28 Şubat'tan 17 Aralık'a bir 'sosyolojik dejavu' vakası
Adem Yavuz Arslan 01 Ocak 1970
Bugün; toplumda derin psikolojik yaralar açan, demokrasi, özgürlük ve hukukun rafa kaldırıldığı 28 Şubat postmodern darbesinin yıldönümü.
Normal şartlarda 28 Şubat'ı konuşmak, yargı safhasındaki gariplikleri (ilk duruşmada, mahkemeye dikkat çekmiştim) tartışmak gerekiyordu fakat gelin görün ki ülke yine benzer 'anormal olayların' yaşandığı bir başka süreci yaşıyor.
Bu iki 'anormal süreç'; yani 28 Şubat ve 17 Aralık süreçleri, ülkenin kimyasını bozan ve halkın devletine karşı olan güvenini zedeleyen benzer olaylarla dolu.
Fişlemeler tam gaz sürüyor
Madde madde iki dönemi kıyaslarsak ilk dikkat çeken 'fişlemeler ve mağduriyetler' olur.
28 Şubat sürecinde özellikle ordu içinde bir grubun, başta askerler olmak üzere kamudaki binlerce kişiyi fişlediğini, YAŞ kararları ile sorgusuz sualsiz atıldıklarını gördük.
Sadece dini inanç ve görüşleri nedeniyle ihraç edilenlerin, aileleri ile birlikte yaşadıkları mağduriyet herkesin malumu. Ekonomik ve psikolojik baskılar nedeniyle intihar edenler bile olmuştu.
Bugün ise 'paralel yapı' iddiasıyla binlerce polis, yargı mensubu, medya çalışanı ve bürokrat fişlendi, sorgusuz sualsiz, herhangi bir idari tahkikata uğramadan mesleklerinden ve görevlerinden uzaklaştırıldı.
Kıyıma uğrayan bürokratların aileleri de kış ortası mağdur edildi.
Baskı ve tehditler nedeniyle bunalıma girenlerin, intihar edenlerin olması 28 Şubat dönemini hatırlattı.
28 Şubat'ta darbeci paşaların oluru ile binlerce insan ordu içindeki çetelerce fişlenmiş, parlak sicilli başarılı insanlar mağdur edilmişti. 17 Aralık'tan bu yana benzer şeyler yaşanıyor ve bugüne kadar yaklaşık 10 bin polis sürgün yedi. Görevden alınanların sicillerinin parlak, başarılı ve mütedeyyin insanlar olması da 28 Şubat'a paralellik gösteriyor.
28 Şubat'ta fişlemeleri ordu içindeki bir cunta yaparken bugün bu misyonu MİT sürdürüyor.
O dönemde, insanları hukuksuz olarak YAŞ kararları ile atanlar dönemin "kudretli paşa"larıyken,
bugünün mağduriyetlerini yaşatanlar, "idare takdiri" adı altında atamaları gerçekleştiren AK Parti hükümeti.
Akreditasyon ve baskı aynı şekilde sürüyor
28 Şubat'ın hatırda kalan önemli icraatlarından biri medya ve sermaye gruplarına yönelik baskı ve akreditasyondu. Mütedeyyin insanların şirketleri, organizasyonları 'yeşil sermaye' diye ambargoya uğramıştı.
17 Aralık sürecinde de benzer şeyler yaşanıyor.
"Paralel yapıya" destek verdikleri gerekçesiyle başta TUSKON, İpek Holding ve Bank Asya olmak üzere birçok iş kuruluşu gerek Maliye Bakanlığı gerekse de BDDK vasıtasıyla baskı altına alındı.
Cemaat'e yakın kuruluşlara yapılan bu denetimlerin, sıradan ve rutin denetimler olmadığı açık.
Adeta atılan her adım 2004 tarihli 'Cemaati bitirme planı'na uygun.
Her iki dönemde de medya etkili bir araç olarak kullanıldı.
