FARUK KADRİ TİMURTAŞ
01 Ocak 1970
1. Doğumu
Faruk Kadri Timurtaş, 26 Şubat 1925'te Gaziantep'in Kilis ilçesinde (bu gün ildir) doğdu. Babası Kara Timurtaş Paşa torunlarından Kadri Bey, annesi ise Münevver Hanım'dır. İrfan sahibi bir şahsiyet olan babası- Kadri Bey, çevresinde çok sevilen ve hürmet edilen bir zattı. Bir müddet Gaziantep'te sorgu hâkimliği görevinde bulunmuş, daha sonra da Kilis'te avukatlık yapmıştır. Annesi Münevver Hanım ise ev kadınıdır. Timurtaş, üç kardeşin ortancası olarak dünyaya geldi. Kendinden 5 yaş büyük olan ağabeyi Haluk Timurtaş, 1954-1960 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Balıkesir millet vekili olarak bulunmuş ve Merkez Bankası Yönetim Kurulu üyeliğinden emekli olmuştur. 1987 yılında vefat etmiştir.
Kendinden 5 yaş küçük olan kız kardeşi Mübeccel Hanım (Yavaşça) ise eşinin görevi dolayısıyla halen Amerikâ da bulunmaktadır.
2. Öğrenimi
İlk okulu Kilis'te Kemaliye İlk Okulunda, orta okulu ise Kilis Orta Okulunda okudu. 1939 yılında, yatılı olarak İstanbul Kabataş Erkek Lisesi'ne girdi ve 1942 yılında liseden "pek iyi" derece ile mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne kaydoldu. Haziran 1946'da Eski Türk Edebiyatı Tarihi Kürsüsünden "XVII. Asır Şairlerinden Edirneli Güftî ve Teşrîfat-üş-Şuarâ'sı" adlı mezuniyet tezini hazırlayarak "pek iyi" derece ile fakülteden mezun oldu.
Fakülteden mezun olduğu yılın Ekim ayında doktora öğrencisi olarak yeniden fakülteye kaydolan Timurtaş, Prof. Dr. İsmail Hikmet Ertaylan'ın nezaretinde doktora çalışmalarına başladı. Bu çalışmalar-ı sırasında Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan'dan da büyük destek ve yardım gördü. Eski Türk edebiyatı sahasında yürüttüğü çalışmalarını 1950 yılında tamamladı ve "Şeyhî'nin Husrev ü Şîrin'i" adını taşıyan doktora tezi "pek iyi" derece ile kabul edilerek "edebiyat doktoru" unvanını aldı.
3. Görevleri
Doktora tezini verir vermez, 28 Aralık 1950'de Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Filolojisi Kürsüsü'nde (bu günkü adı Yeni Türk Dili Ana Bilim Dalı}, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu'nun yanında asistan olarak üniversiteye intisap etti
Mayıs 1954-Ekim 1956 yılları arasında, yabancı dilini geliştirmek, bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere fakülte tarafından Fransa'ya gönderildi.
Paris'te bulunduğu süre içerisinde Timurtaş, Alliance Française'da Fransızca derslerine katıldı. Sorbonne Üniversitesi'nde genel dilbilim, karşılaştırmalı edebiyat, Fransız dili ve edebiyat derslerine devam ettiği gibi, Şark Dilleri Okulu'nda da Türk dili derslerini takip etti. Ayrıca Paris Üniversitesi (Universite de Paris) Fonetik Enstitüsü'nden (Insitut de Phonetique) "Fransızca telaffuz üzerinde pratik çalışmalar sertifikası" (Certificat d'etrdes pratiques de prononciation française) aldı. Bu arada Bibliotheque Nationale'deki Türkçe yazmalar üzerinde de incelemelerde bulundu.
Yurda döndükten sonra Haziran 1957-Ekim 1958 tarihleri arasında Sarıkamış'ta (Kars) yedek subay olarak askerlik hizmetini yerine getirerek yeniden fakülteye döndü. Bu arada bir yandan da doçentlik çalışmalarına devam eden Timurtaş, "Şeyhî ve Çağdaşlarının Eserleri Üzerinde Gramer Araştırmaları" adlı çalışmasıyla doçentlik imtihanını vererek 1959 yılında doçent oldu.
