« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

Milliyetçilik’in Siyasî Rejimi Demokrasidir

 

Başkaları neye inanırlarsa inansınlar, biz, yani Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri, MİLLİYETÇİLİK'in bir siyasî rejimi olduğuna ve bunun adının da DEMOKRASİ olduğuna inanıyoruz... Ancak biz bunu söylediğimiz anda, bazı kimseler hemen aksini iddia etmeye başlarlar: “Milliyetçilik’le demokrasi bir arada olamaz!.. Milliyetçilik, demokrasiye düşmandır!.. Demokrasi, milliyetçilik’e karşıdır!..” diye feryat figân ayağa kalkarlar!

Bu iddiaları ortaya atanlar genel olarak ikiye ayrılır: Birinci grupta olanlar, milliyetçiliğin ne olup olmadığını tam olarak bilmezler ve bu yüzden, milliyetçilik’i ırkçılık, faşizm/nazizm veyahut asabiye zannederler ve milliyetçilik’i ırkçılık, faşiszm/nazizm veyahut asabiye sandıkları için de, milliyetçilik ile demokrasinin bir arada bulunmasının mümkün olmadığına inanırlar… Bu gruba dahil olanlar genellikle samimidirler ve fakat cahildirler… Bunların ayağa fırlamaları samimi ve fakat cahil olmalarından kaynaklanır… İkinci grupta olanlar ise, şuruludurlar, milliyetçiliğin ne olup olmadığını tam olarak bilirler, ancak herhangi bir sebeple, en çok da kendileri “milliyet özürlü” olduklarından miliyetçilik’ten nefret ettikleri için, milliyetçilik’e alabildiğine düşmandırlar. Bu yüzden milliyetçilik ile demokrasinin bir arada bulunmasına tahammül edemezler… Bunların ayağa fırlamaları şuurlu ve fakat düşman olmalarından kaynaklanır.

Halbuki önceki bölümlerde delilleriyle ortaya koyduğumuz gibi, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm/nazizm veyahut asabiye değildir. Olmadığı gibi, insanlığa ve millet gerçeğine aykırı bu görüşlere de en az herkes kadar karşıdır… İkinci grupta olanlara ise, aslında söylenecek çok sözümüz yok. Sadece şunu söyleyebiliriz: Herkesin, tek tek bütün insanların bir milliyeti vardır ve herkes mutlaka bir millete mensuptur… Milliyetçiliğe düşman olacağınıza, kendi milliyetinizi araştırın, bulun ve milletinizin milliyetçisi olun!

Ayrıca bilindiği gibi, milliyetçilik de demokrasi de temel esas olarak milleti almaktadır. Yani bir ideoloji olarak milliyetçilik ile, bir siyaset ve idare tarzı olarak demokrasi arasında sıkı bir ilgi ve ilişki de bulunmaktadır. Meselâ her iki kavram kitle eğilimi, millet iradesi, hürriyet ve adalet çizgisinde birleşir… Milliyetçilik ile demokrasi, âdeta içiçe mevcut olabilen ve ancak birarada bulunmakla bir anlam ve ehemmiyet kazanan, eş değerde, iki sosyal gerçektir… Hâl böyle iken, milliyetçiliği demokrasiye karşı veya demokrasiyi milliyetçiliğe aykırı göstermeye çalışmak ne büyük bir saçmalıktır! İnsanlara sevgi ve saygıyı, millet fertleri ve sosyal dilimleri arasında dayanışma ve yardımlaşmayı, herkesin hakkına, hürriyetine riayeti, millet ve vatan sevgisini şiar edinen milliyetçiliğin, aynı prensiplere sahip demokrasiye nasıl karşı veya aykırı bir yön takibettiği, izahı son derece zor bir iddiadır.

Hatta demokrasinin olmadığı bir yerde gerçek bir milliyetçilik düşünülemeyeceği gibi, milliyetçiliğe dayanmayan bir demokrasi de mümkün değildir, demek bile mümkündür. Milliyetçilik bazen bir ideal bazen bir ideoloji, demokrasi de onun siyaset ve idare sahalarında yürütme safhasıdır. Bu böyle olduğuna göre de, demokrasinin milliyetçilikten feyz alması gerekir. Demek ki, demokrasinin kaynağı, doğrudan doğruya, insanın tabii meyil ve isteklerinden doğan milliyetçilik duygu, ideal veya ideolojisidir. Özellikle, İslâmiyet'e aykırı ve hatta karşı Batı Nasyonalizmi’ndeki ırkçı görüşten değil, fakat millî, dinî ve insanî düşüncelerden beslenen ve kuvvet alan, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçiliği bu yönden müstesna bir örnek teşkil etmektedir.

Tıpkı milliyetçilik gibi, insanın hürriyet duygusu içinde gelişen demokrasi de millet hayatında eşitlik ve adaleti gerçekleştirmek gayretindedir... Demokrasinin huzur verici atmosferinden nasibini alan topluluklar adalet ve eşitliğin anlamını kavramış ve cemiyet nizamında bunların dozunu tayin etmeyi başarmış olan toplumlardır. Çünkü eşitlik ve adalet ilkelerinin doğru
anlaşılması demokrasiye giden yolun başlangıcıdır.

Fakat adalet ve eşitlik kavramları, çoğu zaman birbiri ile karıştırılmakta ve birbiri yerine kullanılmaktadır. Halbuki bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Eşitlik siyasette, adalet ise iktisat ve idarede geçerlidir ve herbiri ancak kendi tabii çevresinde değer kazanmaktadır. Siyasette adalet zarureti yoktur; eşitliği de normal hayat düzeninde gerçekleştirmeye çalışmak nizamı sarsıcı tesirler yapabilir. Günlük hayatında hakkının titiz bir takipçisi olan insan, eşitlikten çok
adalet ihtiyacı içindedir; siyasette ise tam bir eşitliğin hâkim olmasını ister. İşte demokrasi birbirini destekleyen ve tamamlayan bu iki prensibi, insan ruhunun meyline uygun şekilde, doğru ve ahenkli olarak yürürlükte tutan bir idare tarzıdır.

Ancak, demokrasi'nin hürriyet-eşitlik-adalet dengesini de mutlaka ve muhakkak kurması ve koruması lâzımdır. Çünkü insanlık bu üçlü ahengi başarı ile kurup, koruyabildiği çağlar ve ülkelerde mesut ve müreffeh, bu ahengin bozulduğu yer ve zamanlarda ise bedbaht ve zelil olmaktadır.

MİLLİYETÇİLİK VE DEMOKRASİ

Ayvaz GÖKDEMİR, Türk Kimliği adlı kitabında, milliyetçilik ve demokrasi münasebetini, biraz farklı bir mantık kurup, kullanarak şöyle anlatmaktadır: “Biz öteden beri, demokrasi'yi milliyetçilikle birlikte ele alan bir dikkat içindeyiz. Çünkü bu iki mefhum aynı kaynağa bağlı, biri diğerini gerektiren, ikisi birbirini bütünleyen kardeş mefhumlardır. Kaynak millettir. Millet yoksa veya yok sayılırsa, milliyetçilik de olmaz, millî irade rejimi demek olan demokrasi de olmaz. Esasen, çok tabii olarak milliyetçilik, millî hâkimiyet, millî irade mefhumları birlikte doğmuş ve birlikte gelişmişlerdir. Bunların temelinde millete saygı ve sevgi yatar. Her millet kendi vatanında hür ve müstakil olmalı, kendi idaresi hakkında kendisi karar vermelidir. Mesele bu kadar sade ve bu kadar birbirinin içindedir.”

“Demokrasi, bir görüntüsü ile partiler, fırkalar rejimidir. Fırkacılık ise mahiyeti iktizası tefrikacılığa, yani bölünüp parçalanmaya, parti taassubunun millî birlik ve bütünlüğü zedelemesi ihtimâline açıktır. Bizce, bu zaaf istidadının ilâcı milliyetçiliktir. Çünkü milliyetçilik her türlü bölücülüğe ve bölünme istidadına karşı millî birlik ve bütünlük şuurunu uyanık tutmaya çalışır. Birlik ve bütünlük meselesi, başlıca hassasiyet konusudur. Sağlam bir millî şuur zemininde demokratik mücadele ve rekabet, rahatlıkla kardeşler arası bir hizmet yarışı haline gelir.”

