« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

03 Tem

2007

Mehmet Ali Aybar

01 Ocak 1970

Mehmet Ali Aybar (5 Ekim 1908 - 10 Temmuz 1995) Türk sosyalist hareketinin önde gelen isimlerinden, kapatılan Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) eski lideri ve Sosyalist Devrim Partisi'nin (SDP) kurucu genel başkanı.

5 Ekim 1908'de İstanbul'da doğan M. Ali Aybar, Galatasaray Lisesi'nden sonra İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Aynı fakültede Anayasa hukuku asistanı, hukuk doktoru ve devletler hukuku doçenti oldu. 1946'da yazıları nedeniyle doçentlik görevine son verildi. Aynı yıl Demokrat Parti Listesi'nden bağımsız¹ milletvekili adayı oldu; ancak seçilemedi. Önce Hür, sonra Zincirli Hürriyet gazetelerini çıkardı ve buralardaki yazıları nedeniyle 1949'da 3 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1950'deki genel afla serbest bırakılan Aybar iki yıl sonra avukatlığa başladı.

1962'de TİP'in genel başkanlığına getirildi. 1965 ve 1969 genel seçimlerinde bu partiden İstanbul milletvekili seçildi. Aynı dönemlerde Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya'yı işgaline karşı çıktı ve "Türkiye’ye özgü sosyalizm” şeklinde ifade ettiği sosyalizm anlayışını savundu. Bu görüşlerine karşı çıkanlar arasındaki anlaşmazlığın büyümesi üzerine 1969' genel başkanlıktan, 1971' de de parti üyeliğinden istifa etti. 1975'te, kısa bir süre sonra Sosyalist Devrim Partisi adını alacak olan ve 12 Eylül 1980'de diğer partilerle birlikte kapatılan Sosyalist Parti' yi kurdu.

Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm (1968), 12 Mart'tan Sonra Meclis Konuşmaları (1973) ve Örgüt Sorunu (1979) isimli kitapları bulunan Aybar ABD'nin Vietnam'daki savaş suçlarını yargılamak üzere oluşturulan Uluslararası Russell Mahkemesi'ne yargıç olarak da seçilmişti. Yaşar Kemal'in belirttiğine göre, Aybar'ın sosyalizme getirdiği yeni bakış açısı, Sovyetler Birliği'nin inandığı sosyalizmi gerçekleştirememesi ve dolayısıyla, marksizmin doğal bir sonucuymuş gibi görünen leninizmin insanlığı sosyalizme götüremeyeceğidir. Aybar, yine Yaşar Kemal'e göre, dünyada bu fikirleri ilk kez dile getirenlerdendir*.

Gençlik yıllarında sporda gösterdiği başarılarıyla da tanınan Aybar 1928-35 arası Türk Milli atletizm takımında yer almış, bu dönemde 100 ve 200 metre bayrak yarışlarında Türkiye rekorları kırmıştı. Aybar, 1931'de Balkan şampiyonu olan 4 X 100 bayrak takımının da başarılı koşucuları arasındaydı.

Mehmet Ali Aybar 10 Temmuz 1995'de İstanbul'da, tedavi edildiği Florance Nightingale Hastanesi'nde kalp yetmezliği sonucu öldü.

¹: Aybar ile söyleşi (Tekin yayınevi 16. baskı sayfa:37)

Yaşar Kemal, "O'nun Aydınlığında", Cumhuriyet Gazetesi Mehmet Ali Aybar özel eki, 21 Temmuz 1995: 9-10.






Bir Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı -Haluk GÜRİZ


a. AYBAR’IN GÜNCELLİĞİ

Mehmet Ali Aybar bütün yaşamını toplumcu mücadeleye adamış, aynı zamanda özlediği dünyanın kurulması için engel olarak gördüğü bürokratik, dar kalıpçı yalın kat, ithal bir toplumcu modeli de eleştirmekten geri durmamış bir uzun mesafe koşucusu. Mücadelesi kesintiye uğramışsa da inancını yaşamıyla bütünleştirmiş somut yaşam pratiğinde uygulamış gözüpek bir aydın. Onu böylesine güncel ve değerli kılan özelliklerden belki de en önemlisi kendi toplumunun, halkının içinden çıkacak bir modeli ön planda tutması olmuştur. Yirmi – otuz yıl öncesinin kapalı ümmet ahlakı tutumuyla yok sayılan Aybar düşüncesi bugünün dünyasında “sosyalizm asıl şimdi” diyenler için giderek yaşamsal hale gelecek gibi görünmektedir.

Sosyalizm anlayışınızı nasıl tanımlıyorsunuz sorusuna verdiği yanıtta "Sosyalizm odağı insan olan bir dünya görüşüdür. Özgürlükçü bir toplum düzenidir. İnsanın insanı sömürmediği kardeşçe yaşanan demokratik bir düzen, halkın devleti gerçekten yönettiği, üretim için harcanan zamanın azaldığı, zorunlu yerine gönüllü çalışmanın olduğu bir düzendir. Ancak asla bir takım filozofların, insancıl düşünürlerin icat ettikleri hayali bir toplum düzeni değildir. Toplumsal gelişme ve ilerlemenin insanlığı ulaştıracağı yeni üretim biçimi, insanın insan tarafından sömürülmesinin sona erdiği özgürlük ve eşitlik düzeni olarak görülmektedir. Bu arada örgütlenme biçimi sorunu çok büyük önem taşır. İşçilerin yarattıkları tüm değerlerin ve bu arada artık değerlerin kullanımına fiilen egemen duruma gelmesidir" der. Ayrıca "Bizim sosyalizm mücadelemiz emekçilerin bilinçlenmesine ve üretici güçlerin gelişimine katkıda bulunarak olur. Burjuva demokrasisi diye küçümsediğimiz demokrasinin yerleşmesi de bu savaşımın öğelerinden biridir." diye ekler ve sosyalizme geçişin yaygın bir demokrasi içinde gerçekleşeceğini, burjuvazinin kendi partileri ile seçime girebileceğini öngörür.