9 Mart 1960'ta Birsen Yassıkaya ile evlendi. Düğünleri Profesörler Evi'nde yapıldı. Nikâh şahitliklerini Prof. Dr. Mükrimin Halil Yınanç ile Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat yaptılar.
Bu dönemden sonra Faruk Kadri Timurtaş, bir yandan fakültede Osmanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi, Türkiye Türkçesi derslerini okuturken, bir yandan da çeşitli ilim ve sanat dergilerinde, gazetelerde özellikle dil ve edebiyat konularında yazdığı yazılarla yoğun bir çalışma devresine girdi.
Şubat 1965'te Londra Üniversitesi Şark Dilleri Okulu'nun davetlisi olarak İngiltere'ye gitti. 20 Şubat-15 Mart 1965 tarihleri arasında Londra'da kalan Timurtaş, burada Türk diliyle ilgili bir dizi konferans verdi.
1 Şubat-1 Ağustos 1966 tarihleri arasında ikinci bir lisan öğrenmesi için, üniversite tarafından yeniden İngiltere'ye gönderildi. Bu seyahate eşiyle birlikte çıkan Timurtaş, Londrâ da üç ay lisan kurslarına katıldı. Diğer üç ay da Münih, Frankfurt, Amsterdam, Paris, Viyana, Roma, Venedik gibi merkezlerde bazı incelemelerde bulundu.
Bu arada profesörlük için de çalışmalarını tamamlamış ve "Osmanlıca Grameri" adlı takdim tezi ve 200'e yakın inceleme, araştırma ve değişik konularda yazdığı makaleyle birlikte profesörlük müracaatında bulunmuştu. Edebiyat Fakültesi Profesörler Kurulu'nca teşkil edilen Prof Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof Dr. Sadettin Buluç, Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Prof. Dr. Mehmet Kaplan ve Prof. Dr. Abdülkadir Karahan'dan oluşan jüri, adayın müracaatını değerlendirerek Timurtaş'ın profesörlüğe yükseltilmesini oy birliği ile Fakülte Kurulu'na teklif etti. Teklif uygun bulan kurul, 17 Nisan 1967 tarihinde Timurtaş'ı profesörlüğe yükseltti.
Profesör olduktan sonra daha yoğun bir çalışma temposu içinde bulunan Timurtaş, bir yandan fakültedeki derslerine devam ederken, bir taraftan da İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü'nde (bu gün İletişim Fakültesi), Yüksek Öğretmen Okulu'nda, Türk Musikisi Devlet Konservatuarı'nda görev alarak buralarda dil ve edebiyat dersleri okuttu. Bu arada hem okuttuğu Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesi, Türkiye Türkçesi gibi dersler için kitaplar hazırlamakta hem de çeşitli ilim ve sanat dergilerine, gazetelere özellikle dil ve edebiyat konularında makaleler yazarak bilgi, görüş ve düşüncelerini geniş okuyucu kitlesine aktarmaktaydı. Ayrıca yetenekli öğrencileri teşvik ve himaye ederek onların yetişmelerine de gayret gösterdi. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde kürsüsünde en çok doktora öğrencisi çalıştıran öğretim üyesiydi. Yetiştirmiş olduğu öğrencileri bu gün çeşitli üniversite ve kuruluşlarda görev yapmaktadır.
1976 yılında Kıbrıs'ta ve Yugoslavya'da Türk dili ve edebiyatı konularında konuşmalar yapıp, çeşitli konferanslar verdi
1977'de Bulgaristan ve Romanya'da, 1979'da Münih, Paris ve Londra'da meslekî araştırma ve incelemelerde bulundu.
