lincine maruz bırakıldı. İdamla tehdit edildi. DGM’de açılan dava 8 yıl sürdü. Terör örgütü suçlamasıyla yargılanan ve hükmü Yargıtay temyizini bekleyen Ergenekon’un belgelerinde en çok geçen isim onunkiydi. Vesayetçi yapının hep bir numaralı hedefi olarak görüldü. AK Parti iktidarı döneminde bile bu değişmedi. 2004 Milli Güvenlik Kurulu’nda mücadele için çalışma başlatıldı.
Çirkin söz ve çirkin üslup, sahibinin olsun. Bu millet bugüne kadar haddini aşanlara hep hak ettiği dersi verdi. Yine verecek. Biz hak bildiğimizi söylemeye devam edeceğiz.