Endülüs'e Doğru
Safvet SENİH 01 Ocak 1970
VII. asırda, yeni bir inanç, yeni bir anlayış hâkimiyet kurmuş, yeni bir dünyanın müjde ve mesajları inananları yerinde duramaz hale getirmiştir.İçlerinde duydukları aşkı ve şevki bir meşale ışığının rehberliği kabul edenler, her tarafı aydınlatma niyeti ile mütemadiyen dünyanın sağına soluna koşup durmuşlar. Ruhlarında hissettikleri hazzı herkese duyurabilmek için karşılarına denizin çıkışına aldırış etmemişler. Temiz ve duru inançlarını bir uçtan öbür uca, dünyaya yayma yarışma katılmışlar. Bütün bir asır, boydan boya, bu esrarengiz kuvvetin tesiriyle coşup, çağlayanların destanları ile dolup taşmış.
Köklü ve derin bir uyanış, bir kaç asır içinde bir oldubittiye gelebilir mi?
VIII.asırda, aynı davanın sevdalıları ile, aynı ahenkle akışına devam etmiş. Asırlarca bir devlet kuramamış, başkalarının müstemleke veya himayesinde yaşamak bir huy haline gelmiş olan bâdiyede dağınık hayat süren çöl çocukları, o müthiş enerjinin heyecanı ile azlık ve imkansızlıklarına bakmadan inançlarının beslediği zengin ve rengin ruh dünyalarını başkalarına da açabilmek, insanlığı hep bahar havası olan kendi iklim ve mevsimlerine çekilmek için kendi beldelerini, benlikleri gibi aşmış ve yeni dünyaların içine karışmışlar yeni nar-ı beyzaların yetişmesine vesile olmuşlar. Başka ırktan yeni nesillerin ellerine hizmet sancağını tutuşturmuşlardır.
Bunlardan sadece birisini, bir dağa adını veren ve bin seneyi aşkın bir zaman sonra Abdülhak Hâmid’e şiir ve nesir dünyasında ilham kaynağı olan Tank Bin Ziyad’ı ele alalım. Berberi asıllı.. Berberileri bu ırktan sayanlar, onun Türk olduğunu da söylüyorlar. Kölelikten azad edilmiş.. İyi ata biner, çok iyi kılıç, silah kullanır.
710 yılında 500 kişi ile mavnalara binerek Cebel-i Tarık sahiline çıktı ve güney sahillerini keşfe koyuldu. Bir iki kişiyi esir alıp Mağrib’e geri döndü.
Fethe değer bir ülke olduğu anlaşılınca Halifeden fetih için izin aldı.
Bunun üzerine Tarık Bin Ziyad 7000 kişilik bir ordu ile İspanya kıyılarına gitti. Mayıs (711) tarihinde Ceziret’ül-Hadra’nın Cebel-i Tank denilen kısmına ayak bastı. Müfrezelerini parça parça bu dağa yığdı. Geçiş tamamlandıktan sonra bütün gemileri yaktırarak askerlerinin dönüş ümitlerini ortadan kaldırdı. Bu kararlı ve cesur tutumu ile ordusunu büyük mücadeleye hazırladı. İlk şehir olarak deniz kıyısındaki Ceziret’ül-Hadra şehrini zabtetti.
Tarık ilk defa (710) da İspanya sahillerine geçince Endülüs valisi Theodemir, durumu İspanya kralı Rodrik’e bildirerek, Arabların niyetlerinin iyi olmadığını haber vermişti. Kral Rodrik de o zaman gerekli hazırlıklara başlamıştı. Tarık bunun farkına varınca Musa Bin Nusayr’dan yardım istedi. Beş bin kişilik bir yardım kuvveti imdadına yetişti.
Önce 7000 kişilik ordusu ile Seduniye şehrine doğru yürüdü ve zaferi elde etti. 5000 kişilik imdat kuvvetiyle Guadalate veya Late ırmağı kenarında bulunan Seviş mevkiine doğru ilerledi. Burada aniden kral Rodrik’in 100.000 kişilik ordusunun haberini aldı. Bunun üzerine çok yönlü meşhur hitabesiyle askerlerini cihada davet etti.
“Firara mecal yok! Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman. Ölmemeniz ve yaşamanız için ileri gitmekten başka çare yok. Biliniz ki, bu yarımadada kötülerin sofrasına oturan yetim çocuklardan daha zor ve sıkıntılı şartlar içinde bulunuyorsunuz. Düşman sizi ordunuzu, silahlar ve bol yiyecekleri ile karşıladı. Siz kılıçlarınızdan başka sığınağa sahip değilsiniz. Düşmanın elinden kurtaracağınız azıktan başka hiç bir şeyiniz de yok. Eğer bir an önce düşmanın işini bitirmezseniz günler uzar gider de hız ve aksiyonunuzu kaybedersiniz. Sizden korkan kalbler artık cüret kazanmaya başlar. Bu feci akıbete düşmekten kendinizi koruyunuz.