“İşçi sınıfını küçümsemeyelim, ona güvenelim. Toplumcu aydınlar olarak onun tarihsel öncülüğünde toplanalım. Onun dışında köksüz kaldığımızı, boşa dönen bir vida olduğumuzu anlayalım. Nazari bilgimizi onun hayattan gelen bilgisiyle yoğurmadıkça yaratıcılığa ulaşamayacağımızı bilelim.” der bir miting konuşmasında. Aybar’ın “güleryüzlü sosyalizm”, “özgürlükçü sosyalizm”, “insan için sosyalizm” "fertçi sosyalizm" tanımlamaları, amacı somut insan olan “sınıf yararına” insanı gözden kaçırmayan, bireyin temel haklarını ve demokratik kurumları koruyan bir sosyalizm anlayışıdır.

Aybar kapitalizmin sömürüye dayalı bir üretim biçimi olarak ortaya çıktığını, az gelişmişliği kapitalizmden bağımsız bir olgu gibi ele almanın yanlış olduğunu öne sürer. Temel çelişkinin burjuvazi ile işçi sınıfı arasında, uluslar arası alanda ise gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasında olduğunu tespit eder. Büyük sermayelerin küçük sermayeleri yutması sonucu kapitalizmi sonradan benimsemiş ülkelerle gelişmiş kapitalist ülkeler arasında gelişmiş olanların lehine bir egemenlik gerçekleşmesi söz konusudur. Bu nedenle az gelişmiş ülkelerin kapitalist modelle kalkınmasının olanaklı olmadığını vurgular.

Aybar Seçmeler (1945-1967) yapıtında da yer alan yazısında mücadelesini şöyle tanımlar “Bizim davamız açıktır, cephedendir ve iki cephelidir: Bir cephemizde kafaları kalıba çekenler, dilleri ve gözleri bağlayıp sırtımıza binenler vardır. Bir cephemizde de asırlar boyunca gözü ve dili bağlı kalmaktan, konuşmaz ve görmez edildikleri için düşünmez de olmuş kardeşlerimiz vardır. Biz işte bu iki cephede çarpışacağız. Zorbaların amansız ve pazarlıksız düşmanıyız. Öbür cepheye, kardeşlerimizin cephesine de kafamızın ve kalbimizin bütün nurunu dökeceğiz.”



b. AYBAR'IN YAŞAMI

1908 yılında İstanbul'da doğan Aybar, kendi deyişiyle "bey takımı" bir aileden gelmektedir. Büyükbabası ittihatçı Hüseyin Hüsnü Paşadır. Babası da asker olan Tahsin Beydir. Dedesi ve babasını " genel çizgide ittihatçıydılar ama İttihat ve Terakki üyesi değildiler" der. 1918'de işgal döneminde on yaşında bir çocuk olan Aybar, 1928'de Galatasaray Lisesi ticaret kısmını, 1929'da ise Musevi Lisesini bitirir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olur. Bu arada atletizm yarışlarına katılır ve büyük başarılar elde eder. 1936-42 yılları Hukuk Fakültesinde akademik hayata atıldığı yıllardır.1942'de aynı fakültede doçent ünvanı almıştır. Bu yıllarda genellikle kendi mesleki alanı ile ilgili çalışmaları vardır. Politika ile ilgili ilk yazıları 1945 yılından itibaren gazetelerde yayınlanmaya başlamıştır. Vatan gazetesindeki ilk yazıları " Kağıt üzerinde demokrasi" isimli yazılarıdır. 1945 yılında yazıları ve politik tutumu üniversiteden uzaklaştırılmasına yol açar.

İlk sayısı Nisan 1947’de çıkan Zincirli Hürriyet, Aybar’ın mücadelesinin önemli bir halkasıdır. Türkiye’nin Truman doktrini ve Marshall yardımıyla ABD yörüngesine girmesine karşı basındaki “Ulus, Tanin, Vakit, Cumhuriyet, Akşam” gibi gazetelerin destekler tutumlarının karşısında yer alır. Marko Paşa ve Zincirli Hürriyet basında yalnız ve izoledir. Çıkmaya başladıktan kısa bir süre sonra Zincirli Hürriyet'i basan basımevi CHP’nin yönlendirdiği gençler tarafından basılır. Bu bir anlamda Tan Olayı’nın devamı olan sağcı ve baskıcı terörün yeni bir aşamasıdır. Bu baskın hemen bütün basında memnuniyet ve destekle karşılanır. Sabahattin Ali de öldürülmeden önceki son ve en sert yazısını yeniden çıkan Zincirli Hürriyet’te yayınlar. Türkiye’nin aydın namusunun temsilcilerinden Aziz Nesin Zincirli Hürriyet’e karşı yapılanları o eşsiz ironisiyle şöyle irdeler.

“Ey Türk Faşisti!” “Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip, duvarlara saldırmaktır. Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan bütün polisleri yanı başında bulacaksın. Muhtaç olduğun kazma, balta Halk Partisi ambarlarında mevcuttur.”

Bu olaylardan sonra Zincirli Hürriyet’te Sabahattin Ali ve Aziz Nesin'in yazmaya başlaması ve Zekeriya Sertel’in de yazacağının ifade edilmesi Zincirli Hürriyet”in basılacak matbaa bile bulamamasına yol açacaktır.

Aybar 1949’da yazıları nedeniyle hapse mahkum edilir ve CHP’nin 25 yılın vebalini omuzunda taşıyan, ülkeyi ABD emperyalizmine peşkeş çeken, eski devletçilik politikalarını reddeden faşist bir parti olduğunu ifade eder. Aybar’ın DP ve Millet Partisi konusundaki tavrı da açıktır. “Bütün bu partilerin kökü birdir çünkü aslında cümlesi hakim sınıfların partisidir.” Hepsi aslında devrim düşmanı, halk düşmanı, cumhuriyet düşmanıdır. Laikliğin ve devletçiliğin düşmanıdır. Ve gerçek yurtseverliğin düşmanıdır.