“Biz siyaset zamanı gelince particilik yaparız. Parti bayraklarımız, parti işaretlerimiz var. Onların altında toplanırız. Fakat bunlar spor takımlarının formaları, işaretleri gibidir ve
particilik de bir nevi spor taraftarlığı gibidir. Ayrı takımlar halinde kümelenmek, kardeşçe ve centilmence yarışmak içindir. Bunların üstünde, hepimizin gönlünü heyecanla, sevgiyle, gururla titreten elbette ay yıldızlı al bayraktır. Millî maç olunca, takım formaları kalkar,
takımların kendilerine mahsus şarkıları, marşları susar. Herkes ay yıldızlı formayı, ay yıldızlı albayrağı alkışlar, selâmlar ve İstiklâl Marşı'nı söyler. Particilik de böyle olmak gerekir. Hizmet için yarış, millî meselelerde sıkılı bir yumruk gibi birlik ve beraberlik. Particilik bir milletin fertlerine, kardeş olduklarını asla unutturmamalıdır. İnsanlar, particilik sebebiyle birbirini ezmemeli, birbirinin hakkına tecavüz etmemeli, kime yapılmış olursa olsun, haksızlığa ilgisiz ve seyirci kalmamalıdır.”

“Bir yönden parçalanmaya istidatlı görünen demokratik rejim, öte yandan insanları hür, eşit ve serbest bulundurmak, kapalılığa imkân vermemek suretiyle insanları kolayca uzlaşıp kaynaşabilecekleri haraketli bir sosyal vasat oluşturur. Bu vasat, ferdin millî kültür içinde kendini gerçekleştirmesinin, mutlu ve uyumlu yaşamasının en geniş, en büyük imkânıdır. Böyle bir vasatta, anlaşmazlık ve zıtlaşmalar yumuşak bir şekilde uzlaşmalarla çözülebilir. Böylece de millet arasında kinler, düşmanlıklar yeşermez, uçurumlar teşekkül etmez. Bu açıdan demokrasi millî birlik ve bütünlüğün, millet-devlet kaynaşmasının, millî barış ve uzlaşmanın temel şartıdır, bütünleştiricidir. Milliyetçilk demokrasi'yi takviye ettiği gibi,
demokrasi de milliyetçiliği takviye eder.”

“Bu itibarla, bu vatanda hür ve serbest millî irade davâsının, kayıtsız şartsız millî hâkimiyet davâsının sahibi, elbette ve herkesten önce milliyetçiler olmalıdır. “Memleketimde milletimin efendi olmasını istiyorum” demekten daha büyük milliyetçilik olur mu? Milli irade davâsında, kayıtsız şartsız millî hâkimiyet mücadelesinde haysiyetli bir yeri ve hissesi bulunmayan adama nasıl milliyetçi denir?”

“Milleti devre dışı bırakan, millete rağmenlik iddiası veya özelliği taşıyan bir idare tarzını, ……. milliyetçilikle bağdaştırabilmek imkânsızdır. Demokrat olmayan bir milliyetçilik abestir. Hem büyük millet, muhterem millet, kültürü, istiklâli olan millet diyeceksiniz, hem de onu hürriyete, demokrasiye, kendi kendini idareye ehil saymayacaksınız; böyle şey olmaz! Milletini hor gören, milletini sopa ile güdülecek sürü sayan bir milliyetçilik olamaz!”

“Milletin devre dışı bırakıldığı, milletin horlandığı, millî iradenin iptâl edildiği dönemlerde milliyetçiler de en büyük maddî ve manevî eziyetlere, hatta insanlık dışı işkencelere mâruz kalmışlardır. Milletim hür olmalı, milletim şerefli, haysiyetli, milletim insan ve vatandaş haklarına sahip olmalı ki, onun milliyetçisi olarak benim de başım dik, gönlüm ferah, sesim gür, şeref, haysiyet ve itibarım yerinde olsun. Aksi halde, milletimi horlayanlar, milletimi sopa ile güdülecek sürü sayanlar, beni de ezerler, horlarlar, beni de zincire vurur, sürer, habseder, süründürürler... Nitekim öyle olmamış mıdır?”

“Türkiye Cumhuriyeti, kuva-yı milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılarak, yani Türk Milletinin gücü ve iradesi ile kuruldu. Bugün de devleti kuran ve yaşatan güç ve irade, devletin idaresinde kayıtsız ve şartsız hâkim olmalıdır. Devletin yakın ve uzak temellerinde Türk Milletinin imanı, irfanı, kanı, kemiği, gözyaşı ve alın teri vardır. Devleti kurmak ve yaşatmak için ölüme seferber olanlar başka, hüküm ve saltanat mevkiinde oturanlar başka olamaz. Bu ayniyete çok değer veriyoruz. Böylece ümid ediyoruz ki, Türk Milletini asırlardan beri efendi bir millet olarak şerefle yaşatan ve ona nâmüsait şartlarda çok şerefli bir Millî Mücadele yapmak imkân ve gücünü bahşeden millî kültür ve iman, Türk vatanı üstünde bir bayrak gibi dalgalanacaktır. Millî kültür, millî iradeyi, millî irade de millî kültürü besleyecektir.”

“Buna hayır denirse, yani gücün, iradenin, itibar ve desteğin ana kaynağı millet olmaktan çıkarsa, milletin başına, itibarı ve desteği dışarda arayan ve bu sebeple dışardan güdülen iktidarlar musallat olur... Bu ise, ne demokratlık kitabına sığar, ne de milliyetçilik kitabına...”

“Demokrasi fert olarak hak ve hürriyetlerimizin, millet olarak istiklâlimizin en büyük teminâtı ve azamî imkânıdır.”

İyi de, milliyetçilik'in âdeta kardeşi olan demokrasi nedir?

DEMOKRASİ NEDİR?

Demokrasi; halkın kendi kendini yönetimidir; halk idaresidir.

Yunanca "halk" kelimesinin karşılığı olan "demos" ile "idare" mânasına gelen "kratos" kelimelerinden meydana gelen bir terimdir. Kökü eski Yunan kültürüne kadar uzanan demokrasi kavramı, o çağlardan günümüze çeşitli mâna ve muhteva değişikliklerine uğrayarak gelmiştir.

Kelimenin Yunanca menşeine iner, bunu en azından eski Yunan tarihçisi Thucydid'e kadar götürürsek, ilk olarak, Perikles'in Atinalılar'a verdiği bir nutukta kullanıldığını görürüz. Perikles, aristokratik rejimi yenen demokrasinin iyilik ve fâziletlerini şu ifadelerle dile getirmektedir: "Bizde devlet, bir azınlığın değil, çoğunluğun yararına göre idare edildiği için, bu idare şekli demokrasi adını almıştır. Özel farklılıklara gelince; eşitlik kanunlar tarafından herkese temin edilmiştir. Fakat umumî hayata katılmaya gelince, kendi değerine göre her fert saygı görür ve ait olduğu sınıf, şahsî değerinden daha az önemlidir. Nihayet hiç kimse, fakirlik ve sosyal durumun karanlığıyla engellenmez; eğer siteye hizmet edebilirse.."

Eski Yunanistan'da "tek adam" idaresi olan diktatörlük ve tiranlığa karşı, halkın. kendi işlerine yön verebileceği bir idare şekli olarak demokrasi düşünülmüştür. Fakat Yunan şehirlerinde farklı şekillerde demokrasi uygulamaları görülmüştür. Ayrıca Aristo'nun ifadesiyle, demokrasi kısa zamanda "demagoji"ye dönüşmüştür. Ki ona göre demagoji, bir toplumun duygularını çelerek kendi çıkarlarını yürütme yolu idi. Bu dönemdeki "demokrasi"lerin ortak karakterleri, halkın şu veya bu şekilde, yapılacak idarî işlere katılması sadece fikrî plânda kalması şeklinde olmuştur.

Demokrasinin ilk uygulayıcıları Atina ve Isparta'daki şehir devletleri ile Grekler olmuştur. O dönemlerde bu iki şehirde birer devlet vardı. Her iki şehirde de halkın bütün erkekleri, şehrin yönetimine katılıyordu. "Genel bir toplantı" şeklinde bir araya geliyor, yönetim ile ilgili her hususta birbirleriyle görüşüyor, daha sonra aralarından bir yönetici seçip, kanunlar çıkararak bu kanunların uygulanmasını denetliyor; onlara muhalefet edenlere de cezalar koyuyorlardı. Böylelikle "halk yönetimi" (demokrasi), her iki şehirde de dolaysız şekilde uygulanmaktaydı. Ki bu yönetim şekline o zaman bu ismin verilmesi tam anlamıyla uygundu.

Demokrasi veya bir diğer adıyla "halk idaresi"nin gerçekleşmesi, azınlığın çoğunluğa hâkim olduğu ve insanlar arasında eşitsizliğin geçerli bulunduğu Yunan toplumu için büyük bir ilerleme ve gelişmeydi. Böylece vatandaşlar arasında eşitlik ve hürriyet gerçekleşmiş olacaktı.

Eski Yunan kültüründen sonra demokrasi uzun yıllar unutulmuş, yerini "krallık" tarzındaki idarelere bırakmıştır. Bu uzun unutuluş döneminden sonra demokrasinin Batı’da tekrar canlanışını, Rodos adalarında 1641 yılında yazılan ilk siyâsî anayasada (esas teşkilât kanunu) görmek mümkündür. Çünkü bu anayasa ilk defa, kanunları hazırlayacak bir meclisten ve bu kanunları uygulayacak bir "hükümet heyeti"nden bahsetmiştir. Bu tarihten sonra kavram devamlı olarak siyasî gündeme girmiş ve yavaş yavaş bugünkü muhtevasını kazanıp yaygın bir idare tarzı sayılmaya başlamıştır.