28 Şubat'ta "Hürriyet, Milliyet, Sabah ve Cumhuriyet"ten oluşan yandaş medya; kamuoyu oluşturma ve halkın yönlendirilmesinde önemli görevler üstlenmişti.
Çevik Bir ve Erol Özkasnak gibi dönemin önde gelen darbecilerinin emri altında, karargâhta gazetecilerle toplantılar düzenlendi. Dindar kesimler hakkında algı operasyonları ve kara propaganda çalışmaları yapıldı.
Bugün ise sadece kullanılan gazete ve gazeteciler değişti. Hükümet/Havuz medyası yolsuzlukları unutturmak için yalan rüzgarı estiriyor. Bizzat istihbarat kurumunun koordinesiyle gazetelere kara propaganda haberleri yaptırılıyor.
28 Şubat'ta ordunun attırdığı manşetleri şimdilerde bizzat hükümet ve danışmanlar attırıyor.
Bir başka benzerlik ise medyaya baskı.
28 Şubat'ta sansür ve akreditasyon baskıları vardı. Gazeteciler paşalarca aranıp tehdit ediliyordu.
Bugün ise ortaya dökülen ses kayıtları gösteriyor ki 'danışmanlar' o dönemin paşalarının yerine geçmiş. TV'lerin alt yazısına bile müdahale ediliyor.
Artık başbakana, bakanlara soru sormak cesaret ister bir olay sayılıyor.
28 Şubat sürecinde uygulanan; iş dünyasına ve medyaya baskı, akreditasyon ve yasakların daha vahimlerinin, 17 Aralık sürecinde bizzat "yasaklarla" mücadele etme vaadiyle iktidara gelen hükümet tarafından yürürlüğe sokulmuş olması da oldukça manidar.
Manidar olan bir başka konu ise hem 28 Şubat'ın hem 17 Aralık'ın mağdurları neredeyse aynı kişiler.
Kurgu, söylem ve icraat benzerlikleri
28 Şubat ile 17 Aralık süreçlerinin bir diğer benzer tarafı ise; muktedirlerin hedeflerine ulaşmak için oluşturdukları "kurgu, söylem ve icraat" üçgenindeki mantıksal yapı.
28 Şubat'ta kamuoyunu darbeye hazırlamak, 17 Aralık'ta ise yolsuzluk ve rüşveti unutturmak için 'hayali tehditler' üretildi. Bu tehditler ve söylemler devamlı gündemde tutularak ortam hazırlandı.
Mesela, 28 Şubat'ta sürekli bir irtica tehdidi vurgulandı. Süreçten bir ay önce çıkan ve 28 Şubat'tan sonra kaybolan Aczimendiler, Ali Kalkancılar, Müslüm ve Fadimeler ile sahte irtica paranoyası kurgulandı ve servis edildi.
Bugün geriye bakınca o isimlerin ne oldukları çok açık görülebiliyor.
17 Aralık'ta ise bugünün muktedirlerinin 28 Şubat'a benzer 'hayali' yapı kurguladıkları çok açık gözüküyor. Düne kadar omuz omuza çalıştıkları bürokratları yolsuzluklar sonrası 'paralel yapı' olarak tanımlayan hükümet tıpkı irtica söylemi gibi propaganda yapıyor.
Nefret söylemi bile paralel
28 Şubat-17 Aralık benzerliklerinden biri de kin ve nefret söylemi.
28 Şubat taşeronlarının o dönemde en çok kullandıkları söylemler "İrtica hortladı, devlet elden gidiyor" olurken; 17 Aralık soruşturmasını gölgelemek isteyen hükümete bağlı taşeronlarının kullandıkları söylemler ise "Paralel yapı devletin içine sızmış, devlet elden gidiyor" oldu.
Her iki grubun da hayali tehditlerle kamuoyuna "devlet" vurgusu yapmasındaki neden ise Türk halkının devletine olan bağlılığını suistimalden başka bir şey değil.