Mahkemedeki savunması meydan okuyucu niteliktedir. “Vazifesini yapmış bir insanın gönül rahatlığıyla kararınızı bekliyorum. Türk milleti adına vereceğiniz karar beni üç yıl hapse mahkum ederse yerinmeyeceğim. Yurttaşlarım ömürleri boyunca zindan hayatı sürerken, onların yoluna üç yıl daha mahpus yatmak bana ancak gurur ve şeref verir. Yarınlar Türk milletinindir.”

Aybar için o yıllarda üretim araçlarının kamulaştırılmasının veya kamu mülkiyetinde olmasının tek başına hiçbir önemi yoktur. Bu sadece şartların bir tanesidir. Devlet onun gözünde ideolojik aygıtları olan bir baskı aracıdır. Devletin gücü azalmalı, insanlarınki artmalıdır. Devlet fetişizmi kesinlikle olmamalıdır. Sorgulanmayan, kayıtsız, şartsız inanılan her şeye karşıdır. Bunun bir kişi, ideoloji, devlet, din veya başka bir şey olması fark etmemektedir. 1950 – 1960 yılları arası İnönü diktasının devamı olan Menderes dönemi Aybar’ın fazla ortada olmadığı yıllardır. Bu dönem bazı gazetelere yazılar gönderir. Bazı fikir ve sanat dergilerinde müstear isimle yazı yazar. O dönemin aydın hareketliliğinin en önemli yansımalarının görüldüğü Forum dergisinde Aydın Yalçın – Feyzioğlu’nun çıkardığı yazılar yazar. Gene de 1960 ihtilaline kadar olan dönem uzun bir suskunluk ve eylemsizlik dönemidir.

1960 yılları ise Aybar’ın bu kötümser ve kendini işe yaramaz gören havadan kurtarıp TİP başkanı kimliğiyle mücadelesinin başladığı yıllardır. 27 Mayıs getirdiği anayasal özgürlüklerle sosyalist harekete ivme kazandırır. Bu süreçte İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Doğan Avcıoğlu’nun oluşturduğu önemli bir fikir akımı olan Yön Hareketine eleştirel ve mesafeli durur. Emekçilerin kendi partilerini ve örgütlerini kurmaları gerektiğini vurgular.

Şubat 1961’de 12 sendikacı tarafından kurulan TİP’in başına gelir. 1960-69 arası TİP genel başkanlığı dönemidir. 1950 – 60 yılları arası hep bir şeyler yapma arzusu olan ancak yapamayan Aybar böylece önemli bir sorumluluk almış ve aydınların işçi sınıfıyla bir arada bulunduğu ve tarihin halkla en fazla bütünleşmiş sosyalist partisinin başına geçmiştir.

Halktan kopmuş bir mistik yapıyı engellemek için emekçilerin toplumun her kesiminde egemen olduğu bir yapıyı öngören parti programında "emek sadece bir ekonomik değer olarak değil aynı zamanda ahlaki bir değer" olarak vurgulanır. TİP 1965 seçiminde % 3 oy alarak (276 bin) 15 milletvekilini Meclis’e sokar. Artık kapitalist hükümetin kapitalist olmayan bir muhalifi de vardır.

Aybar Türkiye’de tüccar sınıfın komprador olarak doğduğunu, Avrupa’dakine paralel bir gelişme gösteremediğini, sanayi burjuvazisi aşamasına ulaşamadığını, ulaşsa bile komprador niteliğini koruduğunu öne sürer. Amerikan emperyalizminin aracılık payı olarak dağıttığı nimetlerin mutemedi durumunda olan Amerikancı bürokrat burjuvazi ile ağa-komprador ikilisi aynı çıkarlar etrafında birbirine yaklaşmışlar ve aralarındaki çelişkiler iyice yumuşamıştır. Bunlar müttefik egemen sınıflarıdır ve Türkiyeli komprador burjuvaziden ayrı Amerikan emperyalizmine karşı olan sanayici bir milli burjuvazi yoktur. Osmanlı toplumundaki gibi merkezci, ceberrut, tekelci devletle bütünleşmiş yönetici sınıf, aşağıda köylüsü ve kentlisi ile bir emekçi halk vardır. Temel çelişki, Amerikan emperyalizmi ve yerli ortakları ile tüm emekçi sınıf tabakalar arasındadır.

Cuntacı ve darbeci solculardan farklı olarak bürokrasiyi ve devleti çok daha yansız bir şekilde çözümlemiştir. Milli Demokratik Devrimcilerden (MDD) ayrı durarak meseleyi milli kurtuluş ve sosyalizm olarak ayrı ayrı değerlendirmenin yanlış olduğunu emekçi kitleler, toprak ağalığı ve işbirlikçi burjuvaziye karşı siyasal güç olamazsa milli kurtuluş savaşının da yozlaşacağını öne sürer. Cunta yoluyla iktidarın alınmasının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ve tekrar eski sisteme dönüleceğini belirtir. Çünkü bunu gerçekleştirecek küçük burjuva aydınları halka tepeden bakan, onu ayak takımı sayan bir anlayıştadır. İktidara bu şekilde gelen veya devam ettiren güçler hiçbir zaman sosyalist bir yönetim kuramazlar.

Meclis konuşmalarında muhtelif seferler "Türkiye’nin 35 milyon metrekarelik toprağı ABD işgalindedir." demiştir. 1966’da savaş suçları mahkemesinde ABD’nin Vietnam’da soykırım yaptığını açıklayan kararın altında yargıç olarak imzası vardır.