Bu yoğun çalışma temposu, ancak 25 Ocak 1982 gününe kadar devam edebildi. Esasen son zamanlarda kalbinden rahatsızlanmış ve doktora gitmişti. Kendisine önerilenleri yerine getirmeye çalışıyor ve ilâçlarını düzenli olarak alıyordu. Ne var ki 25 Ocak 1982 günü kısmî bir felç geçirdi. Önce Haseki Hastanesi'ne getirilen Timurtaş, bir müddet burada yattıktan sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kardiyoloji Servisi'ne kaldırıldı. Bir ay kadar da burada kaldı. Sonra aynı hastanenin Nöroloji Servisi'ne nakledildi. Mayıs ayına kadar hastanede yattı. Uzun süre yazamadı ve. konuşamadı. Ancak vefakâr eşinin olağan üstü bakım ve gayreti sonunda birazcık zihni açılır gibi.oldu. Ziyarete gelen dostlarına, öğrencilerine, hüzünlü gülümsemelerle de olsa bir şeyler anlatabiliyordu. Artık iyileşmesi zamana ve gösterilecek ihtimama bağlıydı. Bu ümit ışığıyla hastaneden eve çıkarıldı. Fakat beklenenin aksine Haziranın sonlarına doğru şiddetli bir ateşle komaya girdi. Bir hafta komada kaldı. Bu durumdan kurtulamayarak ramazan ayında 4 Temmuz Pazar günü Fatih Cami minarelerinden sabah ezanı okunurken saat 4.00'e doğru ruhunu teslim etti.
Temmuz 1982 günü Fatih Cami'nde öğleyin kılınan cenaze namazından sonra, Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği'nde toprağa verildi. Cenazesine parlamenterler, ilim adamları, talebeleri, sevenleri ve dostlarından oluşan büyük bir kalabalık iştirak etti. Vefatına Prof. Dr. Mehmet Çavuşoğlu tarafından tarih düşürüldü. Manzumedeki "leyâl-i gufrâri" terkibi hocanın vefat tarihini ihtiva etmektedir:
Ya Rabbi bi-hakkı ism-i Mennân
Fârûkunu eyle afva şâyân
Ahlâkı numûne bir kişiydi
Zâhirdi yüzünde nûr-ı îmân
İncinmedi kimse kendisinden
Sîrette melekti şekli insân
İlmiyle amelde rehberiydi
Yoldaş ola âhirette îmân
Leyl-i Ramazanda rıhlet etti
Târîhi dedim leyâl-i gufrân
Hicrî : 1402 (1982)
4. Yetişmesi
Dindar ve görgülü bir ailenin çocuğu olan Faruk Timurtaş'ın yetişmesinde, irfan sahibi bir kişi olan babası Kadri Bey'in büyük tesiri olmuştur. İlk feyzi ailesinden alan Timurtaş, daha orta okul sıralarında iken memleketinde bazı din âlimlerinin derslerine devam etmiş ve sohbetlerine katılmıştır. Kilis'te Şeyh Vâkıf Efendi'den (Mehmet Vâkıf Tazebay) Farsça okumuş, Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda Halep mebusu olarak bulunan Hoca Hacı Mustafa Efendi'den de din ve tasavvuf dersleri almıştır. Şeyh Efendi ve Efendi Hazretleri diye anılan Mehmet Vâkıf Tazebay'ın Timurtaş üzerinde derin tesiri olmuş ve ondan feyiz almıştır. Hocasından saygıyla bahseden Timurtaş, ondan her bakımdan feyiz aldığını bir yazısında şöyle anlatmaktadır.
"Rahmetli benim hocamdı, 24 yıl kadar önce 15-16 yaşlarında bir lise öğrencisi iken ondan Farsça okumuştum. O yıl Almanlar'ın Balkanlar'a inmesi dolayısıyla okullar Nisan ortasında tatil edilmişti. Önce Habib Efendi'nin Hülâsa i Rehnümâ-yi Fârisî'siyle başlamış, sonra Şeyh Sadî-i Şirazi'nin Gülistan'ını okumuştuk. İkinci yıl Hâfız Divanı'nın büyük bir kısmını okutmuştu. Üniversite birinci sınıfta bulunduğum senenin yaz tatilinde ise Sadî'nin Bostan'ını göstermişti. İlk feyzi kendisinden almıştım. Bu yalnız Farsça öğrenmek bakımından değil, her bakımdan feyiz alış idi. Bunu hayatımın çok mesut ve şeref verici bir hadisesi telakki ediyor, kaderin bir lütfü sayıyorum" (bk."Mehmet Vakıf Tazebay", Son Havadis, 20 Haziran 1965).