Ancak demokrasinin anlaşılması konusunda Batı'da farklı yaklaşımlar görülmüştür. Abraham Lincoln’un, "halkın halk tarafından, halk için idaresi" olarak tarif ettiği demokrasi: Churchill'e göre "en iyi idare şekli değil, ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli" olarak kabul edilmiştir.

Demokrasi, liberal Batı toplumunun simgesi haline gelirken, Marksist görüşler de demokrasiye sahip çıkmaya başlamış ve liberalistlerin demokrasiyi yozlaştırdıklarını iddia etmişlerdir. Onlara göre: "Sınıflı toplumlarda demokrasi hakim sınıf tarafından yürütülen bir diktatörlük şeklidir. Formel olarak ilân edilen siyasî haklar için herhangi bir garanti sağlamamıştır. Parlamento, yani yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbirinden ayrılması, burjuva demokrasisinin tipik bir özelliğini meydana getirir. Sosyalist demokrasi, en yüksek demokrasi şeklidir. Sosyalist demokrasi, ekonomik bakımdan üretim araçlarının sosyal mülkiyeti temeline dayanır. Sosyalist demokrasinin daha da geliştirilmesi, halk devletinin ortaya çıkmasına varır".

Bu arada başkaları tarafından anti-demokratik kabul edilen düşünce akımları ve ideolojiler de kendi sistemlerini demokratik olarak ifade etmekten uzak durmamışlardır. Hitler, Nazizmi; sosyalist ülkeler gibi "gerçek demokrasi" olarak isimlendirmiş; Mussolini de Faşizmi "organize, merkezi ve otoriter demokrasi" şeklinde tarif etmiştir.

Bütün bu farklı görüşlerin demokrasi mefhumunu kendi fikir ve ideolojilerinin ifadesi olarak göstermesinde belirli menfaat hesaplarının yattığını anlamak zor değildir. Fakat bu arada demokrasi denilen kavramın, nasıl farklı yön ve zihniyetlere çekilebilecek elâstikiyete sahip olduğunu da farketmek mümkündür.


KAVRAM OLARAK DEMOKRASİ

Prof. Dr. İhsan SEZAL, Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar adlı kitabında, demokrasi kavramı hakkında şunları yazmaktadır: “Kökü eski, kadim Yunan kültürüne kadar uzanan demokrasi kavramı, o çağlardan günümüze çeşitli manâ ve muhteva değişikliklerine uğrayarak gelmiştir.”

“Kavram muhakkak ki herşeyden önce bir idare şeklini belirlemektedir. Tarihî gelişme seyri dikkate alınırsa, mefhum önceleri şehir idaresi ile irtibatlı olduğu halde, sonraları devlet
idaresini ifade eder olmuştur.”

“Eski Yunanistan'da tek adam idaresine (diktatörlük, tiranlık) karşı, halkın kendi işlerine yön vereceği bir idare şekli düşünülmüş Solon, Cleon, Heredot, Eflâtun gibi Yunan filozoflarının üzerinde durdukları demokrasi bu ihtiyacı yerine getirecek idare tarzı olarak benimsenmiştir. Yalnız her şehirdeki demokrasinin aynı olmayışı; demokrasi anlayışındaki farklılıkları ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde demokrasinin en ortak karakteri, halkın şu veya bu şekilde, yapılacak idarî işlere katılması fikir plânında kalması olmuştur. Bu doğrudan katılma daha sonraki gelişmeler içinde yerini temsilî katılmaya bırakmıştır.”

“Eski Yunan kültüründen sonra demokrasi uzun asırlar unutulmuş, yerini krallık tarazındaki idarelere bırakmıştır. Bu uzun unutuluş döneminden sonra demokrasinin tekrar canlanışı, Rodos Adalarında, 1641'lerde olmuştur. Raymond WİLLİAMS'a göre, modern demokrasinin başlangıcını Rodos Adaları'nda 1641 yılında yazılan ilk (Peygamber Efendizim'in Medine Anayasası ile Tezkiretül Timurin’den haberi mi yok, acaba? M. Kaplan) siyasî anayasada (esas teşkilât kanunu) görmek mümkündür. Çünkü bu anayasa ilk defa, kanunları hazırlayacak bir meclisten ve bu kanunları uygulayacak bir hükümet heyetinden (kabine) bahsetmiştir.”

“Yine de demokrasiyi fikir ve hareket olarak 1789 Fransız İhtilali'ne ve Amerikan Bağımsızlık Hareketine götürmek gerekecektir. Bu tarihlerden sonra kavram devamlı olarak siyasî gündeme girmiş ve yavaş yavaş bugünkü kalıbını alıp yaygın bir idare tarzına; saygı ve
takdir uyandıran bir idare şekli hüviyetine kavuşmuştur.”

“Allan BULLOCK'a göre bugün demokrasi denince muhakkak ki aşağıdaki hususiyetlere sahip bir idare şeklini düşünmek lâzımdır:”

“1. Seçimle iş başına gelen hükümetler,
2. Seçimlerin idarî ve her türlü baskılardan uzak, belirli aralıklarla ve gizli oy, açık tasnifle yapılmış olması,
3. Partilerin, adayların ve seçim işlerinin tamamen hür bir vasat içinde fonsiyonlarını yerine getirmeleri,
4. Meclislerin ve dolayısıyla seçilenlerin (temsil yetkisine haiz olanların) kanun yapma yetkisine sahip olması,
5. Muhalefet fonsiyonunun yerine getirildiği bir vasatın bulunması,
6. Ferde her türlü hürriyetin (söz, fikir, yazma, din, eğitim, seyahat, toplantı vb.) tanınmış olması; ve bunların kısıntı altında tutulmaması,
7. Herkesi kanun karşısında eşit gören adalet müessesesinin bulunması.”

“Bu hususiyetler ve şartlar çoğaltılabilir ama, azaltılamaz; yani bir idarenin demokrasi olabilmesi için gerekli asgari şartlar bunlardır.”

“Demokrasi bu kalıp ve muhtevası içinde Batı kültürünün eseri olarak kabul edilmek gerekir. Demokrasinin başka kültürlere sahip toplumlarda tam işleyememesinin ve değişik modellere dönmesinin sebebi de budur, zaten. Kaldı ki; Batı toplumlarında da demokrasiler arasında öz olmasa bile şekil farklılıkları vardır. Buna rağmen Abraham Lincoln'ın “halkın halk tarafından, halk için idaresi” olarak tarif ettiği demokrasiyi Churchill'in de söylediği gibi en iyi idare şekli değil, ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli olarak kabul etmek lâzım gelir.”

“Son olarak, demokrasi mefhumuyla ilgili şu söylenebilir: Batı kültürünün ve düşüncesinin mahsulü olmasına rağmen demokrasi Batı'da bile külfetsiz ve kolayca yerleşmemiştir. Meselâ Fransa'da 1830, 1848, 1871 ve 1947 denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmış diktatörlükler ve
çalkanmalardan sonra nihayet 1958'de de Gaulle'ün yaptığı yeni anayasa ile Fransız demokrasisi bugünkü rayına oturabilmiştir.”

DEMOKRASİ'NİN KAYNAĞI

Çağdaş demokrasiler veya demokratik rejimler, ilhamını liberalizmden almış, onun uzantısı ve ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple, liberal felsefeyi bilmeden ve liberal toplumu tanımadan demokrasiyi anlamak da anlatmak da zordur.

O halde liberalizm nedir?

Her şeyden önce liberalizm beşerî hayatın fertten-topluma, toplumdan-devlete kadar bütün yönlerini içine alan ve ortak toplumsal hayatın ortaya çıkardığı problemleri çözme iddiasında bulunan dünyevî ve rasyonalist bir felsefedir.

İkinci olarak liberalizm hürriyeti esas alan ve merkez yapan, toplumun ve siyasetin hürriyet üzerine oturması gerektiğini savunan siyasî bir felsefe veya görüştür.

Üçüncü husus ise; liberalizm ferdi, devletin üstünde tutan, grupların menfaatinin ve toplumun arzularının önünde bulunduran ferdiyetçi sosyal bir felsefedir. Kısaca fert kutsaldır, her şeyin
üstünde ve önündedir. Cemaatlerin ve devletin ferdi, şahsiyeti ve kimliği bozduğuna ve yok edebileceğine inanır. Fert eşitliğini, tabii bir hak olarak görür. Bu tür eşit fertlerden müteşekkil toplumların terakki edebileceğini ve insanca yaşayabileceğini kabul eder.