Aybar, insanların binlerce yıllık hürriyet savaşımının sosyalizm için yapılan savaşımla benzer nitelik taşıdığını düşünür. Ona göre, hürriyeti içinden çıkarırsanız sosyalizm teorileri iskambil kağıdından yapılmış şatolar gibi çöküverir. Sosyalizm bütün insanlığı kurtaracak bir amaç için yola çıktığından güzel ve güler yüzlüdür. Hürriyetçiliğe fazla vurgu yapması, seçimlerle sosyalizme geçileceği iddiası, çeşitlilik ve yerellikle ilgili öngörüleri Boran – Aren başta olmak üzere parti içindeki bazı insanları rahatsız etmiştir. Çekoslavakya’nın işgali sonrasında zaten gerilmiş olan ilişkiler iyice kopma noktasına gelir. Aybar, TİP'teki birçok partiliden farklı olarak Polonya’daki askeri cuntaya Şili’dekiyle birlikte karşı çıkmayı, Vietnam ve Afganistan’ın işgalini bir arada lanetlemeyi bir erginlik, özgüven, olgunluk sorunu olarak değerlendirir. 1969 yılında genel başkanlıktan, 1971'de partiden istifa eder. 70’li yıllarda TİP’in sokulmadığı seçimlerde CHP’nin desteklenmesine şiddetle karşı çıkar ve CHP'yi Osmanlı tipi devleti benimseyen ve kapitalizmi benimsediği için sol olmayan bir parti olarak görür. Kapitalizme son vermek istemeyen, onun sivriliklerini törpülemek için yola çıkan hareketler sol değildir. Sosyal demokratlar “Aybar’a göre” sol olmayan sol’dur.
Sosyalistlerin bir bölümü bağımsızlığı yalnızca ABD emperyalizmine karşı düşünür Aybar bağımsızlığın şu veya bu ülke karşısında olmasının farkı olmadığını söyler, "Yalnızca Marx ve Engels’i değil Luxemburg’u, Proudhon’u da okuyun" deyince büyük tepki görür. Çünkü kapalı cemaat psikolojisinde bu tür sapkınlıklar sadece kafa karıştıracaktır.

Forum dergisindeki yazılarında Sovyetler'de Lenin öldükten sonra rejimin iyice bürokratlaştığını, tek ülkede sosyalizmi kurmak, Sovyet bürokrasisini korumak adına, İspanya iç savaşında Cumhuriyetçilerin kaderleriyle başbaşa bırakıldığını, Hitler’le saldırmazlık anlaşması yapıldığını ve Yaltadaki nüfuz bölgeleri pazarlığı sonrası kendi nüfuz bölgelerindeki en ufak kıpırtıyı amansızsa ezdiğini ortaya koyar.

TİP çok dar olanaklarla 51 ilde örgütlenmeyi 1965 seçiminde 276 bin oy almayı başarmıştır. İşçilerle Aybar’ın başta olduğu aydınlardan oluşan bu çizgi sosyalist solun nesnel olarak en geniş halk tabanı elde ettiği siyasi oluşumdur. TİP merkezciliği kol emekçilerine ağırlık vererek dengelemiştir. TİP sonrası 1975 yılında Sosyalist Parti adı altında kurulan parti 1977'de Sosyalist Devrim Partisi (SDP) adını alır. SDP “Emekçilerin kurtuluşu doğrudan doğruya emekçilerin eseri olacaktır." diyen Marx’la aynı görüştedir. Emekçi yığınların sosyalizme bilinçle sahip çıkmadığı bir durumda kendilerini öncü olarak gören bir avuç burjuva ve küçük burjuvanın başını çektiği hareketle ancak öncülerin hakim olduğu sosyalizm adı altında bürokratik, totaliter bir dikta rejimi kurulur. Devrim hareketi bir dip dalgasıdır. Sosyalizm de yığınların hareketidir. Aybar’ın sosyalizm açısından en fazla vurguladığı kalımlı yöneticilik ve kol emekçilerinin ağırlığı konusu Sosyalist Devrim Partisi’nde hiçbir yöneticinin iki kez seçilememesi ve kol emekçilerinin ağırlığının 2/3 olması şeklinde çözümlenmiştir. Emekçileri doğrudan doğruya iktidara getirme çabası sadece bürokratik sapmaları önleme kaygısının değil yeni bir toplum yeni bir insan yaratma çabasının ürünleridir. Aybar buyuran azınlık – buyurulan çoğunluk ilişkisinin devam ettiği rejimlerin adı ne olursa olsun özgürlükçü ve eşitlikçi olamayacağını, baskıcı ve otoriter olacağını öne sürer. Sadece sömürü ve baskının şekli değişir. Hepsi o kadar... O dönem kurduğu parti SDP’dir ve var olan diğer sol partiler tarafından (TİP, TSİP ve TKP) sapık burjuva çizgisinde, sağ sapma, oportünist görüşleriyle sola zarar veren parti suçlamalarıyla karşılaşır. 1980 darbesiyle SDP diğer sosyalist partilerle birlikte kapatılır. 12 Eylül’ü bey takımının, bürokrasinin, burjuvazinin bir hareketi olarak görür ve ilerlemiş yaşına rağmen solun birliği için toplantılar düzenler. Yasal ve geniş tabanlı bir partiden yanadır. Sosyalistlerin aralarındaki ayrılıkları arka plana koyarak ortak noktalarda buluşmaları için çaba sarf eder. Ancak bu çabaları başarılı olamaz. 1995'te 87 yaşındayken yaşama veda eder.


c. AYBAR VE CUMHURİYET FELSEFESİ

Aybar’ın Atatürkçülük ile ilişkisi de sıcak bir ilişkidir. Ancak bu 40’ların 50’lerin sözde Atatürkçülüğü değil, Kurtuluş Savaşının antikapitalist, antiemperyalist, kıskançlıkla bağımsızlıkçı, halkçı ve devrimci Atatürkçülüğüdür. Nihat Sargın aktardığı bir konuşmasında Aybar’ın “Ben itilaf donanmasının gelişini, topları saraya çevrili Boğaz’a demir atışlarını gördüm, İstanbul’u zaptedişlerini gördüm. Çocuk sayılırdım ancak bunun ne demek olduğunun ayırdına varacak bir çocuk. Ben işgalin, istiklalini kaybetmenin ne demek olduğunu bilirim.” dediğini aktarır. Aybar kendisini Kurtuluş Savaşı felsefesinin gerçek bir mirasçısı olarak görür ve Türkiye’nin bağımsızlığını ve egemenliğini kıskançlıkla koruması gerektiğini düşünür. Türkiye sosyalistlerini Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinin uzantısı olarak görür. Tam bağımsızlık korunması ve üzerinde durulması gerekli en önemli özelliklerden birisidir. Kurtuluş Savaşı TİP programında görüldüğü gibi hedefi yalnızca anayurdu düşman istilasından kurtarmak olmayan asıl hedefi halkımızın sömürgeci ve sömürücülerin buyruğundan kurtulması bağımsız Türkiye’nin kurulması olan bir savaştır. Bu doğrultuda büyük devletlerle askeri ittifak imzalanmamasını, ülkemizde üs ve yabancı askeri personele ödün verilmemesini savunur. Emperyalizm boyunduruğundan kurtulmaya çalışan mazlum uluslarla, halklarla dayanışmaya ve işbirliğine gereken önemin verilmesi kurduğu her iki parti programında da vurgulanır. Mustafa Kemal’i genel olarak olumlasa da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılması, İzmir İktisat kongresiyle sınıfların reddedilmesi, milli burjuvazi yetiştirme savı ile dışa bağımlı sermayedar gelişimine yol açılması noktalarında eleştirir. Ancak Kurtuluş Savaşı ve politikalarını tümüyle olumlar.