Taşeronların söylemlerindeki benzerliğin yanı sıra bu hayali tehditleri kurgulayanların, yani 28 Şubat ve 17 Aralık süreçlerinin mimarlarının söylemleri de maalesef büyük paralellik arz etmekte.
Mesela Çevik Bir 'gerekirse silah kullanırız' diyordu. Meral Akşener'e 'Onu kazığa oturturum' tehditleri vardı. Bugün ise bizzat Başbakan "İnlerine gireceğiz inlerine" diyor.
Bu kişilerin, kendi halklarına karşı bu kin ve nefret söylemlerini, hangi düşünce yapısı ve ruh hali ile gerçekleştirdiklerini ayrıca analiz etmek şart.
Kurgulanan hayali tehditlerle ilgili söylemler de çok paralel.
28 Şubat'ta Güven Erkaya, irtica tehdidini 'PKK'dan tehlikeli' buluyordu. Bugün ise AKP'li Mehmet Metiner başta olmak üzere vekiller terör örgütü olduğu Yargıtay kararı ile sabit "KCK, paralel yapı değildir" şeklinde bir yorumda bulunuyorlar.
Böylece bir taşla iki kuş vurmuş, hem "paralel yapı" kurgusunu KCK/PKK'dan daha tehlikeli olarak göstermiş hem de KCK/PKK illegal yapılanmasını masumlaştırmış oluyorlar.
Hayali tehdit aynı icraat
28 Şubat'ta da 17 Aralık'ta da oluşturulan hayali tehditlere karşı ne hikmetse aynı icraatlar yapıldı.
Örneğin; 28 Şubat sürecinde, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay başkan ve üyeleri ile gazetecilere, kurgulanan "hayali tehdit" olan irtica ve yapılanması ile ilgili karargahta brifingler verilmişti.
17 Aralık sürecinde de, büyükelçilere "hayali tehdit" olan paralel devlet ve yapılanması ile brifing ve sunumlar bizzat Başbakan tarafından yapıldı. Gazetecilere hazır bilgi notları servis edildi.
28 Şubat sürecinde darbe yanlısı rektör ve STK'ların organize ettiği ve yandaş medya ile abartılan "Cumhuriyetine Sahip Çık", "Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü" gibi miting ve protesto gösterileri olmuştu.
17 Aralık sürecinde de "Milli İradeye Sahip Çık", "Dik Dur Eğilme" başlıkları altında yapılan ve yine taşeronlarca planlanıp, cici yazar ve yandaş medya ile servis edilen bu organizasyonlar, 28 Şubat'takilerin adeta birer kopyası gibi.
Tehditler bile aynı
28 Şubat darbecilerinin temel hedefi Refahyol hükümetini düşürmekti.
Bu amaçla ellerindeki tüm argümanları kullandılar. Bu kapsamda DYP'den vekilleri istifa ettirmek için Genelkurmay Karargahı devreye girdi.
Aranan vekillere 'Paşanın ricası var yoksa kötü olur' dendi. Bu tehditler işe yaradı ve DYP'den istifa eden vekiller DTP'ye geçti.
Bugün ise muktedirlerin temel hedefi iktidarın karıştığı yolsuzluk ve rüşvetin ortaya çıkmasını engellemek. Bu amaçla, 28 Şubat yöntemleri devreye girdi. Bizzat Adalet Bakanı ve müsteşarı savcılara müdahale etti.
Talimata uymayan savcılar başka görevlere atıldı. Yasal değişikliklerle iktidar artık soruşturulamaz hale getirildi.
Sonuç olarak; 28 Şubat darbe süreci ile 17 Aralık yolsuzlukların üzerini örtme süreçlerinin "kurgu"su benzer. Süreci yönetenlerin "aynı fikri yapıya" sahip oldukları ve "söylemlerinde aynı dili kullandıkları açık. İcraatlardaki benzerliklerle "aynı ihtirasa ve aynı korkulara" sahip olduklarını da görmüş olduk.