Timurtaş'ın yetişmesinde ve edebiyata yönelmesinde Kabataş gibi o dönemin önde gelen bir eğitim kurumunda okumasının da büyük etkisi olmuştur. Nitekim kendisi de Kabataş Erkek Lisesi ile alakalı yazdığı bir yazısında bu hususu dile getirmektedir.
"Kabataş Erkek Lisesi'ne 1939-1940 ders yılında girdim. O yıl okul yeniden yatılı hale getirilmişti. Kilis'ten üç arkadaş gelmiştik. Gurbete ilk çıkış, İstanbul'a ilk geliş, 14-15 yaşın ürkekliği, çekingenliği de eklenince başlangıçta epeyce üzüntü ve sıkıntı çekmiştik. Fakat okula ısınmak, hepsi de yatılı olan arkadaşlarla kaynaşmak geç ve güç olmamıştı. Okul kısa zamanda ikinci aile ocağımız olmuştu. Bunda çok değerli ve faziletli hocalarımızın da büyük rolü olmuştu. Kabataş o zaman memleketin en ileri gelen öğretim üyelerini sinesinde toplamıştı. Gerek edebiyat, gerek fen dersleri hocaları son derece seçkin kimselerdi. Bunlar bütün memleket çapında üstün değerlerdi. Tarihi Samim Nafiz Tansu ve Aziz Taner, coğrafyayı Saffet Geylangil, edebiyatı Abdulbaki Fevzi Ulubay ve Hıfzı Tevfik Gönensay, matematiği Kemal Gürsan (Sallabaş), fiziği Ecvet Gürses, kimyayı Kamil Bey, biyolojiyi Hadi Öget, felsefeyi Hatemi Senih Sarp, Fransızcıyı Edip Ayel'den okumuştuk. Faruk Nafiz Çamlıbel, Nihad Sami Banarlı, Zeki Omer Defne, Niyazi Tevfik, Galip Vardar da lisemizde öğretmen idiler.
Biz memleket sevgisini ve milliyetçilik şuurunu büyük ölçüde hocalarımızdan aldık. Rahmetli Saffet Geylangil'in Türkiye'den bahsederken gözyaşlarını tutamayışını ve heyecanlı ifadesini hâlâ unutamıyorum. Hocalarımız vatansever, faziletli kimselerdi. Bize öyle bir ruh aşıladılar. O zamanlar memleket meseleleri milliyetçi bir gözle görülürdü. Atatürk devrinin milliyetçi havası henüz kaybolmamıştı... O günlerde İkinci Dünya Harbi dolayısıyla sıkıntılı, mahrumiyetli bir durum mevcuttu.
Edebiyat hocalarımızın tanınmış şair, edip oluşları, bizdeki edebiyat sevgi ve merakını büsbütün arttırdı. Dil ve edebiyat sahasını meslek olarak seçişimde bunun büyük payı olduğunu sanı.yorum. İlk sınıfta edebiyat hocamız olan rahmetli Abdülbaki Fevzi Ulubay mütareke sırasında "Be-tarz-ı Kudemâ' başlığıyla eski vadide hiciv ve mizah şiirleri yazmakla şöhret kazanmış bir zattı. Divan şiiri zevkini ondan aldık. Bize ezberlettiği eski bir-iki bin kelime de sonradan işimize çok yaradı. Lise iki ve sonda edebiyat hocamız rahmetli Hıfzı Tevfik Gönensay'dı. Geniş kültürlü, gayet güzel ders anlatan, şiir okuyan, eski dili ve edebiyatı çok iyi bilen bir edipti. Ondan çok istifade ettik. Lise beşteyken harp dolayısıyla okullar Nisan ortasında kapanmıştı. Arada beş aylık bir tatil vardı. Bu müddet içerisinde Kilis'te Farsça dersi almıştım. Son sınıfta bu bilgimle Hıfzı Tevfık Hocâ'nın büsbütün teveccühünü kazanmıştım.