Türkiye'de geleneksel bürokrasinin egemenliği ve onun Osmanlı’dan miras olarak benimsediği merkezci, tepeden inmeci, kendi dışında bir varlığa hak tanımamak eğiliminde olan totaliter devlet anlayışı söz konusudur. Bu devlet mekanizmasını elinde tutan bey takımı halktan kopmuş gerçekleri dürbünün tersi ile görür hale gelmiştir. Devleti elinde tuttuğu için her şeyi zorla yaptırabileceğini sanan cebberrüt, tepeden inmeci bir sınıf haline gelmiştir. Bey takımı yüzyıllardır devletle özdeşleşmiş olduğundan devleti kimseye hesap vermeyen kutsal bir güç olarak tanımıştır. Velayet ve vesayet haklarına sahip çıkarak halkı halktan çok düşündüğüne inanmaktadır.

İttihatçıların batının kurumlarını aktarırken oradaki ekonomik, sosyal gelişmelerden habersiz bir biçimde Alman emperyalizminin dümen suyunda ve Alman generallerin denetiminde burjuva sınıfı yaratma iddiaları tümüyle temelsiz görünmektedir. İttihatçılığın ekonomi politikası Türk burjuva sınıfının dünya kapitalizminin yurdumuzdaki uzantısı olma temelindedir. Oysa kapitalizme sonradan ayak uydurmaya çalışan geri kalmış ülkeler için bu yolla bir kurtuluş yoktur. İttihatçılığın Osmanlı’nın son döneminde ülkeyi maceraya sürükleyen siyasi olarak pantürkist, ekonomik olarak kapitalist model olduğunu söyler. Ona göre Kurtuluş Savaşında emperyalizm ve kapitalizme karşı savaşan toplum düzenini emeğe dayandıran demokratik bir rejim hayata geçirilir. Mustafa Kemal’in kafasında rejim hakkın, hukukun çalışılarak elde edileceği ve çalışmadan sırt üstü yatanların içinde yer almayacağı bir rejimdir. Atatürk 1920-21 yıllarında sosyal sınıfların varlığını kabul ederken bu sınıflar arasında çatışmanın varlığını reddeder. Atatürk ölene kadar Türkiye bağımsız bir dış politika izlemiştir. Türkiye’de emperyalizme bağımlılığının en önemli unsurlarından biri 1947 ve 1948’de ABD ile imzalanan ikili anlaşmalardır.



d.BÜROKRATİK SOSYALİZM ELEŞTİRİSİ

Aybar’ın mücadelesinin ana ekseni sermaye düzeni ve bunun karşısında olduğu düşünülen ancak insanı ezme konusunda farksız olan bürokratik sosyalizmdir. Marx’ın kaleminden çıkan satırlar din buyrukları değildir, bunlar bugünün bilgi birikimi ile akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanmalıdır. Marksizm'i birkaç kaba slogana indirgeyenlere karşı bir mücadele vermektedir.

Aybar’ın öngördüğü sosyalist model reel sosyalizm eleştirisi ışığında farklı bir model olacaktır. Sosyalizmin tepeden inme buyruklarla kurulamayacağına ve halkın sosyalizmi benimsemesi gerektiğine inanır. Sosyalizmi insanlığın evriminde bir aşama, insanın daha iyi yaşamasını sağlamak için bir olanak olarak görür. Politik yaşamında herşeyi merkezden yürütmeye karşı çıkışının izleri hem TİP’de hem SDP’de vardır. “Yetmiş yıllık sosyalizm denemeleri sosyalizmin nasıl kurulamayacağını sergiliyor. Nasıl kurulacağını ise biz bulacağız.”

Aybar'ın düşüncesinde önemli yer tutan unsurlardan biri, kapitalist modelden farklı olarak emekçilerin kendi partileri aracılığıyla ülkelerinin yönetiminde etkin olmasıdır. Oysa şimdiye kadar olan uygulamalar işçi sınıfı adına hareket eden bir devrimci grubun iktidara yerleşmesi ve egemen sınıf yetkilerini kullanması ile yeni bir bürokrasinin doğmasına yol açmıştır. Bu yeni bürokrasi, parti yöneticilerinden, komutanlardan, gizli polisten, yüksek memurlardan, teknisyenlerden, ekonomi uzmanlarından, aydınlardan oluşur. Bürokratlaşmaya paralel statükocu bir nitelik olan rejimde devrimci coşku yok olarak kurulamayan sosyalist demokrasi yerine polisiye tedbirler, zaman zaman da terör hakim olmuştur. Reel sosyalizm deneylerinde işçilerin, köylülerin devleti yönetmek şöyle dursun, çalışma koşullarını, ücretlerini düzenlemeye bile hakları yoktur. Yöneticileri ne seçerler, ne denetleyebilirler. Yaşamın her alanında kararı emekçiler adına başka birileri veriyorsa sömürü tehlikesi doğar.