Biliniz ki, sizleri davet ettiğim şeye ilk defa kendim icabet ediyorum.”
Sonra Got kralı Rodriki, Bekka vadisinde karşıladı. Ordusundan kat kat fazla olan bu zırhlı orduya karşı göğüs göğüse savaşa karar verdi. Bizzat kendisi harbin dördüncü günü, fildişinden yapılan müzeyyen bir araba içindeki Rodrike hücum ederek onu öldürdü. Kralın ölümüyle moralleri bozulan Vizigotlar, Tarık’ın hergün artan hücumları karşısında büsbütün bozguna uğradılar. Harbin 8. gününde kaçmaya başladılar.
711 senesinin ramazan ayının 24. gününde kazanılan meydan muharebesinin müjdesini Tarık, kralın kesik başı ve ganimetlerle beraber Musa Bin Nusayra gönderdi.
Düşman askerinin yeniden toplanarak büyük bir ordu ile karşı koyarak intikam almaya kalkacağını hesaba katarak, Musa Bin Nusayr’ın yerinde durup beklemesine dair emri dinlemeyerek Kurtuba şehri yakınında bulunan İstece kasabasına doğru yürüdü. Burada toplanmaya çalışan düşman ordusunun artıkları üzerine şiddetli bir hücumda bulundu. Onları iyice bozup dağıttı. Bu iki zaferin İspanya’da duyulması, Vizigotların maneviyatını bozdu,cesaretlerini tamamen kırdı. Köy ve kasabalardaki ahâli, büyük bir korkuya kapılarak şehirlere doğru iltica etmeye başladılar. Bu durumda Tarık, ordusunu dört eşit parçaya bölerek, bir kısmını Kurtuba, bir kısmını Malaga, bir kısmını da Gırnata ve Elviraye şehirleri üzerine gönderdi. Kendisi de geri kalan kuvvetlerle Vizigotların merkezi olan Tuleytula şehri üzerine yürüdü. Bu şehir gayet sağlam surlara sahip olmasına rağmen teslim olmak mecburiyetinde kaldı.
Bu şehirde pek çok ganimetler elde etti. Bunlar arasında Tuleytula şehrinin sarayında bulunan Maide-i Süleyman adı ile anılan meşhur tabelâ da bulunuyordu. Ganimetleri Musa Bin Nusayr’a gönderdi. Onun bunlarda gözü yoktu. Çünkü zülcenaheyn idi. Yani dışın fâtihi olduğu gibi alabildiğine derinlere inmiş, iç âleminin de fatihi olmuş gerçek bir kahramandı. Hatta kralın sarayına girdiğinde hazinelerinin üzerine ayağını koymuş ve kendi kendine muhasebesini şöyle yapmıştı: — “Tarık, sen dün tasmalı bir köleydin. Bugün muzaffer bir kumandansın ama dikkat et yarın toprağın altına göçecek ve hesap vereceksin. “
Endülüs adı ile anılan bölge, İspanya’nın ancak 1/5 veya 1/4 inden ibaret olduğu halde, gerek burada ve gerekse ülkenin diğer yerlerinde oturan ahali, İslâm ordusunun ilerleyişinden korkarak Fransa’nın içlerine doğru hicret etti.
Tarık, fethettiği yerlerdeki halkı dinlerinde serbest bırakıp mal ve can emniyetini sağladı. Hristiyanlara karşı gösterdiği bu güzel muamele, hemen tesirini göstererek, kısa zamandan sonra hristiyan muhacirlerden başka Avrupa’nın bilhassa Fransa’nın muhtelif yerlerinde oturan ve yaşayışlarından memnun olmayan bir hayli ahalinin sevine sevine Endülüse gelmesine sebeb oldu.
Artık İspanya yeni bir doğuşa nüve teşkil edecekti. Edebiyat, sanat, ilim ve teknikte rönesansın başlangıç noktasını burada aramak icap eder. Alman yazar S. Hunkenin “Avrupa’dan Doğan İslâm Güneşi” isimli eserini mütalaa eden herkes bu gerçeğin itirafını bütün boyutları ile görecektir.
İşte bir çağın fâtihi unvanına lâyık bu büyük kumandan, her büyük gibi hizmetinin mükafatını dünyada görmeden, bu fâni âlemi terk etmiştir. Çünkü bu zaferlerden sonraki hayatı Suriyede menkûbiyet içinde yani dert ve meşakatler altında ve sade bir şekilde geçmiştir.