Dördüncü olarak ise liberalizm, bilgi ve hakikat felsefesidir. Çünkü bilgiye ve hakikate akılla ulaşılabileceği iddiasındadır. O halde liberalizm tamamen akılcıdır (rasyonalist) yani ferdî aklı esas alır, onu yüceltir ve hatta kutsallaştırır. Bu bakımdan da akla engel olabilecek her türlü otoriteye, dogmaya, ön yargıya karşıdır. Aklın bizzat hakikati aramasını öngörür. Her ferdin aklına saygı duyduğu için de fikirlerin çatışmasından hakikatin çıkacağını savunur. Bu itibarla
tartışmadan, diyalogdan, münakaşadan ve iknadan yanadır ki işte bu düşünce, liberalizmi parlamenter sisteme, demokrasiye götürmüştür.

Görüldüğü üzere liberalizm her türlü toplumsal ve ferdî derde deva olabilecek bir reçete sunmak iddiasındadır. Bu reçetede tavsiye edilen ve toplumu sağlıklı hale getirebilecek ilaçlar hürriyet, fert (ferdiyetçilik), akıl (akılcılık), eşitliktir (ferdi eşitlik). 1789 Fransız İhtilali'yle hukuk alanında, fert merkeze alınmış, ona her türlü hürriyet ve eşitlik hakkı tanınmış, dolayısıyla ferdî akla ve ondan neş'et eden fikir ve düşünceye de hürriyet bahşedilmiştir. Bu
haklarla mücehhez fertlerin oluşturduğu toplumda, liberal ve demokratik rejim işlerlik kazanabilecektir. Teorik, hukukî sahada her şey gayet iyi görünüyordu. Ya uygulamada nasıl olacaktı?

Liberalizm, 1789 İhtilali'yle iktidarı ele geçiren burjuvazinin resmî ideolojisi haline geldi. Bundan sonra ekonomik, kültürel, siyasî, idarî, malî gücü de elinde bulunduran burjuvazi, liberalizmin esasını oluşturan hürriyet, eşitlik, akıl ve fert gibi kavramları kullanarak, devlete, krala, eski düzene, kiliseye ve ruhban sınıfına savaş açtı. Neticede devleti, ekonomik ve sosyal hayata müdahale etmeyen, sadece iç ve dış güvenliği sağlayan bir mekanizma haline getirdi. Krallığı yıktı, cumhuriyeti ilân etti. Kilisenin, ruhban sınıfının ve aristokrasinin
imtiyazlarını kaldırdı, gücünü ve nüfuzunu kırdı, laikliği ihdas etti.. Eski düzenden kalma
bütün müesseseleri lağvetti, yerine yeni müesseseler kurdu. İktidarın gücünü azaltmak için kuvvetler (yasama, yürütme, yargı) ayrılığı ilkesini getirdi. Merkezi otoriteyi zayıflatmak için adem-i merkeziyetçiliği esas aldı. Hukukun üstünlüğü tesis edildi. Bu tedbirler ferdi hür kılmak ve her türlü otoritenin baskısından azat etmek içindi.

Fakat, 1830 ve 1840'lı yıllarda liberalizmin burjuva sınıfının menfaatlerine uygun bir doktrin haline geldiği görüldü. Çünkü, pratikte burjuvazi daha hür, daha eşit, daha akıllı (kültürlü) daha ferdiyetçi olurken, ekonomik, siyasî, sosyal, kültürel gücü, imkânları olmayan köylüler, orta sınıf, işçiler gibi halk tabakalarının durumunda ciddi bir değişiklik olmadı, hatta kapitalist ekonomik düzen içinde daha da kötü duruma düştüler.

İşte liberalizmin ilkeleri tatbikatta istenilen ve beklenen neticeleri ve faydaları getirmeyince marxist, sosyalist ve demokrat aydınların tenkidine maruz kaldı. Maxistler, sosyalistler liberal düzeni ekonomik ve sosyal açıdan tenkid ederken, demokratlar siyasî ve demokratik açıdan tenkide başladılar. Demokratların bu tenkidiyle demokrasi ve demokratik anlayış devreye girdi. Böylece demokrasi, liberal düzende siyasî hakların, siyasî hürriyetlerin ve siyasî eşitliğin fertlere ve kamuya hukuken ve fiilen tanınması ve verilmesi olarak siyasî mücadelede gündeme getirildi. Neticede siyasî iktidarın kaynağı ve bu iktidarın nasıl oluşması gerektiği, başka bir deyişle toplumları kim veya kimlerin idare etmesi ve bu kişilerin hangi esaslar çerçevesinde seçilmesi gerektiği gibi meseleler tartışma konusu yapıldı.

Ve demokrasi, liberal burjuva rejimlerinin siyasî anlamda düzeltilmiş, genişletilmiş ve yeniden düzenlenmiş ileri bir şekli olarak ortaya çıktı. Bu itibarla demokrasiyi liberalizmden ayrı düşünmek mümkün değildir. İkisi arasında ciddi ve karmaşık bir ilişki olduğunu kabul
etmek lâzımdır. Dolayısıyla liberal düşünceyi benimsemeyen bir insanın demokrat olması, liberal olmayan toplumda da demokrasinin yaşaması hemen hemen imkânsız gibidir. O halde demokrasinin temel şartı ve esası, liberal felsefeyi bütün fertlerin, kurum ve kuruluşların iyice
özümsemesi ve benimsemesi gereğidir. Demokrasi, liberalizmin siyasî boyutu ve uzantısı olduğuna göre, her şeyden önce siyasî eşitlik ve siyasî hürriyetlerin her ferde ve bütün kamuya tanınması ve verilmesi şartını da ihtiva etmektedir.

SİYASÎ EŞİTLİK VE SİYASÎ HÜRRİYETLER

Bu durumda siyasî eşitlik ve siyasî hürriyetlere kısaca da olsa temas etmemiz lâzım geldiği açıktır. Aksi halde, konunun havada kalmak tehlikesi vardır.

Siyasi Eşitlik: Demokrasinin karakteristik vasıflarından biri, hiç şüphesiz, bütün fertlere siyasî hakların eşit bir şekilde hukuken ve fiilen verilmesidir. Bunların başında oy eşitliği, seçme ve seçilmede eşitlik hakkı gelir. Genel seçim olmadan ve herkese eşit oy hakkı verilmeden demokrasi olmaz. Bundan maksat, her ferdi, yani halkın bütününü siyasî iktidarın kaynağı haline getirmektir. Böylece millî hâkimiyet, halk hâkimiyeti ve iradesi tecelli ettirilerek, herkese siyasî iktidarda pay, sorumluluk ve görev verilmiş olur. Demek ki insanlar arasındaki eşitsizlik demokrasinin önündeki en büyük engeldir.

Siyasi Hürriyetler: Demokrasinin ikinci ayağı siyasî hürriyetlerdir. Bu itibarla hürriyetlerin her ferde, her türlü sivil kurum ve kuruluşlara tanınması demokrasinin vazgeçilmez kuralıdır.
Çünkü demokrasi hürriyetler konusunda her türlü kısıtlamayı rededen bir rejimdir. Herkesin, siyasî alanda bu hürriyetlerden kanunlar çerçevesinde ve eşit şekilde istifade etmesini öngörür. Şüphesiz, bu siyasî hürriyetlerin kanunla verilmesi demokrasiler için yeterli değildir, aynı zamanda şartlarının da hazırlanması gerekmektedir. Tabiidir ki, burada toplumu anarşiye itecek kadar sınırsız veya faşizmin habercisi kısıntılı, hürriyetlerden değil, insan tabiatına uygun makûl hürriyetlerden bahsediyoruz. Demokrasi zaten dengeler ve uzlaşmalar rejimidir. İster sağdan, ister soldan gelsin her türlü aşırılık demokrasinin baş düşmanıdır. Çünkü, aşırılık hürriyeti yokeder, kimseye hürriyet hakkı tanımaz. Siyasî hürriyetler derken şüphesiz siyasî düşünce ve fikir hürriyeti, siyasî toplantı, gösteri, propaganda, kısaca ferdin ve toplumun kendini her türlü ifade edebilme hürriyetlerini kasdediyoruz. Aksi takdirde demokrasinin vazgeçilmez özelliklerinden olan çoğulculuktan, diyalogdan, uzlaşmadan, yenilikten, yaratıcılıktan bahsetmek mümkün değildir.

Demokrasinin zemini liberal toplum düzeni olduğuna göre, demokrasinin, temelde teorik liberalizme hiçbir itirazı yoktur. Onun itirazı, uygulamada burjuva sınıfının siyasî iktidarı ele geçirmesine ve liberalizmin siyasî boyutunu ihmal etmesinedir. Dolayısıyla demokrasinin iddiası liberalizmin siyasî boyutunu genişletmek ve liberalleştirmektir. Bunun içinse, halkı veya bütün fertleri iktidarın kaynağı haline getirmek gerekiyordu. Çünkü aklını kullanan hür ve eşit fertlerin siyasî iktidarı kime, kimlere vereceğine veya kendilerini yahut toplumu kimin veya kimlerin yöneteceğine bizzat karar vermelerinin liberal felsefeye daha uygun olacağına inanılmaktadır. Böylece siyasî iktidar makamı halkın rızasıyla seçilen yöneticilerin eline geçmiş veya mevcut yöneticiler yine onun iradesiyle değişmiş olacaktır.