Lenin partisinde başlangıçta bürokratik tehlikeye işaret etse de Partinin X. kongresi işçi muhalefetinin yasaklanması ile son bulan bir dizi yasakçı önlemle bu yapıyı hızlandırmıştır. Lenin “yönetmek başka şeydir; bilgi ister, beceri ister, üçüncüsü yetenek. Yetenek olmadan, derin bilgi olmadan, idare hukuku bilgisi olmadan yönetmenin kabil olacağını mı sanıyorsunuz? Bu gülünç olur. Her işçi devlet yönetmeyi becerebilir mi? Pratik insanlar bunun bir masal olduğunu bilirler” der. Sovyetleri emekçi yığınlarla kaynaştırmak için projeler rafa kaldırılmış, Stalin iş başına gelince emekçi yığınlardan iyice koparılmıştır.

Sosyalist devlet örgütlenmiş emekçilerin kendileridir ve devlet gücü emekçilere karşı değil, emekçilerin düşmanlarına karşı kullanacaktır. İktidar fiilen emekçilerin elinde olmadığından bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Sınıf durumu ve sınıf çıkarları açısından cebir ve şiddetin öznesi ile nesnesi ancak emekçiler fiilen iktidarı ellerinde bulundurdukları takdirde olur.

Burjuvazi, yetkilerini üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmasına borçlu iken sosyalist toplumlarda bu devlet tekeline verilmiştir. Yani bürokrasi burjuvazi gibi üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmadan egemence davranmaktır. Sosyalizm işçinin elindeyken canlıdır, güzeldir, doğrudur, yaratıcıdır. Geniş emekçi yığınların aklını, sezgisini kimse temsil edemez. Reel sosyalizm uygulamalarında devlet yönetiminin dışında tutulan işçiler meydana getirdikleri artı değer üzerinde tasarrufta bulunamamışlardır. Bu konuda söz sahibi olan yalnız yüksek kademedeki yöneticiler olmuştur. Devlet mülkiyetinin işletilmesi konusunda olduğu gibi çalışma koşullarının saptanması, yeni yaratılmış değerlere toplum adına tasarruf etme yetkileri de işçi sınıfından koparılmış, bağımsız hale gelmiş bürokrasinin tekeline alınmıştır.

Öncü kavramı ancak sosyalizme geçmiş toplumlarda işçi sınıfı aktif olduğu ve “öncüler” bu aktif varlığın iç hareketliliğinin bir ürünü oldukları, onunla organik bağlarını yenileyerek sürdürdükleri zaman bir anlam taşır. Öncülerin işçi sınıfının gelişimiyle içeriği değişmeli ve ortadan kalkmalıdır. Reel sosyalizm uygulamalarında bu durum tersine işlemekte ve bu durumun sürüp gitmesi ile kapitalist toplumlardakine benzer buyuran – buyruk altında olan ilişkilerin doğmasına yol açmaktadır.

Sosyalist etiketli devletlerin birbiriyle savaşması da bu örgütlenme modelinin, sosyalizmin gerçekleşmemesinin sonucudur. Lenin’in politikanın profesyonel devrimcilerin, işçi sınıfı adına hareket eden öncülerin işi olduğunu söylemesi bunların tek bir komutaya bağlı disiplinli savaşçılar olduğunu söylemesi uygulamadaki yanlışlığın teorik temelini gösterir.

Aybar'a göre bütün bu bürokratik yapılanmanın nedeni Lenin’in Marx’ın teorisinin aksine işçi sınıfına dışarıdan bilinç götüren, merkezci, dikeyine hiyerarşili, askeri disiplinli parti modelidir. Burada devamlı yöneticilerin buyrukları eksiksiz olarak uygulanır. Lenin Marx’ı anlamak için adeta dinsel bir yaklaşımla ruhunun kavranması gerektiğini öne sürerken "Tanrı Marx"ın peygamberliğine soyunmuş gibidir. Böylesi dikeyine hiyerarşili bir modelde yöneticiler üretim araçlarının kullanımına sahip olduklarından egemen sınıf haline gelirler. Devlet hükümete, hükümet partiye bağlıdır. Bu da gerçek bir oligarşi olan merkez komitesine bağlıdır. Lenin – Troçki’nin demokrasiye karşı diktatörlüğü yeğlemesi ile Kautsky’nin demokrasiyi yeğlemesi birbirinden çok farklı değildir. Yönetici kadro ile emekçi yığınlar birbirine yabancılaşmış, adeta sınıf farkından doğan bir yaşantı uçurumu ortaya çıkmıştır. Tüm yetkileri tekellerinde toplamış yöneticiler yeni bir dinin de baş rahipleri durumundadırlar. Öncülükleri işçi sınıfının herhangi bir irade beyanına bağlı olmayan, çoğunlukla işçi kökenli de olmayan kalımlı yöneticiler kaskatı merkezci, dikeyine hiyerarşili bir oligarşi yaratan mekanizmayı oluşturmuşlardır. Bu duruma benzer biçimde kapitalist toplumlarda ekonomik ve politik iktidar burjuvazinin tekelinde toplanır. Sermaye yuvarlanan bir kar topu gibi büyüyerek bir avuç kapitalistin elinde toplanır. Bu da bir avuç kapitalistin ekonomiye, politikaya, bilime, sanata, kültüre ve hukuka egemen olduğu kışla disiplinli bir örgüt modeline aracılık eder. Egemen burjuvazi ile emekçi yığınlar arasında bu ilişkileri sürdürerek bürokrasiyi üretir. Daima küçük bir azınlık büyük bir çoğunluğa egemen olur. Burjuva toplumunda merkezileşme temel yasadır. Devlet mesleği yöneticilik olan bürokrasi kadrosu tarafından burjuvazinin çıkarları adına yönetilir.

Aybar, ideolojilerin bir süre sonra kendi özüne yabancılaşarak bir çeşit fetiş karakter halini aldığını öne sürerken bilimde son 100 – 150 yıl içindeki baş döndürücü gelişmelere karşın Marksizmin bilim olarak Marx’ın bıraktığı yerde durduğunu öne sürer. Bunun nedeni Marksizmin politikacıların elinde militanları yüreklendirmek, imanlarını tazelemek için bir çeşit din haline getirilmesidir. Sovyetlerde devleti ele geçirenler Marksizme kendi damgalarını vurup, kendi tekellerine geçirmişlerdir. Böylece Marksizm özgür bilimsel araştırma ve irdelemelerin konusu olmaktan çıkıp, politik bir doktrin haline gelir.

