PKK, şimdi ne istiyor?
Mümtaz’er Türköne 01 Ocak 1970
Marka değeriniz, o kadar bilinmesine ve tanınmasına rağmen piyasanın talepleri ile uyuşmuyorsa? Madem bütün üretim girdileri elinizin altında, yeni bir marka ile toplumun ihtiyaçlarına cevap verirsiniz.
Bugünlerde PKK’nın dileği, mümkün olduğu kadar hızlı biçimde kendisini unutturmak olmalı. Nitekim 1999’da Öcalan yakalandıktan sonra bir deneme yapıldı; KADEK, PKK’nın yerine geçti ama tutmadı. Bugün merkezde HDP var; marka değişimi bu sefer legal alanda. Türkiye’nin % 90’ına hitap etmeyi hedefleyen Halkların Demokratik Partisi, seperatist Kürt partisi imajını aşamayan BDP’nin yerine geçiyor. Mustafa Karasu’nun “ulus-devlet hedefinden vazgeçtik” açıklaması, HDP etrafındaki tahkimatla Cemil Bayık, Duran Kalkan gibi Politbüro şefleri tarafından destekleniyor. Sadece PKK değil, Kürt siyaseti köklü bir arayış içinde görünüyor.
PKK, bir Soğuk Savaş dönemi örgütü olarak yapılandı. 1920’de Komintern’in Doğu Halkları Kongresi’nde benimsenen “ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı, Lenin’in “Sovyet modeli” birleştirince, PKK’nın anatomisini çözebilirsiniz. Ancak bugün Duran Kalkan, geçmişte “ideolojik mücadele”nin baskın olduğunu, bugün ise “politik mücadele”nin öne geçtiğini; “silahlı direniş”in yerini, “radikal demokratik mücadele”nin aldığını söylüyor. “Radikal demokrasi” grup hakları ve dinamikleri üzerinden işleyen liberal-parlamenter demokrasilere özgü bir teori. Çok önemli bir ayrıntı: Bu teorinin içinde silahlı şiddet yok.
Cemil Bayık, Kürt sorununa kafa yoranların ortak anlayışını yansıtan “Kürt sorunu-demokrasi” paradoksunu tekrarlıyor: “Kürt sorunu çözülmeden demokrasi gelişmez, demokrasi gelişmeden Kürt sorunu çözülmez.” Halkların Demokrasi Partisi, bu paradoksun çözümü için geliştirilmiş bir formül olarak karşımıza çıkıyor. Hem demokrasi ekseninde Türkiye’nin geneli ile ortak paydalar oluşturmak, ortak sorunlara çözüm aramak; hem de Kürt sorununu bu ortak paydalara eklemek. Kısaca PKK’yı aşan, Kürt siyasetinin bir Türkiye partisi oluşturma iddiası ile karşı karşıyayız. Bu iddia doğrudan Kürt siyasetinden gelen bir entegrasyon teşebbüsü, bir ortaklık önerisi olabilir mi?
PKK’dan bir Türkiye partisi çıkartma projesini, çoğu kimse şüpheyle karşılayacaktır. Şüpheleri gidermek için PKK şeflerinin beyanlarını yeterli görmeyenler, “objektif şartlara” ve bilhassa geçen yılın Nevruz’undan bu yana Kürt siyasetinde ve Türkiye’de değişen dengelere bakmalı.
PKK, devlet ile pazarlık yaparak “hak” almayı ve legalize olmayı amaçlamıştı. Kapılar açıldı, müzakereler başladı ve tecrübe edilenler istenenlerin pazarlıkla değil, toplumun ikna edilmesi ile gerçekleşeceğini gösterdi. Öcalan’ın ve dağdaki PKK şeflerinin normal bir hayata geçmesinin ön şartı, toplumun rıza göstermesi. Ortam yumuşadıkça, çözüm için ortak paydalar geliştikçe her şey mümkün. Barış süreci, bu yumuşamanın ve ortak paydaların ne kadar hızlı oluştuğunu kanıtladı. PKK’ya güvenmeyenler, hiç olmazsa geldiğimiz noktada şunu fark etmeli: PKK şiddeti, her şeyden önce PKK aleyhine işliyor. Silahı ve şiddeti hatırlatan her şey, PKK’nın taktik ve stratejik hedefleri ile çelişiyor. Bu yüzden Barış Süreci’nin başında gündeme yerleşen “Ne kadar silahlı birlik ülkeyi terk etti?” sorusu, devletten çok PKK’nın başını ağrıtıyor olmalı. Silah geçmişte bir şeyleri kanıtlamanın aracı olarak görüldü, şimdi taşıyanın elinde çok ağır bir yüke dönüştü. Türkiye partisi olabilmenin ön şartı, şiddet ihtimalinin bütünüyle ortadan kalkması.
Meselenin bir de diğer tarafı var. AK Parti Hükümeti, o tarihte on yılı aşan, rakipsiz iktidarının gücü ile soruna eğilmek ve çözmek zorundaydı. O gün girdiği müzakereler büyük risk taşıyordu; bugün otoriterleşme eğilimleri yüzünden kaybettiği meşruiyetini, üzerine aldığı bu riskle telafi ediyor. Erdoğan’ın arkasındaki halk desteği ekonomik istikrara ve Kürt sorununu çözme iradesine dayanıyor. Ancak paradoks büyüyor. Çözüm için daha fazla hukuka ve özgürlüğe ihtiyacımız varken, otoriterleşen bir iktidarla nereye varabiliriz?
PKK’nın istedikleri de yaptıkları da ortada. Peki biz ne istiyoruz?