Demek ki, demokrasinin en bariz vasıflarından birisini hâkimiyetin kayıtsız şartsız halka ait olması ve bu hâkimiyeti yine onun adına ve onun iradesiyle seçilenlerin kullanması teşkil ediyor. Temel ilkesi bu olduğuna göre demokrasi, artık toplumun bütün meselelerinin en iyi şekilde bu yöneticiler tarafından çözüleceğine, böylece refaha, saadete kavuşulacağına olan inancını muhafaza eder.

Halkını temsil eden ve halk tarafından seçilen yöneticiler liberalizmin öngördüğü temel hak ve hürriyetler çerçevesinde topluma ait hukuk kurallarını yine toplumu ilgilendiren iktisadî, sosyal, siyasî ve kültürel kuralları belirleyeceklerdir.

DEMOKRASİ NE DEĞİLDİR?

Demokrasi’nin nisbeten doğru bir tarifini vermek gerekirse, demokrasi, bütün halkın temel kamu politikalarının belirlenmesine negatif veya pozitif bir şekilde katıldığı veya katılma hakkının bulunduğu bir siyasî sistem veya rejimin adıdır, diyebiliriz. Ya da, halkın yöneticilerini seçtiği, temel insan hak ve hürriyetlerinin olgun anlamda egemen olduğu ve kamu yöneticilerinin, yönetimi, halkın gönüllü kuruluşları ile sürekli işbirliği halinde gerçekleştirdiği, sistem. İşte çağdaş manâda demokrasinin “ağyârını mânî, efrâdını câmi” tarifi bu. Ne bir fazla, ne bir eksik.

Ancak, demokrasi konusunda gerek Türkiye'de gerekse başka ve değişik ülkelerde yanlış bir takım anlayışlar vardır. Demokrasinin ne olduğunu tam olarak anlayıp, kavrayabilmek için bu yanlış anlayışları da hiç olmaz ise, genel hatları ile bilmek ve anlatmak lâzımdır.

Demokrasi konusundaki en büyük yanlış anlayışlardan biri, demokrasinin bir dünya görüşü veya ideoloji olduğunun zannedilmesidir. Buna göre, demokrasi, aynen liberalizm veya sosyalizm gibi bir ideolojidir.

Tekrar tekrar altının çizilmesi gereken bir gerçektir ki: Demokrasi bir doktrin değildir, bir ideoloji değildir, bir dünya görüşü değildir. Demokrasi özü itibariyle bir siyasî yönetim biçimidir. Şüphesiz, demokrasi değer-serbest, başka bir deyişle zamana ve zemine uygun olarak her türlü değer sistemi ile uyuşabilecek, uzlaşabilecek bir yönetim biçimi olarak da takdim edilemez. Sağlıklı bir demokrasinin, ancak bazı temel değerler üzerinde yükselebildiğini tarihî tecrübeler ispatlamaktadır. Ancak, bu değerler demokrasinin bizzat yarattığı değerler olmaktan ziyade, hazır bulduğu ve genellikle liberalizmden alıp, aktardığı değerlerdir. O yüzden bugün günlük dilde demokrasi kelimesiyle adlandırdığımız sistemin tam ismi liberal demokrasidir. Bazı düşünürlerin de dediği gibi, liberalizmin mahiyetini tam olarak kavramadıkça, onun devlet, otorite, fert hakları, temsil mekanizması gibi konularda ortaya koyduğu sorulara yakından bakmadıkça çağdaş demokrasi teorilerini ve dolayısıyla demokrasiyi anlamak imkânsız gibidir. Kısaca, liberalizmsiz demokrasi olamaz, liberalizmden arındırılmış bir demokrasi olsa olsa diktatörlük olabilir.

Fakat, liberalizmle demokrasi arasındaki bu yakın ilişki, bizi yanıltmamalıdır; sosyal demokrasi ile demokrasi aynı şey olmadığı gibi liberalizmle demokrasi de aynı şey değildir. Liberalizm bir yumuşak ideoloji veya açık uçlu bir fikir sistemi iken, demokrasi bir siyasî yönetim biçimidir. Ayrıca ikisi arasındaki uyum motamot bir örtüşmeye değil, zaman zaman ve kısmî bir çakışmaya denk düşmektedir. Keza, sosyal demokrasi bir ideolojik yaklaşım, demokrasi ise bir ortak siyasî karar alma yöntemidir. Buradan çıkartılabilecek bir sonuç da, bir sosyal demokratın otomatikman demokrat veya başka ideolojileri, başka dünya görüşlerini benimseyen kimselerden daha demokrat olmasının gerekmeyeceğidir. Gerçekten, birçok durumda bir muhafazakârın bir sosyal demokrattan daha demokrat olduğu görülebilir. Buna dair örnekler biraz dikkatlice etrafa bakıldığında hemen karşımıza çıkar.

Aynı şekilde, demokrasi bir yaşam biçimi de değildir. Demokrasi bir yaşam biçimi olarak kabul edilir ise demokrat olmadığına inanılan hayat tarzlarının peşinen değersiz addedilmesi, yasaklanması veya bastırılması gerekir ki, bunun sonucu bir taraftan demokrasi adına sonsuz
bir baskı ortamının oluşturulması, diğer taraftan insanların tektipleştirilmesi ve toplumsal hayatın tekdüzeleştirilmesi olur. Demokrasi bir yaşam biçimi değil, farklı amaç ve değer skalalarına göre şekillendirilmiş, değişik hatta zıt hayat tarzlarının barış içinde birarada yaşamasına zemin hazırlayan yöntemdir. Çünkü insanların, başkalarının hak ve hürriyetlerini ihlâl etmedikleri sürece, istedikleri gibi yaşama hakkına sahip oldukları, demokrasinin ilk ve en temel gerçeğidir. Demokrasi adını hakeden bir sistemde hiçbir kimse ve/veya kurum, hiçbir sebeple bunun önüne geçemez. Değişik ve çeşitli hayat tarzlarını, bu tarzlardan biri lehine devlet baskısıyla yok etmeye çalışmak, insanî varoluşun ahlakî temellerini tahrip etmekle eş anlamlıdır.

Gene alternatif yaşam biçimlerini, bu biçimlerden biri lehine devlet baskısıyla yok etmeye çalışmak irrasyonel bir tavırdır. Çünkü demokrasilerde tercih edilen yaşam biçimi adına ve lehine diğer hayat tazlarını tasfiye etmenin imkânı yoktur. Bu, demokrasinin erdeminden,
yani demokrasinin, iktidarları muhalefeti yok etme sevdasından uzak tutması ve muhalefete iktidardan uzak olmasına rağmen güven içinde yaşama imkânı vermesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, demokrasinin baş hedefi, insanların hayatını çağdaşlaştırmak değil, hangi sıfatla vasıflandırılırsa vasıflandırılsın, bütün hayat tarzlarının, insan haklarının sınırları çerçevesinde birarada yaşamasını sağlamaktır.

Keza, demokrasi cumhuriyet de değildir... Cumhuriyet nedir? Batı dillerindeki karşılığı; respublica, repuplik olan cumhuriyet, monarşinin zıddı bir yönetim sistemidir. Cumhuriyet’de devlet başkanlığı, irsî değildir. Yani, babadan oğula veya belirli bir ailenin belirli başka bir ferdine geçmez. Hayat boyu da devam etmez. Devlet başkanı, seçilerek veya başka şartlarda gelen bir kişidir.

Cumhuriyet kelimesinin sözlük anlamı ise, halka mahsus idare, halk idaresi demektir ve aynı anlamdaki demokrasi kelimesinin karşılığıdır. Fakat terim olarak ve uygulamadaki şekilleriyle
cumhuriyet demokrasi'nin eşanlamlısı değildir; hatta bu bakımdan demokrasi ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü demokrasi; İngiltere, İsveç, Hollanda, Belçika, Japonya vs. de olduğu gibi, cumhuriyet kadar monarşi'lerde de geçerli bir sistemdir.

Cumhuriyet; ABD, Almanya, Fransa vb. de olduğu gibi, demokrasi de olabilir. Bu, halk iradesine, millî iradeye, serbest seçime, çeşitli partilerin varlığına, subay ve hakimin (ordu ve yargı) politikaya karışmamasına bağlıdır.

Gene cumhuriyet; Çin, Küba vb. de olduğu gibi komünist de olabilir. Bu takdirde tek parti hâkimiyeti vardır. Fakat demokrasiye ait hürriyetlerin hiçbiri mevcud değildir. Seçimler göstermeliktir. Halk yönetimi ve millet iradesi bahis konusu değildir. Yargı, parti'nin
emrindedir. Ordu, politikanın içindedir.