Lisemiz sahildeydi; mehtapta ve ilkbaharda karşı sahillerde erguvanlar açtığı zaman, bahçede dolaşmak büyük bir zevkti. Denize karşı tefekküre dalmak görüş hudutlarını genişletiyordu. Kabataş'tan fazla edebiyatçı ve matematikçi çıkması biraz da bundandır sanıyorum" ("Kabataş Erkek Lisesi", Son Havadis, 15 Haziran 1968). Timurtaş, edebiyata ilgi duymasında, o zaman Akşam gazetesinde fıkra yazarlığı yapan Vâlâ Nureddin'in de tesirinin bulunduğunu bir makalesinde şöyle ifade etmektedir:
"Vâ-Nû'nun benim üzerimde hayırlı bir tesiri olmuştur. Ben lise öğrencisiyken o Akşam gazetesinde yazardı.Yatılı okulda Akşam'a aboneydim. Cemal Nadir'de gazetedeydi. O sırada Yahya Kemal'in "Itrî" ve "Vuslat" gibi şiirleriyle rubaileri de Akşam'da çıkıyordu.Bir gün Vâlâ Nurreddin'in bir fıkrası beni çok düşündürmüş, sonra bütün hayatımca meşgul olacağım bir sahayı önüme açmıştı. Yazar, eski harfleri süratli not tutmak için öğrenmek isteyen bir gence verdiği cevapta aşağı yukarı şöyle diyordu: "Eski yazıyı not tutmak için öğrenmek bir mana ifade etmez. Bunu eski dilimizi ve edebiyatımızı tanımak, bilmek için öğrenmek gerekir. Bizim zengin bir edebiyatımız vardır. Bütün medenî milletler, eski kültürlerini bilmeğe son derece ehemmiyet verir, bunun için ne lâzım gelirse yaparlar. Bizde de böyle hareket edilmesi icap eder. İçtimaî ilimlerle uğraşan gençlerimiz eski yazıyı öğrenmelidirler. Türk dili ve edebiyatı tarihleri üzerinde araştırma yapmak için bu şarttır. Bu sahalarda fazla bilgin yoktur. İleride ihtiyaç daha da fazlalaşacaktır.
Vâ-Nu'nun bu ve daha sonraki yazılarından Jean Deny gibi büyük Türkologların da adını öğrenmiş ve bu sahaya merak duymağa başlamıştım. Okulumuzda Bulgaristan göçmeni arkadaşlar vardı. Bunlar eski harfleri biliyorlardı. Hemen bir elifbe ile iki günde eski yazıyı sökmeye başladım. Daha sonrası ise malum. Liseyi takiben Türk dili ve edebiyatı tahsili, doktora, bu sahada mütehassıs bir hoca olarak ilerleyiş. Osmanlıca kitabımın ilk cildini 1962 yılının sonuna doğru yayınladığım zaman Vâlâ Nureddin'e de göndermiş ve bu hususu zikretmiştim. Zaferde yazdığı fıkrada bunu belirtmiş ve memnunluğunu açıklamıştı. Benim Türk dili ve edebiyat sahasını meslek olarak seçişimde biraz da Vâlâ Nureddin'in fıkralarının tesiri olmuştur." (bk. "Türkçe'nin İki Ustası", Son Hat~dis, 30 Mart 1967).
Daha bu yıllarda fikir hareketlerine, kültür meselelerine ve edebiyata karşı büyük bir ilgi duymaya başlayan Faruk Timurtaş, okul harçlığının büyük bir kısmına kitap satın almakta, edebî mecmualar okuyup çeşitli toplantılara katılmakta ve her türlü aktüel meselelere ilgi duymaktaydı. Özellikle edebî konulara karşı büyük bir merakı vardı. Öyle ki daha lise sıralarında iken, sonradan arkadaşlıkları bir ömür boyu sürecek olan Kaya Bilgegil ile birlikte bir antoloji hazırlığına bile girişmişlerdi.