Sosyalist devletlerde polisin etkinliğinin giderek azalması beklenirken bürokratik yozlaşmanın giderek kuşku üzerine kurulu polis egemenliğinde bir mekanizmaya dönüşmesi ve yıllarca sosyalizm için mücadele etmiş insanların “emperyalizm ajanı, faşizm işbirlikçisi” suikast, sabotaj tertipçisi gibi düzmece davalarla idamı vicdanın ve aklın kabul edebileceği şeyler değildir. Stalin 1928’de ilk düzmece davaları başlattığı günlerde bunları haklı gösterecek bir teori ortaya atmıştır. "Biz ileri gittikçe kapitalist elemanların direnişi artacak, sınıf savaşı gittikçe acımasız olacaktır. Bu sözler “sosyalizm kuruldukça sınıf mücadelesi şiddetlenir" biçiminde tekrarlanmıştır. Yabancıların buyruğunda çalışan sabotajcı teknisyenlerin ihanetleri bir bir gözler önüne serilip “dahi şef”in uyanıklığı kanıtlandıktan sonra halk düşmanları parti içinde aranmaya başlanmıştır. Birçok ünlü devrimci lider birdenbire toplu halde emperyalizmin hizmetine girip hain olmuştur. Oysa bu Marksizmi yorumlama yetkisini ele almış, milyonlarca insanın çalışma koşullarına, emekçilerin yarattığı ürünlerin tasarrufuna, nasıl düşünülmesi gerektiğine karar veren öncüler, polisi kuşku – korku mekanizmasının koltuk değneği yapmışlardır. Buyuranlar polis örgütüne dayanmak zorunda kalmışlardır. Kalımlı yöneticilerin artık devrimci bir işçi sınıfına değil, itaatli bir emek gücü yığınına gereksinmeleri vardır.

Bu sömürü ve baskı rejimi sadece Sovyetler’in sınırları içinde değil dışında da devam eder. "Ben uydu olmayacağım, sosyalizmi bağımsız bir ülke olarak kuracağım" dediğinizde ülkeniz işgal edilir, edilemiyorsa sosyalist topluluktan çıkarılıp hain ilan edilirsiniz.

Sosyalist etiketli ülkeler toplumu bilimsel sosyalizm doğrultusunda yönetiyoruz derken yurttaşlardan bilim adına tam bir güven ve itaat beklemektedirler. Böylece buyruklarına karşı çıkanlar, bilimin buyruklarına da karşı çıkmış olurlar. Bu dine dayalı toplumlarda kutsal kitaplardaki Tanrı buyruklarına karşı çıkmakla eşdeğer bir davranıştır. Sosyalist etiketli ülkelerde bilimsel sosyalizm normatif daha doğrusu kutsal bir kavrammış gibi kullanılmaktadır. Ne yazık ki Marx'ın öğretisi politikacıların eline düştükten sonra bir din haline gelmiştir. Bu bilimsel dinin papazları olan profesyonel devrimciler işçi sınıfının öncüleri olarak devrimi tekellerine, işçi sınıfını da vesayetlerine almışlardır. Partinin başı aynı zamanda bilimsel kehanetlerin başpapazıdır. “BİLİMLER BİLİMİ” diye anılan bir felsefe sistemi oluşturulmuştur. Stalin’in istediği bilim etiketi altında her soruna çözüm getiren maymuncuk bir teoridir.

Bu ve benzeri birçok olumsuz gelişme bir kanlı despot ve etrafında geleceğe korku ve kuşku ile bakan bu yüzden de despotun her buyruğunu harfi harfine yerine getiren bir alay yönetici yaratmıştır. Buna sosyalizm demeye kimin aklı ve gönlü razı olur? Yöneten – yönetilen ayrımının ortadan kalkmadığı bu ayrımın görülmemiş boyutlarda kötü sonuçlar doğuracağı bir toplumda sömürünün son bulduğu nasıl ileri sürülebilir ? Yöneten-yönetilen ayrımı sömürünün yarattığı bir işbölümüdür. Bu sömürü de tarihin en kanlı yönetimlerinden birine yol açar. Bu sorumluluk sadece Stalin ve onun izinde olanlara ait değildir. Merkezci, dikeyine hiyerarşili, asker disiplinli Leninist parti modeli ve “öncülerin” bilime dayalı yönetimi ilkesi tek kişinin totaliter iktidarına gebedir.
Engels; "Bizim tarih görüşümüz irdeleme için bir yönerge, bir direktiftir sadece, Hegel'in kuramına benzer biçimde yapılar kurmaya yarayan bir levye değildir"derken Stalin Marksizmi Hegel’inki gibi tamamlanmış bir metafizik sisteme noktalanmış ve tüm soruları yanıtlayan hazır bir reçeteye dönüştürmüştür. Marksizm böylece bir çeşit varlıkbilim haline getirilmiştir. Yani bir takım genel tanımlardan mantıksal sonuç çıkarma sanatı.

Her şeyi eleştiren, eleştirinin devinimin gereği olduğuna inanan devrimci bir teorinin kendisini eleştirinin dışında tutması elbet olanaksızdır. Oysa iktidarların resmi doktrini olan diyalektiğin sosyalist ülkelerde eleştirilmesi engellenmiştir. Yöneticiler bu konuda da tekel olmaktadır. Eleştirel bir aklın olduğu yerde “halkların babası, dahi önder” diye tanıtılan bir buyuranın olmaması gereklidir. Bilimde yanılmaz doktrin yoktur. Marksizm – Leninizm'e bu sıfatın yakıştırılması, Stalinizm'in bilimle ilişkili olmadığını gösterir.