Gene cumhuriyet; 2. Dünya Savaşı'ndan önceki Almanya ve İtalya ile Franco dönemindeki İspanya gibi, faşist de olabilir. Bu takdirde komünizme karşıdır, fakat bütün hürriyetler ya yok, ya kısıtlıdır ve iş başında mutlaka bir diktatör vardır.

Sonuç olarak, demokrasi=cumhuriyet fikri ve düşüncesi tamamen yanlış bir fikir ve düşüncedir. Cumhuriyet demokrasidir, demokrasi de cumhuriyettir, fikrinde ısrar edenler ya konuyu tam olarak bilmiyorlar veya 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat Darbecileri gibi
darbeleri meşrûlaştırmaya çalışıyorlar... Oysa, darbeler devleti ve cumhuriyeti belli bir zaman için, belki korumuştur ama, milleti ve ferdi, insan hakları ile demokrasiyi de katletmiştir.

Peki, demokrasi bir araç mı yoksa bir amaç mıdır? Aslında şimdiye kadar söylenenler bu konuya yeteri kadar açıklık kazandırmış olmalıdır ama, gene de vurgulamak gerekirse, demokrasi kendi başına bir amaç değil bir araçtır. Demokrasi, çağdaş toplumların muazzam
çeşitlilik unsurlarının birbirlerini tahrip ve imha etmeye yönelen değil, birbirlerini zenginleştiren ve tamamlayan unsurlar olarak, barış içinde birarada yaşamalarına hizmet eden bir araçtır.

Şüphesiz, barışçıl ortak varoluşun yegâne aracı demokrasi değildir. Lâkin, insanların önünde ve siyasî seçenek yelpazesinde barış içinde toplumsal varoluşun en iyi yolu olarak demokrasi durmaktadır. Sadece bu anlamda demokrasi bir amaç olarak görülebilir. Fakat, demokrasinin başlıbaşına bir amaç olduğunu sık sık ve ısrarla vurgulayanların çoğunun sandığı gibi belirli bir hayat tarzı veya ideolojiyle özdeşleştirilmiş biçimiyle bir amaç değildir. Olamaz.

Demokrasi, iç barışı ve ferdî özgürlükleri korumak için bir araç ve pratik bir yoldur... Demokrasi sadece bir alettir. Hedefe giden yolda bir pusula. Yoksa kendi başına bir anlamı yok. Peki hedefi nedir? Hedef, adı hangi izm olursa olsun: Daima daha çok ve daima daha çok saadet; daima daha çok ve daima daha çok refah.

Demokrasiyi hakkıyla anlamak için üzerine eğilmemiz gereken bir diğer konu da, din, laiklik, demokrasi ilişkisidir... Laikliğin demokrasinin önşartı olduğu, laikliğin olmadığı yerde demokrasinin olamıyacağı veya yaşıyamıyacağı da bazı kimseler tarafından sık sık ifade edilmektedir. Keza laikliği korumanın demokrasiyi korumak anlamına geleceği de yetkili yetkisiz birçok ağız tarafından tekrarlanmaktadır. Ne var ki, laiklikle demokrasi arasındaki ilişki böylesine otomatik değildir. Siyasî tarih ve siyasî coğrafya bilgisi birikimimiz, laiklikle demokrasi arasında birebir özdeşlik kurulamıyacağını, yanlış anlamayı imkânsız kılacak kadar net bir şekilde bize göstermektedir. Başka bir deyişle, özellikle İslâm ülkelerinde, laik hem de radikallik derecesinde laik olduğu halde demokratik olmayan ülkeler vardır. Suriye, Irak, Cezayir, Mısır ilk akla gelen radikal laik ülkelerdir. Keza sosyalist rejimler de, bir anlamda laik hatta ateist oldukları halde, aynı zamanda tavizsiz ve katı anti-demokratik rejimler teşkil etmişlerdir. Bu bize, açıkça göstermektedir ki, laiklikle demokrasi aynı şey olmadığı gibi, laikliği savunmak her durumda demokrasiyi savunmak anlamına da gelmez.

Toparlayacak olursak, dinî özgürlüğün bir teminatı olarak devletin dinler ve/veya mezhepler karşısında tarafsız olması anlamındaki laiklik, özellikle dinler arası veyahut mezhepler arası gerginlik ve çatışmaların yaşandığı ülkelerde, demokrasinin gerekli şartlarından biridir. Ancak bu laiklik, demokratik veya özgürlükçü laiklik olarak adlandırılan laiklik türü olmalıdır… Ayrıca, tek başına laikliğin olması demokrasinin var olmasını sağlamaya yetmeyeceği gibi, demokrasi de özgürlükçü laikliğin olmadığı, yani devletin dinler ve/veya mezhepler arasında taraf tuttuğu ülkelerde yaşayamaz. Bu anlamda, demokratik devletler, anayasalarında kelimelerle ifade edilmiş olsa da olmasa da laiktirler.

İSLÂMİYET VE DEMOKRASİ

Biz, aslında burada milliyetçilik ve demokrasi münasebetini irdeliyoruz ve buraya kadar yazdıklarımız da bu konuyu yeteri kadar açıklamış bulunuyor. Bu sebeple, burada konuya son noktayı koyabiliriz… Fakat, biz herhangi bir milliyetçilik ile değil, İslâmî milliyetçilik ile demokrasi münasebetini sorguluyoruz. Onun için, konu ile direkt ilgisi olmasa bile İslâmiyet demokrasi münasebetine de kısaca da olsa temas etmek zorundayız. Aksi takdirde, aklımızda bazı soru işaretleri kalabilir veya konuyu tam olarak kavrayamayabiliriz.

İslâmiyet demokratik bir din midir? İslâmiyet demokrasiye uygun bir din midir? Bu iki sorunun cevabı, uzun zamandan beri, bilhassa Müslüman ülkelerde aranıp duruyor… Ancak hemen söylemeliyiz ki, bu, her iki sual de temelden yanlıştır! Çünkü burada, İslâm'ın ne kadar demokrat olduğu değil, demokrasinin ne kadar İslâmî olduğu ya da demokrasinin İslâmiyet ile ne kadar uyuşabileceği sorulmalıdır.

Bu sualleri, Hüsrev HATEMİ, “Demokrasinin Kitap'ta yeri var mı” şeklinde soruyor ve suali şöyle cevaplıyor: “Elbette var! Ancak; eski Yunanca'dan gelen demokrasi terimi halkın sesi, çoğunluğun sesi veya liderin megafonundan çıkan sestir, bu da mutlak olarak Hakk'ın sesidir, yanlışına yol açmaması için, Kur'ân-ı Kerim'de eski Yunanca'dan gelen demokrasi teriminin Arapça karşılığı değil, Latince'nin res publicasının karşılığı olan velâyet-i emr terimi
kullanılmıştır. Ancak; o dönemin Roma Devleti'nde olduğu gibi bu sistemin yozlaştırılmaması ve istibdada veya oligarşiye döndürülmemesi için de velâyet-i emr emanetinin tevdi'inde seçim (Biy'at) usulü tekrar edilmiş, halkın biy'atten biy'ate bilinçlenip geri kalan zamanlarda sürü gibi davranmasının sakıncaları ve son tahlilde imkânsızlığı dolayısı ile de, bir yandan saydamlığın ve halk denetiminin ilkeleri belirlenmiş, buna bağlı olarak da veliyyi emr (ulül-emr) sorumlu kılınmıştır.”

“Şu halde yanımızda ızdırapla horlayanı, şefkatle dürtüğümüzde tekrar “Demokrasinin Kitap'ta yeri var mı?” sayıklaması ile karşılaşırsak, ne halin varsa gör! Zıbar! Bezginliği ile biz de kafayı yastığa vuracak yerde “Var! Kalk da göstereyim! Demokrasiden başka hiçbir sistemin Kitap'ta yeri yok da, sadece demokrasinin var!” desek, gerektir. Demokrasi; made in England veya Greece değil, İlâhi Hikmet'in bir ürünüdür.”

Demokrasi İslâmiyet ile ne kadar uyuşur sualine, Yrd. Doç. Dr. Süleyman AKDEMİR, şöyle cevap veriyor: “Demokrasi madem ki halkın yönetimidir; o halde İslâmî'dir. Çünkü, halk adına yönetme, halkın gerçek inancını esas alan bu dinin temel ilkesidir.”