İyi bir ön hazırlık ve büyük bir arzu ile girdiği Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde de Kilisli Rifat, Ragıp Hulusi, Rıfkı Melul Meriç, İsmail Hikmet Ertaylan, Ali Nihat Tarlan, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Caferoğlu gibi her biri kendi sahasının aşılmamış otoritesi olan hocalardan okudu. Ayrıca üniversite yıllarında ve daha sonraları başta Mahmut Kemal İnal olmak üzere, İsmail Hami Danişmend, Mustafa Şekip Tunç, Ali Fuat Başgil, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Mükrimin Halil Yınanç, İsmail Saib Sencer, Nihal Atsız, Nurettin Topçu gibi devrin tanınmış ilim ve fikir adamlarının sohbet ve meclislerine kalarak feyiz aldı. Bu yüksek seviyeli muhitlerde bulunması, onun ihtisas alanının dışındaki meselelerde de derin bir vukuf kazanmasını sağladı. Böylece yetiştiği çevrenin imkân ve şartlarını iyi değerlendirerek hem ilim, hem de fikir ve kalem sahasında geniş bir ufka sahip oldu.
5. Sosyal Faaliyetleri
Faruk Timurtaş, sürekli çalışan, fevkalâde üstün gayretli bir insandı. Okuyup yazmadığı gün yoktu. Üniversiteden mezun olduğu yıl Tasvir gazetesinde yayımladığı "Mehmed Âkif'in İçtimaî Fikirleri" adlı yazısı ile başlayan yazı hayatını ömrü nün sonuna kadar aralıksız devam ettirdi. Çeşitli gazete ve dergilerde dil, edebiyat, millî kültür ve ülke meseleleri üzerine yazılar yazdı. Özellikle eski kültürümüzün genç nesillere tanıtılması ve aktarılması yolunda yıllarca durup dinlenmeden çalıştı.
Bu yolda çok faal bir sosyal hayatı vardı. Daha 1948-1949'da Türk Kültür Ocağı başkanlığı, Türkiye Muallimler Birliği başkanlığı, Kilis Kültür ve Dayanışma Derneği başkanlığını yaptı. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü'nün kurucu üye leri arasında yer aldı. Türkiyat Enstitüsü müdür yardımcılığı görevinde bulundu. Ayrıca Kütür Bakanlığı'nın çeşitli yayın kollarında görev aldı. Özellikle "1000 Temel Eser" serisinin yayın yönetmeliğinin hazırlanmasında ve bu seriye girecek eserlerin tespitinde büyük emeği geçti.
Türk Dil Kurumu'nun da üyesi idi. Ancak dili sadeleştirmenin sınırı ve uydurmacılık hakkında, Kurum'un o günkü yöneticileri ile ayın görüşü paylaşmadığı ve başka bazı sebeplerden dolayı Kurum'dan çıkarıldı. Timurtaş bu çıkarılma hadisesinin iç yüzünü bir yazı ile kamu oyuna duyurmuştur (bk. "Dil Kurumundan`Niçin Çıkarıldım", Son Havadis, 26 Mayıs 1969) . Esasen Timurtaş, o yıllarda Muallimler Birliği başkanı olarak İstanbul'da "İkinci Dil Kongresi" adıyla bir dil kongresi tertiplemişti. Bu kongre o zaman geniş akisler uyandırmış ve zamanın basınında uzun süre tartışılmıştır.
Kısaca belirtmek gerekirse o, millî kültür varlığımızın korunması, gözetilmesi hususunda yıllarca durmadan çalıştı, eser verdi. Biz konuda en çok eser veren bir öğretim üyesidir. Bu güne kadar 1000'den fazla araştırma, inceleme ve makalesi neşredilmiştir. Çağrıldığı her toplantıya katılıp aydınlatıcı değerlendirmeler yaparak, ülke meseleleri ile ilgili çözüm yolları gösterdi.
6. Kişiliği, Karakteri
Faruk Kadri Timurtaş'ın en hâkim nitelikleri, kibar ve nazik, ülkü sahibi, vatan sever, sakin, efendi bir kişiliğe sahip olmasıydı. Genellikle az konuşurdu. Ancak dostları ve sevdikleriyle beraber olmaktan büyük bir mutluluk duyar, keyfi yerinde olduğu zaman ruh dünyasını aksettiren şiirler söylemekten hoşlanırdı. Her bakımdan cömert bir insandı; etrafındakilere ikramda bulunmaktan büyük bir zevk alırdı. Herkese karşı saygılı ve hilim sahibi bir insandı. Öğrencilerine bile selâm verirken saygıyla davranır, şapkasını çıkararak selâmlardı.Talebesi, asistanı olarak uzun müddet çok yakınında bulundum, hiç bir zaman bir kızgınlık emaresi gösterdiğini hatırlamıyorum. Kızsa bile öfkesini ve kızgınlığını pek dışa vurmazdı.
