Ağlatmayalım!
Ali Bulaç 01 Ocak 1970
Açıkçası ben de iki şeye inanmıyorum, inanmak da istemiyorum:
1) Hizmet hareketinin devlet içinde bu kadar etkin olduğuna ve AK Parti hükümetine karşı bir komplo yaptığına;
2) Yakından tanıdığıma inandığım AK Partililerin –elbette hepsi değil- ama özellikle Sayın Başbakan Erdoğan’ın şahsî ve ailevî mülahazalarla sınırları aşan yolsuzluklara bulaşacağına.
Hizmet’in yayın organları yüksek tansiyon yayın yapsa bile, bu Hizmet’in komplo içinde olduğu anlamına gelmez. Kendilerine karşı tasfiyeyi amaçlayan bir tehdit algıladılar, özellikle dershanelerin kapatılmak istenmesi haklı olarak onları kızdırdı. Dershaneler konusunda Hizmet yerden göğe kadar haklı; bu konuda Sayın Başbakan yanıltıldı, maliyeti belli bir riski gereksiz yere göze aldı. Şahsî kanaatime göre Sayın Başbakan Suriye politikasında, Uludere olayında ve Gezi protestolarında da hem yanıltıldı hem yanlış yapmaya teşvik edildi. Taksim kalkışmasını Gezi’den ayırıyorum.
Beni Hizmet’in sistemli bir komplo içinde olmadığına ikna eden üç husus var: Biri, Hocaefendi’nin Âl-i İmran ve Nur sûrelerinde dayanakları olan “mübahale ve mülaane”de bulunması. Kim ne derse desin Hocaefendi “beddua” etmedi, dünyasını ve ahretini ortaya koydu. Mülaaneye rağmen hilaf-ı hakikat içindeyse denecek bir kelime yok. İkincisi, 17 Aralık operasyonundan sonra Sayın Cumhurbaşkanı’mız Abdullah Gül’ün inisiyatifiyle üç değerli zat Sayın Başbakan’ın bilgisi dahilinde Hocaefendi’ye gittiler. Güzel karşılandılar, 22 Aralık’ta bir mektup yazıldı, 24 Aralık’ta Sayın Gül’e ve Sayın Erdoğan’a sunuldu; ikisi de memnuniyetle karşıladılar. Ancak 25 Aralık’ta ikinci operasyon yapıldı. Burada da eğer Hocaefendi sözünde durmamışsa söz bitmiş, tuz kurumuş demektir. Elbette 25 Aralık’ın bir izahı vardır, olmalıdır. Üçüncüsü, Hizmet “Kim size komplo kurmuşsa bulup çıkarın, hukuk içinde yargılayın, ama cümlemizi itham etmeyin, bize hakaret etmeyin” diyor.
12 yıllık AK Parti iktidarında yolsuzluk ve rüşvet olmadığı iddia edilemez. İki şeyi birbirinden ayırmalıyız: a) Rüşvet ve yolsuzluklar b) Başbakan’ın “devletin kasasına dokunmayan uygulamalar” dediği meşhur deyimiyle “havuz”. İlki apaçık cürüm yani suç ve günahtır. İkincisi belli bir değerlendirmeye göre yapılmış bir “ruhsat”a dayanır. İlk günden benim şahsî görüşüm bu da caiz değildir.
“Paralel yapı” veya “yolsuzluklar” bahanesiyle olsun, madem Hizmet’in üzerine “gölge”, hükümetin üzerine “kir” düş(ürül)müştür. İkisi de temize çıkmalıdır. Ne var ki iş öyle bir noktaya geldi ki güven kalmadı; köprüler atıldı; yargı büyük bir yara aldı; kalplere kin ve husumet tohumları ekildi. Öyle saklı ruhlar ortaya çıktı ki “zahiri derviş, zamiri muşta-şiş adamlar” hücum naralarından başka bir şey demiyor. Ne dostluk kaldı ne vefa! Üçüncü şahıslar, iyi saatte olsunlar; meczuplar; iç ve dış karanlık mihraklar; derin uykularından uyananlar bu ülkenin her grup ve cemaatten dindarlarını evire çevire dövüyor, dini itibarsızlaştırıyor, dindarı beş paralık ediyor; “ahlakı üç-beş kuruş, cep harçlığı 1 trilyon” diye rezil ediyor; bizi birbirimizle savaştırıyorlar. Her taşın altında yatan bir “paralel yapı” var diye rejim otokratlaştırılıyor, ülke otoriterleştiriliyor. Kurumlara –mesela MİT’e- öyle yetkiler veriliyor ki, yarın öbür gün bu MİT veya içinden bir kanadı kendisini canavarlaştıranları tasfiye edebilecek hale geliyor. Bu MİT ki Demirel’e 11 Eylül 1980 akşamı “Darbe tehlikesi yok, asayiş berkemal” demiş. MİT’in tepesi ile ana gövdesi ve karanlık mahzenleri aynı değildir; bütün dünyada istihbarat teşkilatları hükümetlere rağmen kirli işler yaparlar.
İki hafta önce Zaman Gazetesi’nde 30 Arap akademisyen ve siyasetçiyle katıldığımız toplantıda bir Arap katılımcı aynen bize şöyle seslendi: “Biz Türkiye’de Hizmet-Hükümet arasındaki bu kavgayı istemiyoruz, büyük acı çekiyoruz. Lütfen bir an önce sonlandırın.” dedi ve ağlamaya başladı. Herkesin gözü üzerimizde. Ne olur Arapları, Müslümanları ve mazlumları ağlatmayalım.