“İslâm terminolojisinde, insan diğer canlılardan irade-i cüziyesi ile ayrılır. Bunun anlamı, insanın kâinat kuralları içinde olmak şartıyla özgür olmasıdır. Külli irade, Allah'ın iradesi olup, Tanrı sadece insana irade serbestliği vermiştir ve insanın sorumluluğunun temelinde irade serbestliğine sahip olması yatmaktadır. Allah'ı yeryüzünde cemaat, yani toplum temsil eder. Toplum adına hareket etme Allah adına hareket etme anlamına gelir. Ancak, neyin
Allah iradesini tam yansıttığı, neyin tam yansıtmadığı hususları tamamen delillerin ve içtihatların konusudur. Halkın gerçek iradesini bulmak, Allah'ın iradesini bulmakla eşdeğerdir. O halde, İslâmî bakımdan halkın, gerçek iradesini bulmanın yolu ve yöntemi en önemli bir uğraştır. Bu konuda daha iyi demokrasi isteme ve demokratikleşme mücadelesi yapma, İslâm'a inanan bir kişinin en önemli ve vazgeçilmez bir görevidir.”

“İslâmiyet, ….. düzene ilişkin getirdiği hükümlerle, halkın gerçek iktidarından başka bir şey önermemekte, halkın gerçek iktidarını âdeta külli iradenin bir tezahürü saymaktadır. Kur'ân ve İslâm Tarihi dikkatle incelendiğinde, indirilen bütün âyet ve hükümlerin halkın gerçek iktidarını, yani demokrasiyi tesis etmek üzere olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Bütün mesele, İslâmiyet'e içtihatla yaklaşmaktan, bir başka deyişle delillere dayanarak günümüze ilişkin görüşleri ortaya koymaktan geçmektedir.”

Soruyu, Ali BULAÇ, şöyle cevaplandırıyor: “Din açısından devletin anlamı, ona çizdiği genel çerçeve içinde, hukuka tam riayettir. Hukuk devletin temeli, koruyucu zemini ve teminatıdır. Bugünün tâbiriyle, dinin devletten talep edeceği tek bir şey vardır, o da hukukun üstünlüğüne riayet etme ilkesidir. ..... Hukukun üstünlüğüne riayet etmeyen devlet meşruiyetini kaybeder.”

“Hukukun açık seçik tanımlanması ve devletin biricik referansı konumunda tutulması, yönetimin ruhunu, muhtevasını teşkil eder; yönetimin şeklî merkezinde “seçim mekanizması aracılığıyla halkın iradesine dayanması” ilkesidir. İslâm bakış açısından bir şeyin ruhu kadar şekli de mühimdir. Hiç kimse kendinden menkûl iddia ve gerekçelerle halk iradesinin üstünde olamaz. Mülk Allah'ındır ve bu mülkü kulanma hakkı halkındır.”

“Prensip olarak, İslâm genel telakkisi içinde peygamberler hariç, hiçbir beşer yanılmaz ve masum kabul edilmediğine göre, söylenen her söz, serdedilen her görüş eleştiriye ve muhalefete açıktır. Sünnî telakki masumiyet sıfatını sadece peygamberlere mahsus kabul etmiştir. Buna rağmen peygamberler, inancın temel esaslarını değiştirme veya Kur'ân'ın hükümlerine aykırı bir talepte bulunma haklarına sahip değildirler. İktidar ilişkisinin düzenlendiği siyaset alanında da durum mahiyet itibariyle farklı değildir. Bunu, en açık biat kavramının genel semantiğinde tesbit etmek mümkündür. Bilindiği üzere Peygamber (s.a) iki amaçlı biat istemişti: Biri, O'nun nübüvvetinin teyidini öngörüyor, diğeri O'nu bir devlet başkanı olarak teyid ediyordu. Nübüvvet'e ilişkin biatın tartışması yoktur. Kişi, kendini peygamber olarak takdim eden seçkin bir zâtı ya peygamber olarak kabul eder veya etmez. Bu, onun özgür iradesiyle yapabileceği bir seçimdir. Ancak onu siyasî bir kişilik olarak seçtiği zaman, biat isteyenin taleplerinin muhtevasına bakar. Ve bunların ma'ruf şeyler olup olmadığını test eder. Bunu, bizzat Kur'ân öngörmektedir:”

“Ey Peygamber, mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şey koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira düzüp-uydurmamak (gayri meşrû bir çocuğu nikâhlı kocasına dayandırmamak) ve ma'ruf (iyi, güzel, doğru ve meşrû bir iş ve emir) konusunda isyan etmemek üzere, sana biat etmek üzere geldikleri zaman, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (60/Mümtehine, 12)”

“Bu âyette altı çizilmesi gereken iki önemli nokta var: 1. Hiçbir siyasî veya dinî lider, kayıtsız şartsız, insanlardan bağlılık ve itaat isteyemez. Siyasî bir sözleşme olarak biat somut
konularla sınırlıdır. 2. Kur'ân, bir peygamber dahi olsa, Hz. Muhammed (s.a)'in biatını ma'ruf olanla sınırlamaktadır. ..... Ma'ruf, aklın, fıtratın ve hukukun doğru, iyi ve güzel kabul ettiği şeydir. Peygamber'in dahi ma'ruf'u aşan mutlaklık iddiaları ve talepleri olamıyacağına göre,
sıradan bir yönetici veya otoritenin insanlar üzerinde nasıl mutlaklık iddia etmek hak ve yetkileri olabilir. Onların beşerî içtihad ve görüşleri nasıl Tanrı sözü yerine geçebilir?”

“Genel ve bağlayıcı bir ilke olarak Allah'ın iradesi devlette, monarkta, elitler zümresinde veya din adamları sınıfında değil, ümmette tecelli eder. Ümmet (de), sadece evrensel İslâm birliği değil, bunun yanında herhangi bir siyasî coğrafya üzerinde siyasî olarak kendi aralarında organize olmuş, halk kavramını da içerir.”

“Demokrasi fıtraten kötülüğe olduğu kadar, iyiliğe de eğilimi olan halkın günâhı kurumlaştırdığı bir rejim değil; tam aksine insanların farklılıklarını koruyarak birarada yaşadığı, din ve vicdan hürriyetinin hukukî güvence altına alındığı, temel insan haklarının
korunduğu ve herkesin inancına göre insanca ve korkusuzca örgütlenip yönetimin her kademedeki karar mekanizmalarına katıldığı, muhalefet edip iktidar yarışına katıldığı, kısaca iktidarın şiddet kullanılmadan seçimle el değiştirdiği ve bu şekilde halk iradesinin tecelli ettiği
rejim demektir. Temel İslâmî parametrelerin işaret ettiği siyasî değer ve idealler açısından bu sayılanların niçin, Tanrı sözü dinle çatışma içinde olduklarını anlamak hayli güçtür.”

Doç. Dr. Hayri HAZIR, aynı konuda şöyle diyor: “Genelde özel bir devlet şekli öngörmeyen, meşrû muhalefeti kabul eden, bireyi temel değer alan ve her alanda geniş bir hoşgörüye sahip olan İslâmiyet, özünde siyasal demokrasi ile çatışma halinde değildir.” ..... “İslâm Hukuku'nun sadece ilâhî kaynaklı olmadığı gözden uzak tutulmaz ise, ondan bugünkü hayat için hüküm çıkarmanın imkânsız olduğu da söylenemez. Öyleyse, İslâm Hukuku'nun da demokrasinin önünde ciddi bir engel olması beklenemez. Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nda bile, meselâ İslâm Ceza Hukuku'na aykırı birçok kural konduğu düşünülürse, günümüzde en azından Türkiye için İslâm Hukuku'nun demokrasinin yaşamasını önleyeceği iddia edilemez. Özetle, İslâmiyet'in sadece Müslümanlar bakımından totaliter bir nitelik taşıdığı söylense bile, gene de demokrasi ile uyuşmadığı kesin olarak söylenemez.”

Son olarak, bir de, Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri merhum S. Ahmet ARVASÎ Hocamızı dinleyelim. Bakalım, bu konuda, O, ne diyor: “Şanlı Peygamberimiz ve O'nun yüce Ashabı, insanın idaresi konusunda, beşeriyete örnek olacak bir tutuş ve uygulama içinde hareket etmişlerdir.”

“Yüce Kitabımız insanlara yine insanların tahakküm etmesini yasaklamış; ister fert, ister aile, ister zümre, ister sınıf, ister millet, ister ümmet, ister insanlık adına olsun, hiçbir kişi veya
grubun bu konuda imtiyaz sahibi olmasını istememiştir. Yüce dinimiz, mülk ve hükmün Allah'a ait olduğunu hem âyetlerle, hem de hadislerle tesbit etmiş bulunmaktadır.”

“Günümüz dünyasında, siyasî rejim tartışmaları, otoritenin, idare edilenlere mi, yoksa idare edenlere mi ait olduğu etrafında dolaşmaktadır. Liberalizm, politikada idare edilenlerin, otokrasi ise daha çok idare edenlerin lehine hükümleri savunurlar. Öte yandan liberal demokrasi, daha çok ferdî hak ve hürriyetlerin ağır bastığı bir dünya görüşünü, sosyal demokrasi ise cemiyetin hak ve menfaatlerinin ön plâna alındığı felsefî tavrı savunurlar.”