Sessiz ve efendi mizacının altında mücadeleci bir ruha sahipti. Bununla birlikte bir kavga adamı değil, dostluk ve sevgi adamıydı. İslâmiyet'e ve millî değerlere son derece bağlı biriydi. İçindeki ruh güzelliği çehresine de yansımıştı. Kimseyi düşman bilmez, kimsenin aleyhinde konuşmaz, kırıcı ve kötü söz söylemez, çirkin ifade kullânmazdı. İffet sahibiydi. Bu iffet ve safiyetin temelinde Peygamber sevgisi vardı. Bu sevgiyi hiç bir zaman kaybetmedi. Bunun en güzel tezahürü yazdığı na't-i şerifidir.
Ağır başlılığı, olgunluğu ile tam bir ilim adamı idi. Mesleğini aşk derecesinde severdi. Bu sevgi onu günlük siyasî konulara girmekten, kariyerini politikaya alet etmekten korumuştur. Bir defasında ona Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarlığını tek lif etmişlerdi, fakat o "Bizim işimiz siyaset değil, ilim yapmaktır" diyerek kabul etmemişti.
Millî ve manevî değerlerimiz üzerinde çalışmayı ve millî meseleleri herkese anlatmayı kendine ülkü edinmişti. Bu konuda hiç bir fedakârlıktan da kaçınmamıştır. Bütün ömrü boyunca düşünce ve inançlarından bir an bile uzaklaşmaksızın, onların uğruna şerefli bir mücadele vererek yaşadı ve öylece hayata veda etti.
7. Hocalığı
Faruk Timurtaş yalnız bir ilim, fikir ve dava adamı değil, aynı zamanda büyük bir hocaydı. Bulunduğu kürsünün, çalıştığı sahanın daha güçlü ve geniş kadro ile temsil edilmesini isteyen, bunun için kabiliyetli ve hevesli gençlerin elinden tutan, onların yükselmesi ve ilerlemesi için elinden gelen gayreti esirgemeyen büyük bir hocaydı. Kendi zamanında Türkoloji alanında çalışıp da ondan yardım ve iyilik görmeyen kimse yoktur. Etrafındakilere ve öğrencilerine her zaman faydalı olmuş, hizmet etmiş, onları daima korumuştur. Derece derece herkese yardımı dokunmuştur. Hepimizin elinden tutmuş, hem maddî hem manevî bizleri desteklemiştir.
Hiç bir zaman etrafındakileri kıskanmazdı; onların gelişmeleri için ne lâzımsa yapardı. Bazılarının yaptığı gibi, kendinden sonra gelenleri kıskanan, eser verenleri çekemeyen bir hoca değil, çalışmak isteyenleri teşvik eden, onların başarılarından mutluluk duyan bir hocaydı. Bu bakımdan etrafında bir sevgi halesi oluşturmuştu.
Hiç kimseyi incitmez ve reddetmezdi. Herkese şefkat ve merhametle davranır, sevgi ve iyilikle yaklaşırdı. Hanımının dediği gibi "evi ve gönlü herkese açıktı." öğrencileriyle olan münasebetlerini, onlar fakülteden mezun olduktan sonra da devam ettirdi.
Fakültedeki odası hiç bir vakit boş kalmazdı. "Onlar benim evlâtlarım" dediği öğrencilerini ve dostlarını etrafında görmeyi arzular, onlarla sohbet etmekten, onların dertlerine çare bulmaya çalışmaktan memnunluk duyardı. Büyükle büyük, küçükle küçük olmasını bilirdi. Nazikti, efendiydi; bir dostluk ve sevgi adamıydı. Selâm verirken talebesine dahi şapkasını çıkaracak kadar engin gönüllü ve vefakâr bir insandı.
