« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

17 Mar

2014

Bu ne hazım Allah aşkına!

Ahmet Kurucan 01 Ocak 1970

Eskimeye yüz tutmuş dostluğun, muhabbetin, meveddetin, hürmetin yeniden alevlendiği bir ortamdayım bu akşam.

Halbuki iki yol arkadaşım hariç salonda bulunan herkesle ilk defa tanışıyorum. Nedir bundaki sır tam kestiremiyorum ama iki şeyi rahatlıkla söyleyebilirim; iman ve samimiyet. Zaten Efendimiz de (sas) “Ed-dinü en-nasiha.” derken bunu ifade etmiyor mu? “Din samimiyettir.” Sahabi soruyor: “Kime karşı?” Allah’a, Resulü’ne, kitabına, yöneticilere ve bütün Müslümanlara karşı samimiyet.” Her neyse, başlamadan konuyu dağıtmayalım…

İki genç geldi, misafir olduğumuz eve. Delikanlıydı her ikisi de. Zahiri kelime manası itibarıyla söylüyorum bunu; deli-kanlı. Kanları damarlarında deli gibi akan iki genç bu. Tanıştık ismen. Gençlerden birisinin babası “Bu ikisi” dedi ve durdu. Sözün akışı içinde “İyi arkadaştır, dosttur, yedikleri içtikleri ayrı gitmez.” diyecek ama bir türlü diyemedi. İhtimal en doğru, en düzgün kelimeyi, kavramı seçmek için düşünüyordu. Ben “Kanka” dedim halk arasında kullanılan tabirle. Babası salonda bulunan genç atıldı: “Hayır, sülük.”

Beynimden vurulmuşa döndüm. Bu sıfatla ne demek istediğini, nereye gönderme yaptığını biliyordum. Başbakan Erdoğan, Isparta mitinginde Hizmet’in tüm fertleri için söylemişti bunu. İsterseniz hatırlayalım: “Artık bunların sülük gibi vatandaşımı emmelerine izin vermeyeceğiz.” Tavan-taban ayrımının bırakıldığının bir başka göstergesi; “bunların”. Bu hizmete gönül vermiş her fert giriyor “bunların” içine.

Ben bu sözü okur okumaz her gün yediğim hançerlerden bir tanesini daha yemiş ve bir tweet ile “Hakaretin sınırı yok.” sözüme atıfta bulunarak tepkimi ortaya koymuştum. Şahsen ben canını dişine takarak hizmet eden insanımıza bu hakareti yakıştıramaz iken, bu hakarete muhatap olan insanlardan birinin kendine “sülük” demesine şaşırdım. Şaşkınlığım burada kalsa iyi; “Sülüktük.” dedi hemen peşinden. Şaşkınlığım tavan yaptı. “Ne demek istiyorsun?” dedim. Cevabı enfes: “Başbakan önce bize bir teşbihle sülük dediği için sülük dedim. Devam eden cümlesinde ‘...ama bu sözüm sülüğe hakaret olur ha’ diyerek bunu bile geri aldı; onun için ben de ‘sülüktük’ dedim.”

Güler misin, ağlar mısın? Bu bir hazım mı? Hazım ise bu ne hazım Allah aşkına? Yoksa ironi mi, kaale almama mı? Eğer öyleyse yine aynı soru; “Bu nasıl hazım Allah aşkına?” Sordum: “Sende nasıl bir hazım mekanizması var?” Cevabı bana ‘Pes be birader!’ dedirtti; “Hocam, baksana yaptığı hakaretlere. Bize önce sülük kadar değer vermiş, sonra ondan da vazgeçmiş. Daha ne yapayım, ne diyeyim?”

‘Hazmetmek sizin vazifeniz’

Halbuki ben Hocaefendi’den tam üç yıl önce duymuştum; “Hazmedilememeyi hazmetmek, sindirilememeyi sindirmek sizin vazifeniz.” demişti. “Yumruk sallayana yumruk sallamamalı, baş sallayana baş sallamamalı. Her gün sıkıntılar daha artacak, durum daha zorlanacak. Hissî rekabetler haset sınırına dayanacak. Şok yaşamamanız için şimdiden görmek lazım bunları.” diye uyarmıştı. Bu uyarılarını bir adım daha ileri götürerek; “Bazen müminin rekabeti kâfirin küfründen daha fazla zarar verir.” diyerek, sanki bugünleri göstermişti bize. Bütün bunları bizatihî Hocaefendi’nin ağzından duyan, sonra yazılarında kullanan, konuşmalarında anlatan bir insan olarak ben hazmedemiyordum bu hakaretleri ama o delikanlı hazmediyordu. Üstüne üstlük bir de kahkahalarla gülüyordu. Gel de şaşırma; gel de hayran olma.