Aybar'a göre sömürüyü, baskıyı ortadan kaldıracağız diye yola çıkanlar, kullandıkları yöntemlerin tutsağı haline gelirler ve bir kardeşlik düzeni yerine acımasız bir polis rejimi kurarlar. Çünkü aracılar, yöntemler belli bir amaca hizmet için konulduklarından yansız değildir. Her an yakalanmak ya da asılmak tehlikesi ile karşı karşıya olan bu kimseler hem kendilerine hem çevrelerine yabancılaşırlar. Bir kapalı devre içinde yaşamaları, bu profesyonel devrimcileri gerçeklerden koparır ve devrim için vazgeçilmez kişiler olduklarına inandırır. Dolayısıyla kafalarındaki sosyalizm de toplumla yabancılaşır. Amacını kendinde bulan soyut bir kavram haline gelir. Böylece sosyalizme hizmet için yola çıkanlar gerçekte kendi iktidarları için dövüşen, acımasız kişiler haline gelirler. Arkadaşları ile bile ilişkileri çoğu kez düşmanca bir hal alır. Görüş ayrılığı ve eleştiriye tahammülsüzdürler. Soyut davaları için birbirlerini ihanetle suçlayarak öldürürler. Sonuç olarak merkezci ve katı disiplinli bir iktidarla sosyalizme geçilemez. Çünkü sosyalizmin bir amacı da bu merkezci, disiplinli, tepeden inmeci yönetim biçimine son vermektir.

e.AYBAR'IN HAKLILIĞI

Aybar "Marksizmin aşılmaz olduğunu ileri süren Ortodoks Marksistler ile Marksizmin artık müzeye kaldırılması gerektiğini öne sürenler bir yerde istemeyerek de olsa kesişiyorlar" derken otuz yıl sonrasının gerçeğini saptamaktadır. Geçmişte en müfrit, şematik solcular bugün trajik biçimde Marksizm'in müzelik olduğunu iddia eden sermaye kalemlerine dönüşmüşlerdir.

Aybar, insanın yabancılaşmasının aşılmasının biricik yolunun sosyalizm olduğunu Marx’tan alıntı yaparak büyük bir yalınlıkla ortaya koyar. Yabancılaşma insanı yoksullaştıran, insanlığından eden bir unsurdur. Giderek insanlığı yok eden güçler insana egemen olur. Ancak bu güçleri yaratan tarih bunların ortadan kaldırılmasına olanak veren koşulları da yaratmaktadır. Yabancılaşmayı koşullar getirirken, yabancılaşmayı yok edecek ortamı da yine koşullar hazırlar. Yabancılaşmaların yarattığı güç işçi sınıfıdır. Özel mülkiyet ve işbölümü insanı insana yabancılaştırmaktadır. Marx “Emekçilerin kurtuluşu doğrudan emekçilerin yapıtı olacaktır” derken bu gerçeği vurgular. Engels proletarya diktatörlüğüne örnek olarak Paris komününü gösterirken bu gerçeği vurgular.

Aybar, "Pratikten soyutlanmış düşünün gerçeği ya da gerçek olmayışı üzerindeki tartışmalar sadece, skolastiktir" der ve ona göre yaşamın amacı "Düşünün, düşüncenin fildişi kulesinden kurtarıp pratik gerçekler dünyasına maletmektir"

Temel sorunu bağımsızlık olarak koyan Aybar, sosyalizmi kimsenin dümen suyuna girmeden kendi gücümüzle kurmamız gerektiğini vurgular. Proletarya enternasyonalizmi Sovyetler'in veya Çin'in buyruğuna girmek anlamına geldiği için iki yolu da reddetmek gerektiğini söyler. Ekim devrimini izleyen gelişmeler, sosyalizm uygulayan ülkelerde üretim araçlarının kamulaştırılmasının yabancılaşmanın sona ermesi ve sömürünün ortadan kalkması için yeterli olmadığını göstermiştir. Emekçiler, devletin yönetimini doğrudan ellerine almadıkça ne sömürü kalkar, ne de baskı. Yani sosyalizme geçilemez. Nitekim de geçilememiştir. Yaşamın akışını şemalara uydurma sevdasından ne kadar çabuk kurtulunursa sosyalizme giden yol o kadar kısalır. Sosyalizm bir sivil toplum işidir. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin kardeşçe yaşanılan adaletli bir düzenin kurulacağına inanmaları gerekir ve bunu kuracak kişilerin kendileri olduğunu anlamalarını sağlayacak toplumsal bilinç şarttır.

“İçerdenlik” sosyalizmin temel öğesidir. Sınıflar arası savaşım öncelikle bir iç olgudur. Her toplumda işçi sınıfının iç sorunudur. Her toplum kendi tarihinin iç çelişkisinin ürünüdür. Emekçi yığınlar içinden doğmamış öncü parti sosyalizme ters düşen yapay bir organizmadır. İthal maddesi bir sosyalizm değil, tepeden tırnağa bütün unsurlarıyla bize ait değerlerden oluşan bir sosyalizm. Bağımsız Türkiye sosyalizmi mücadelesinde geçen bir yaşamın özeti gibi...


Kaynakça

1. Aybar, Mehmet Ali, Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm (Seçmeler: 1945-1967), Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1968.

2. Aybar, Mehmet Ali, 12 Mart'tan Sonra Meclis Konuşmaları, Sinan Yayınları, İstanbul, 1973.

3. Aybar, Mehmet Ali, Marksizmde Örgüt Sorunu; Leninist Parti Burjuva Modelinde Bir Örgüttür, İstanbul, 1979.

4. Aybar, Mehmet Ali, Türkiye İşçi Partisi Tarihi, 1.cilt, BDS Yayınları, İstanbul, 1988.

5. Aybar, Mehmet Ali, Türkiye İşçi Partisi Tarihi, 2.cilt, BDS Yayınları, İstanbul, 1988.

6. Aybar, Mehmet Ali, Türkiye İşçi Partisi Tarihi, 3.cilt, BDS Yayınları, İstanbul, 1988.

7. Aybar, Mehmet Ali, Neden Sosyalizm ?, BDS Yayınları, İstanbul, 1995.

8. Mumcu, Uğur, Aybar İle Söyleşi; Sosyalizm ve Bağımsızlık, Tekin Yayınları, İstanbul, 1986.

9. Aybar, Mehmet Ali, Marksizm ve Sosyalizm Üzerine Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.

10. Ünlü, Barış, Bir Siyasal Düşünür Olarak Mehmet Ali Aybar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 25432

ulkucudunya@ulkucudunya.com