8. Eşi Birsen Hanım'ın gözüyle
1960 Martında evlenmiştik. 22 senelik müşterek hayatımızda çalışma ve cemiyet hayatında olduğu gibi, aile içindeki ilişkilerinde de, eş olarak da daima nazik, dürüst, terbiyeli ve herkese karşı çok mütevazı ve hürmetkârdı. Eşi olarak yaptığım her hizmeti teşekkürle kabul eder, daima saygılı hareket ederdi. Bazen da "Ulemaya himmet etmek ibadettir" diyerek takılırdı.
1959'daki yaş günüm nişanlılık devremize rastlamıştı. O gün için isim düşürerek yazıp hediye ettiği şiiri söylemeden geçemeyeceğim:
Bir tanemsin benim her şeyimsin sen
İçimdeki yerin sıcak ve derin
Rüyadan güzeldir sevimli çehren
Sihirli gülüşün güzel gözlerin
Ellerinde bahar ılıklığı var
Neş'enden gönlüme ışıklar dolar
Hemen hemen herkesi seven, iyiliklerle dolu bir kalbi vardı. Zaman zaman kırıldığı kimseler için bile onların açısından kendilerini mazur gösterecek mazeretler bulmaya çalışırdı.
Evine bağlı, evi ve gönlü herkese açıka:'Onlar benim çocuklarım" dediği talebelerini daima sevmiş, korumuş ve güvenmiştir.
Dininin icaplarını yerine getirmeğe çalışan samimi bir müslümandı. Dış seyahatlerde bile bulunduğu memleketin camisini bulur bilhassa cuma namazlarını kaçırmamaya dikkat ederdi.
Çalışma temposu maalesef çok ağır ve dolu idi. Ömrünün kısalığının haberini almış gibi yoğun bir çalışma içinde geçerdi günleri. Yazlıktaki istirahatının bile dörtte üçünü çalışmakla geçirirdi. Şüphesiz ölüm insanların tabii kaderi ve ilâhi bir emirdir. Fakat bu yoğun çalışmayla geçen günlerin yorgunluğu, rahatsızlığının genç yaşta ve ağır bir hasarla gelmesinin en önde gelen sebeplerinden biriydi.
Onun için okumak, yazmak bir ibadet gibiydi. Yazmaya ve okumaya başladığı andan itibaren dünya ile ilişkisi kesilir, kendisini yaptığı işin sihrine kaptırır ve her şeyi unuturdu. O anlarda ona hiçbir gürültü tesir etmezdi. Evde birbirimizin meşguliyetini kısıtlamak diye bir mevzuumuz yoktu. O çalışırken ben diğer odada radyo dinler, televizyon seyredebilirdim. Yazılarını müsveddesiz yazar, ekserisinin de ilk okuyucusu ben olurdum. Kısa ömründe zevkli, düzenli ve dürüst bir çalışma hayatı yaşadı. Ardından benim için hatıraları, sevenleri için de eserleri, talebeleri, yazıları, düşünceleri onun manevî yaşayışını sürdürecektir.
9. Ölümüne Ağabeyi Haluk Timurtaş'ın Yazdığı şiir
KARDEŞİM
Göçtü sonsuzluklara cânım aziz kardaşım,
Yüreğim alev alev, dinmiyor hiç gözyaşım..
Nur saçan bakışları karardı perde perde
İnliyorken ezanlar elemli bir seherde.
Söndü heyhat, parlayan muhteşem bir âvize!
Işıklı bir dünyadan, karanlık kaldı bize..
Nasıl teslimiyetle verdi son nefesini, ,
Bir duyan unutur mu onun tatlı sesini?
İlmin, fazlın, imanın sarsılmaz kalesiydi,
Vatan, millet aşkının çağıldayanı sesiydi,
Türk'ün dili, tarihi, musikisi, insanı,
Eserlerinde renk renk aksettirir vatanı.
Ecel kesti yolunu böyle bir çağlayanın,
Gözünde yaş kalır mı Faruk'a ağlayanın?
Yalnız bir âlim değil, bir âlem söndü eyvâh!
Nasıl katlanacağız O'nsuz bir hayata, âh!
Kısa ömrü boyunca, gönüllerde taht kurdu,
Sevgiyle dolup taşan emsalsiz kalbi, durdu!
Kader, aldı götürdü, O'nu alan çağında,
Yüce Rabbim yer versin O'na cennet bağında!..