DİN
Nevzat KÖSOĞLU 13 Aralık 2006
İnançlar ve bunlara dayalı ahlâk ilke ve değerleri, toplumsal yapıların iskeletini oluşturur. Hayatın maddesi karşısında toplumlar, bu iman ve ahlâk yapısına sadakatteki dirençlerine göre yaşma biçimlerini şekillendirirler. Yaşamak, üretmek zorunda olan insan, yaşadığı hayat şartlarını, iman ve ahlâkının ölçüleri ile biçimlendirir; yahut, bu ölçülerden belli nispetlerde sapar. Toplumun iskeletini oluşturan bu inançların da esasını dinî inançlar teşkil ederler. Yani, bütün toplumların şekillenmesinde, kültürel kimliklerinin kazanılmasında din temel faktörlerden biridir.
Türk milletinin de, tarihî gelişme süreci içinde, kültürel yapısını/kimliğini kazanmasında dinin yeri çok yüksek olmuştur.
İslâmiyet’in Türk toplulukları içinde yayılmaya başlaması ile, Türkler, bu dinin ilke ve değerleri ile zenginleşen bir kültürel kimlik oluşturmaya başlar. Bütün Türk topluluklarınca ayni derinlikte kavranılmamış olsa da, aynı heyecanla sahip çıkılan İslâmiyet, giderek Türk kültürünün/kimliğinin ana sütunu olmuştur. Öyle ki,İslâmiyet kültürümüze rengini, üslubunu vermekle kalmamış, Türk kimliğinin koruyucusu rolünü de oynamıştır. Tarihten biliyoruz ki, Müslümanlığa girmemiş olan Türk topluluklarının hemen hepsi, başka toplumlar içinde kaybolup gitmişlerdir. Özellikle, altıncı yüz yıldan itibaren Avrupa ve Balkanlara gelen kalabalık Türk topluluklarından, ancak Anadolu’ya girip, daha sonra Müslümanlaşanlar Türk kalabilmişlerdir. Avrupa ve Balkanlarda, coğrafya adlarını bırakarak (Hugarya, Kumanova gibi) kaybolmuşlardır. Gagavuzlar hariç –onların özel olarak değerlendirilmesi gerekir- Hıristiyanlık yahut başka büyük dinler, Türk boylarının asimile olmalarının aracı olmuştur; dillerini de, şuurlarını ve her tür kimlik özelliklerini de kaybetmişlerdir.
İslâmiyet Türklerin dini olup, Türk kimliğinin temel biçimlendiricisi olurken, yaşama tarzı olarak tabii bir şekilde diğer Müslüman topluluklarından farklılaşıyordu. Yani, İslâmiyet, Kur’ân ve Sünnet’in belirlediği ilkeler ve ölçüler manzumesi olarak nasıl tek ve belirli ise, toplumların İslâm yaşama biçimleri demek olan Müslümanlık da, Müslüman toplumlar sayısınca çoktur. Toplumların, İslâm ilkelerini algılama biçim ve derinliklerinden her türlü yaşama şartlarından, coğrafyalarına kadar farklı olması sebebiyle, İslâm’ı yaşama biçimleri de, yani Müslümanlıkları da farklı olmaktadır. Her toplumun gerçekleştirdiği bu hayat tarzı, o toplumun millî kültürü ve kimliğini oluşturur. Türk Müslümanlığı olarak ifade edilen husus budur.
Uzaktan beliren bir yerleşim merkezinde, eğer kubbesi ve minaresi ile bir cami görülürse, buranın Müslüman bir köy ya da kasaba olduğunu biliriz. Biraz daha yaklaşıp caminin minaresine dikkat edildiğinde, buranın Müslüman Türk kasabası olduğu bilinir. Çünkü, bütün Müslüman topluluklar minareli cami yaparlar; fakat, Türklerin minareleri farklıdır, Araplarınki yahut Endonezyalılarınki farklıdır. O toplumun dinî hayatına biraz daha yakından baktığınızda, dinî ilke ve inançlar çevresinde oluşan bir çok gelenek görürsünüz ki, bunlar dinî hayat içinde olmakla birlikte, her Müslüman ülkede farklıdır yahut hiç yoktur. Söz gelişi, bir Anadolu şehrinde geçireceğiniz Ramazan ayını, teravih namazlarını, dua ve zikirleri bir başka ülkede yaşayamazsınız. Bunlar, Türk Müslümanlığının tezahürü olan bir dinî hayatın icaplarıdır. Başka ülkelerde de oruç tutulur, ama Ramazan ayı başka biçimlerde yaşanır.
İşte bu farklılıklar, Müslüman kimliğimiz içinde bizim Türklüğümüzü açıklayan millî kimlik olgularımızdır.
Şüphesiz ki Müslüman olmak, o dinini ilkelerine göre yaşamayı gerektirir; gerçekten inanmış olmak, içgüdüler yahut dürtüler yanında insan eylemlerini motive eden temel kaynaktır. Allah’a karşı borcumuz olan ibadetlerimizin daha kişisel sorumluluklar olduğunu düşünürsek, dinî davranışlar konusunda, Hz. Peygamber’in, “Din güzel ahlâktır” buyruğunu vurgulamamız gerekir. Ahlâk ferdî olgunluk yahut düşkünlüğün toplumsal açılışlarıyla ortaya çıkar ve imana dayanır. Bu yüzden kişisel ahlâk, ayni zamanda bütün toplumu ilgilendirir. Bu noktada milliyetçilik, İslâm ahlâkını insanın kendi nefsine hâkim kılmasını ve başkalarına da, “İyiliği emredip, kötülüğü yasaklar”ken, bu alanda, bu ölçülerle kalmayı gerektirir. Baştan beri söylediklerimiz de hatırlanırsa, başkalarına talkın verip, kendileri salkım yutmaya çalışanlar, esasen etkili olamazlar ve milliyetçi de olamazlar.
Millî hayatımızda, İslâmî kaynakları yeniden ve doğrudan algılama yahut genel bir yenilenme gayretlerinin görüldüğü bu dönemlerde, dinî hayatın millî üslubuna dikkat etmek zorundayız. Dinî hayatımız içinde, İslâm’ın rükünleri ile hiç de ilgisi olmayarak ama, onları destekleyici nitelikteki gelenekleri ve bunların hayatımıza kazandırdığı üslubu, dinin esasında yoktur diye karalamaya kalkışmak yanlış ve yaralayıcıdır. Evet, Kur’ân türbelerde, mezarlarda okunmak için inmemiştir; ama biz, bin yıldır O’nu ayni zamanda türbelerimizde ve mezar başlarında ölülerimizin ruhları için okuruz. Cemiyetimizin dinî hayat bakımından yaşadığı sıkıntıları, bu tür kurumlara saldırarak gideriyor görünmek, tahrip edici bir kolaycılıktır. Kitap’ta ve Hadis’te “Kutsal emanetler” diye bir şey yoktur; ama, biz “Kutsal emanetleri” Hırka-i Saadet Dairesi’nde saklar ve beş yüz yıldır, orada kesintisiz Kur’ân okuturuz. Bu, bizim Müslüman Türk hayatımızın bir parçasıdır, üslubundandır; halkımıza doğru yolu göstermekle yükümlü olanlara da, görevlerinde engel değildir. Yol gösterenler de dahil, herkes imanının ışığında zihnini yenilemeyi başarırsa, bu tür sapmalardan da kurtulma imkânı olur.
Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı, sh: 72-75