Bir başka vakıa; Avrupa’dan bir arkadaşım kendi yaşadığı olayı anlattı. Türkiye’ye Atatürk Havalimanı’ndan giriş yapıyor. Polis soruyor: “Kimsin, ne iş yapıyorsun?” Cevap bir tokat gibi: “Haşhaşiyim.” Görevli polis şoke olmuş, başını kaldırıp daha ciddi bir ses tonuyla “Ne diyorsun?” “Örgüttenim diyorum, örgütten, çeteden.” Gündemi takip eden bir polis anlaşılan. Tebessüm beliriyor yüzünde ve “Seni tutuklamam lazım o zaman?” Cevap net: “Tutukla, işte itiraf ediyorum, örgüttenim, çetedenim ve haşhaşiyim.”

Bir hadise daha... Güler misiniz ağlar mısınız bilemem ama ben bu hadiseyi duyduğumda en az 3-4 dakika bulunduğum yerde çakılı kaldım. Dinî hassasiyeti yüksek olan bir insan değilim; öyle der, öyle tanımlarsam kendimi dine de, dini hassasiyeti olan insanlara da hakaret etmiş olurum. Buna rağmen hadisenin benim zihnim, kalbim, aklım ve ruhumda meydana getirdiği etki bu oldu. İsmi bende mahfuz bir ilçemizde başörtüsü takmayan bir bayan, başı kapalı bir başka bayana arkadan bağırıyor; “Hırsız!” diye. Neden bir bayan, tanımadığı bir hemcinsine böyle bir ithamda bulunur? Elinde delili mi var, gözüyle mi görmüş o bayanın hırsızlık yaptığını? Hayır. Öyleyse neden? Cevabı açık bu sorunun. Çünkü bu ithama maruz kalan bayanın başı kapalı; başını kapatma, dinin başörtüsü emrini yaşadığını gösteren bir sembol. Pekâlâ hırsızlıkla alâkası ne? Dindar muhafazakâr kimliği ile iktidarda bulunan partinin adının karıştığı hırsızlık hadiseleri ve bunun üstünün örtülmesi uğrunda yapılan canhıraş faaliyetler. Emniyet ve yargıdaki fişlemeler, tayinler, tasfiyeler, kanunlardaki değişiklikler, yargıya baskılar vs...

İyi de ithama maruz kalan bayanın bununla alakası ne? Belki AK Parti sempatizanı değil; ona oy vermedi. Belki verdi ama hırsızlık iddiaları karşısında saf değiştirdi. Nitekim öyleymiş. Bu bayan diğerinin yanına gidiyor ve diyor ki: “Beni AK Partili zannettiniz herhalde, ben Hocaefendi cemaatindenim.” Hırsız diyen bayanın tavrı şu: “Gel öyleyse seni alnından öpeyim.”

Üzüntüm ağır basıyor

İşte ben bu hadise karşısında şok yaşadım. Sevinç mi, üzüntü mü ağır basmalı bilemedim. Bir tarafta düşüncesine, hissiyatına, duruşuna bakmadan sadece başörtülü olduğu için hırsız denilen Müslüman bayan; diğer tarafta dine ve dindara karşı bütün bütün tavır almamış, temyiz ve tefrik kabiliyetini kaybetmemiş bir başka Müslüman bayan. Siz ne düşünürsünüz bilmem ama üzüntü ağır basıyor bende.

Son misal, bir belediye başkan adayının esnaf ziyareti esnasında geçiyor. Dükkân sahibi, o parti adayına oy vermeyeceği halde Anadolu insanına yakışır ve yaraşır bir tarzda misafirini buyur ediyor. İskemleler atılmış, çaylar içiliyor. Tam o esnada esnafın 4 yaşındaki çocuğu dükkâna giriyor. Başkan adayı o masum çocuğu okşamak için elini uzatınca esnaf; “Aman dikkat başkanım; o çocuk haşhaşidir.” diyor. Buz gibi bir hava esiyor dükkânın içinde. Biraz önceki neşeli havadan ne bir iz ne de bir eser.

Sonra?.. Sonrası garip; gerçekten garip. İki kelimelik bir izah yok başkan adayından. “Katılıyorum Başbakan’ın bu itham dolu, iftira dolu sözüne çünkü...” Veya, “Katılmıyorum, 4 yaşındaki çocuğun insanlık tarihinin en kanlı terör örgütlerinden birinin ismiyle anılmasının ne manası var?..” demiyor, diyemiyor ve suratlar bir karış yerde, çaylar yarım, dükkândan çıkıp gidiyorlar. Değer miydi diye soracağım ama çokları sorduğu için geçiyorum.

4 gündür Türkiye’deyim. O kadar çok hazin hikâye dinledim ki. Hikâyelerin her birinin sonunda insan ah ki ne ah diyor ve başka bir şey diyemiyor. Belki bir gün diğerlerini de yazarım...

Ziyaret -> Toplam : 125,16 M - Bugn : 46055

ulkucudunya@ulkucudunya.com