“Oysa, yüce Kitabımızın ortaya koyduğu sistemde ne idare edenlerin, ne de idare edilenlerin tahakküm etme hakkı vardır. Öte yandan hâkimiyet hakkı, ne fertlerin, ne sınıfların ne de
cemiyetlerindir. Bu tip tartışmalar karşısında, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: İşte, bu makamda, nusret ve hâkimiyet, hak olan Allah'ındır. (El-Kehf sûresi, âyet: 44) Allah, otoritesini, Peygamberleri vasıtası ile tebliğ ettiği emir, ölçü ve hükümlere müminlerin uyması ile tesis eder. Bu hükümlere, başta peygamberler olmak üzere, inanan herkes uymak zorundadır. Önemli olan ferdin veya cemiyetin otoritesi değil, bu yüce ve mukaddes emirlerin
üstünlüğüdür. Esasen insan, fıtraten (yani tabiatı itibarı ile) –ister fert, ister cemiyet plânında olsun- kendi gibi yaratıkların otoritesine tâbi olmak istemez. İnsan, yüceliğine iman ettiği
mukaddes prensiplere itaat etmeyi sever.”

“İslâm'da Allah adına hükmetmeye kalkışacak bir ruhban veya seçkinler sınıfı mevcut değildir. Müminler, inandıkları yüce prensiplerin ışığında, o prensipleri yüceltmek ve yaşamak isteği ile kendi idarecilerini, bizzat kendi iradeleri ile seçeceklerdir. İdareciler, bu yüce ve mukaddes prensiplere sadakatla bağlı kaldıkları sürece, müminler de onlara itaat etmekle mükellef olacaklardır. İdareciler, müminlerde, bu şuuru uyanık tutmak zorundadırlar. Bu sebepten, yüce halife Hz. Ömer, birgün camide hutbe irad ederlerken, orada bulunan müslümanlara sormuşlardır: Ben, muhalfarz, Allah ve Resulünün yolundan (prensiplerinden) ayrılır, kendi nefsaniyetim etrafında bir tahakküm kurarsam, bana ne yaparsınız?. Müminlerden gelen; seni kılıçlarımızla doğrulturuz cevabı üzerine de Allah'a şükretmişlerdir.”

“İslâm'da müminlerin (inanmış halkın) reyine ve düşüncesine çok önem verilir. Yüce Kitabımız, müslümanları, “ki, bunların işleri, daima aralarında müşaveredir” diye öğer. (Eş-Şura sûresi, âyet: 37) Yüce ve şanlı Peygamberimiz de: Ümmetim bâtıl üzere toplanmaz,” “ümmetimin itilâfında (düşünce ve işbirliğinde) kuvvet, ihtilâfında (farklı rey ve içtihadında) rahmet vardır”, “halkın sevdiğini Hak da sever” diye buyurmuşlardır. Bütün bu ölçüler, İslâm’ın, Cumhurî bir karakter taşıdığını ortaya koymakla beraber, bazı zaruri hallerde tarihin
iradesi ile işbaşına gelmiş kadrolar için de bağlayıcı niteliktedir. Yani ister halkın reyi ile, ister sosyal ve tarihî determinizmin itici gücü ile iktidara gelsin kadrolar, asla kendi nefsanî ve
zümrevî menfaatleri etrafında bir tahakküm kuramazlar. Bu gayrımeşrû olur. İslâm'da mülk ve hüküm Allah'ındır; idare edenler de, idare edilenler de, O'nun koyduğu emir ve ölçülere uyarlar. Kimse, kimseye tahakküm edemez.”

AMMA...

Yukarda, milliyetçilik'in bir siyasi rejimi vardır ve bunun adı da demokrasidir, dedik... Ancak demokrasi ile milliyetçilik arasında, mutlaka bulunması gereken, varlık şartı değerinde bir bağ da yoktur. Çünkü demokrasi, yalnızca bir yönetim tarzıdır ve bu haliyle bir vasıtadan ibarettir. Bundan ötürü, uygulandığı ülkenin şartlarına göre, hem milliyetçilik'e, hem de milliyetçilik düşmanlığına hizmet edebilir. Bu tesbitin en mühim sonucu şudur: Milliyetçilik'in her zaman demokrasi ile çatışacağını sanmak ne kadar yanlış ise, demokrasisiz bir milliyetçilik'in imkânsız olduğunu düşünmek de o kadar yanlıştır. Milliyetçilik açısından demokrasi, faydalı bir unsurdur ama vazgeçilemiyecek bir unsur değildir; demokrasi açısından milliyetçilik'in durumu da böyledir.


Demokrasinin milliyetçilik'teki yeri, (ki bu görüşe biz de tamamen katılıyoruz), büyük Türk milliyetçisi merhum Galip ERDEM'e göre, her milletin belli dönemdeki özelliklerine göre tayin edilir. Milletin özellikleri ve ülkenin şartları değiştikçe demokrasinin milliyetçilikteki değeri de çoğalır veya azalır.

İlmî açıdan daima tartışmaya açık olmak kaydı ile, sırf anlatım ve anlama kolaylığı sağlamak bakımından, milliyetçilik ve demokrasi ilişkisini şu üç ayrı biçimde ele almak mümkündür:

Bir. Milletin sevilmesi, korunması, yükseltilmesi ve yüceltilmesi gereken değerleri, hem halk çoğunluğu, hem de aydın zümre tarafından ortaklaşa olarak temsil ediliyorsa, en faydalı yönetim tarzı, hiç şüphesiz demokrasidir. Böyle bir ülkenin milliyetçileri bu durum değişmediği sürece, başka bir yönetim tarzının denenmesini akıllarından bile geçirmezler.

İki. Milletin sevilmesi, korunması, yükseltilmesi ve yüceltilmesi gereken değerleri yalnızca halk çoğunluğu tarafından temsil ediliyorsa ve aydın zümrenin ihmal edilemiyecek bir bölümü bu değerleri küçümsüyorsa, yabancı değerlerin peşine düşmüşse, demokrasi diğerlerine kıyasla gene en faydalı yönetim tarzıdır... Ancak böyle bir dönemde, demokrasiyi tam olarak uygulamaya çalışmanın hiç bitmeyecek engellerle karşılaşacağını daima hatırlamak gerekir... Milliyetçiliğin temel ilkeleri ile demokrasi icaplarının çatışmasını önlemek son derece dikkatli davranmağa ve güçlü iktidar hüviyetini hep muhafaza etmeye
mutlaka ihtiyaç vardır. Aydın zümre tarafından benimsenmemiş bir milliyetçiliğin şuurlu bir ideoloji olmaktan çok, gelenekler ve duygulara dayanması, alınması gereken tedbirlerin izâhını verir.

Üç. Milletin sevilmesi, korunması, yükseltilmesi ve yüceltilmesi gereken değerleri yalnız aydın zümrenin tamamı veya bir bölümü tarafından temsil ediliyorsa, halkın çoğunluğu daha iyi bir hayat seviyesine ulaşmanın dışında hiçbir şeye bağlılık duymuyorsa, halkın çoğunluğu milliyet duygusunun gururundan uzaklaşmışsa, maddeye tapan bir umursamazlık bataklığına gömülmüşse, bu hâlde demokrasi, tasavvur edilebilecek yönetim tarzlarının en zararlısıdır. Uygulandığı milletin parçalanmasını ve tarihten silinmesini hızlandırır!..

Bütün bunlardan sonra, meseleyi özetlersek: Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri olarak bizler, milliyetçilik’in siyasî rejiminin demokrasi olduğuna inanırız, ancak bizler demokrasinin de bir ülkü olduğuna ve diğer bütün değerlerin üstünde tutulması gerektiğine inanmayız. İnanamayız... Bizim ülkümüz; Türk milleti ile Türk milletini meydana getiren İslâmiyet, Türkçe ve Türk soyunu kıyamete kadar sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmektir!

Biz Türk Milliyetçilerine göre demokrasi, sadece bir vasıtadır, milletlerin idaresi için tarih boyunca denenmiş, çeşitli rejimlerden biridir ve gerekli şartların hazırlanması halinde en iyisidir. Ama, milletimizin varlık davâsı tehlikeye girer de, ya demokrasiden vazgeçmek ya da tehlikeye boyun eğmek zorunda kalırsak, demokrasiyi hiç tereddütsüz fedâ ederiz... Gene, milletimizin bağımsızlığı ile fertlerin hürriyetleri arasında bir seçim yapmak mecburiyeti doğarsa, demokrasinin yüksek ilkelerini hiç düşünmez, fert hürriyetlerinin kısıtlanmasını isteriz... Kısacası, milletimizi ve milliyet unsurlarımızı kıyamete kadar yaşatmak, yükseltmek ve yüceltmek için gerekirse ölürüz, öldürürüz, fakat, demokrasi uğruna sadece ve yalnızca konuşuruz ve yazarız...

Ziyaret -> Toplam : 125,02 M - Bugn : 45082

ulkucudunya@ulkucudunya.com