Son kale
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Aksiyon filmlerinin değişmez kalıplarından biridir. Muktedir kötü adam, güç sarhoşluğu ile bir suç işler.
Sonra çevresindekiler, bu suçu örtmek, delilleri ortadan kaldırmak için bir yığın masum insanın hayatını karartır. Sonunda bir de bakmışsınız, suçu örtmek için işlenen suçlar ilkini fersah fersah geçmiş. Hükümetimizin durumu pek farklı değil. 17 Aralık’tan bu yana suç örtmek için işlenen suçlar, bir türlü soruşturulamayan yolsuzluk suçlarını geçmiş durumda. Bu durum fasit bir daire; işlenen suçlar çoğaldıkça, bu sefer onların üzerini örtmek için daha fazla suç işleniyor, iktidar kıyma makinesi gibi suç işliyor. Önlerindeki tek çare geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenecek suçların takibatını ve cezalandırılmasını önlemek. Yargının felç edilmek üzere yürütmeye bağlanması bu yüzden.
Bu durum sürdürülebilir mi? Hukuku iptal ederek denetimsiz bir iktidarı sürdürmek mümkün mü?
Uzun iktidar yıllarından sonra Başbakan’ı artık dostu da düşmanı da beyin kıvrımlarına nüfûz edecek kadar yakından tanıyor. Davudî sesiyle vurgulayarak kullandığı hangi kelimenin, onun jargonunda neye tekabül ettiğini biliyoruz. “Millî irade”nin, Başbakan için “sandıktan çıkan % 50 oyla otoriteryen bir rejim kurma hakkı” anlamına gelmesi gibi. Son grup konuşmasında yine hamasetin arasına sıkıştırdığı “Şimdi artık son çete ile mücadele ediyoruz. Bu çete de tarihe karıştığında, bu paralel yapı da çöktüğünde inanın demokrasinin önünde hiçbir engel kalmayacak.” sözünün anlamı da böyle. Başbakan bize kurmakta olduğu “otoriteryen rejim” önünde engel olarak duran “son kale”yi devirmekten bahsetmiyor mu?
Hemen “mümkün mü?” sorusunu sormalıyız. Yargının iptal edildiği, hukukun işlemediği bir düzende; yasayı çıkartan, parayı dağıtan ve mahkemeyi kurup hüküm veren devlet iktidarının tek kişide tecessüm etmesi mümkün mü? Önüne “son kale” gibi engeller çıkmazsa mümkün. Peki gerçekleşirse? Herkesin gündüz vakti kâbuslar gördüğü bir ülkede yaşamaya hazır olmalısınız. En temel haklarınız güvencede değil; yargıyı kendine bağlamış bir iktidarın nüfuz edemediği bir hayat yaşamak dışında.
Bu düzenin sürmesi için düşman lâzım. Yolsuzluk soruşturmaları patladığı zaman neden düşmanlar birdenbire çoğaldı? Yolsuzlukları ehemmiyetsiz bir teferruata dönüştürecek çapta güçlü düşmanlara ihtiyacımız var. Başbakan’ın birdenbire her yerde düşmanların, alçakların ve hainlerin dolaştığı bir ülke tasvir etmeye girişmesini ve üslubunu da hiç olmadığı kadar sertleştirmesini başka nasıl açıklayabilirsiniz? “Millî irade”yi temellük etmek için nasıl olsa % 50 yetiyor. Geri kalan %50’yi karşınıza alıp düşman ilan ettiğiniz zaman, arkanızdakiler daha sağlam duruyorsa mesele kalmıyor. Başbakan’ın Türkiye’yi kutuplaştıran, kamplaştıran ve birbirine düşman eden acem kılıcı gibi iki tarafı kesen lâflarının, yolsuzluk soruşturmaları ile bir ilişkisi olabilir mi?
“Eğer o kadın başörtülü olmasaydı linç olur muydu?” sözü, yargı Başbakan’a bağlandığı için bir mahkeme hükmü olarak anlaşılmalı. Kabataş olayı neden Başbakan’ın gündeminde? % 50’yi geri kalan % 50’ye düşman etmek için. Bırakın başörtülüyü, altı aylık bir bebeğe bile saldıracak kadar gözü dönmüş, cani ruhlu 70-80 civarında sapığın hem de güpegündüz gerçekleştirdikleri linç girişimi, en azından başörtüsüne saygı duyan kalabalıkların bu ülkede güvende olmadığını kanıtlamak için yeterli değil mi? Ne yapacağız? Bu saldırıları önlemesi için “Hükümet’e zeval gelmesin” diye sabah-akşam dua edeceğiz. Peki ya böyle bir saldırı olmamışsa? Bir tek kişinin ifadesi ile, toplumun % 50’sinin suçlu ilan edildiği bu iddiayı kanıtlayacak bir delil henüz bulunamamışsa?
Görüldüğü gibi yolsuzlukları soruşturamazsanız, hiçbir konuda doğruyu yanlıştan ayıramazsınız.
Neyse ki son kale hâlâ ayakta.