Nurullah Ataç ( 21.08.1898)- (17.05.1957)
01 Ocak 1970
Yazar, eleştirmen
21 Ağustos 1898 tarihinde İstanbul Beylerbeyi’nde doğdu. İlkokuldan sonra dört yıl kadar Galatasaray Sultanisi’ne gitti. Edebiyat Fakültesi’nde (1922) okudu. Fransızca'yı kendi kendine öğrenmiştir. 1921 yılında Nişantaşı Lisesi’nde Fransızca öğretmenliğine başladı. 1925-1926 arası Ticaret Vekaleti’nde çalıştı. Bu görevi bir yana bırakılırsa hep Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak İstanbul, Adana ve Ankara’da çalıştı. Bu görevleri 31 Mayıs 1945 tarihine kadar sürdü. Sonra Cunhurbaşkanlığı Mütercimliği’ne geçerek emekliye ayrılıncaya kadar (7 Şubat 1951) bu görevde çalıştı. 17 Mayıs 1957 tarihinde öldü.
Edebiyat Çalışmaları
Edebiyat dünyasında ilkin Dergah dergisinde yayımladığı şiirleri (1921-22, 6 şiir), makale ve tiyatro eleştirileriyle görünen Ataç, Cumhuriyet devrinde, yalnız deneme, eleştiri yazdı ve çeviriler yaptı. Yeni Şiir’in, başta Cumhuriyet devri şairleri, genç sanatçıların tanınmasında öncülük etti. Türkçe’ nin özleşmesi, arınması için yılmadan savaştı, bu uğurda yazdığı yazılarda hiçbir yabancı söz kullanmadığı oldu, kendine özgü, devrik cümleleri çoğunlukta; yeni bir dil ve anlatım biçimi yarattı, genç yazarların çoğu onun etkisinde kaldılar. Kabul edilmiş değerleri yeniden ele alarak tartışmalara yol açması onun arayıcı olumlu yönlerinden biri oldu.
ESERLERİ:
Yunan, Latin, Fransız, Rus klasik ve çağdaş yazarlarından elliye yakın çevirisi çıkmış olan Ataç’ ın deneme ve eleştirileri (ancak 1940’ dan sonra yazdıklarının bir kısmı) şu kitaplarda toplandı: Günlerin Getirdiği (1946), Karalama Defteri (1952), Sözden Söze (1952), Ararken (1954), Diyelim (1954), Söz Arasında (1957), Okuruma Mektuplar (1958), Günce (1960), Prospero ile Caliban (1961).Ataç’ın bütün eserleri, Varlık Yayınları arasında topluca yayımlandı, bu dizide yedi kitabını derleyen beş cilt çıktı (1967-1971). Türk Dil Kurumu da 1972’ de Günce’lerinin iki cildini yayımladı: İlk ciltte 1953-55, ikinci ciltte 1956-57 yıllarında yazdığı günceler derlendi. Bütün eserleri yeniden Yapı Kredi Yayınları’ nda basılıyor.
HAKKINDA YAZILANLAR
Yazarı çeşitli yönlerden inceleyen, dil üzerine söyleşilerini derleyen, ayrıca Nurullah Ataç bibliyografyası veren bir monograf, Ataç (1962), TDK tarafından yayımlandı, gene Türk Dil Kurumu, 1963’ te Ataç’ ın Sözcükleri, 1964’ te yazarın söyleşilerini toplayan Söyleşiler, 1980’ de dergilerde adlarında daha üç kitap çıkardı. Metin And’ ın Ataç Tiyatro’ da (1963) adlı eseri, yazarı tiyatro eleştirmenliği yönünden inceler. Bu konuda diğer iki eser, Asım Bezirci’ nin yazarın eleştiri anlayışını inceleyen, eleştiri üzerine yazılarını derleyen Nurullah Ataç (1968) kitabıyla, Mehmet Salihlioğlu’ nun Ataç’ la Gelen (1968) adlı incelemesidir. Yazarın kızı Meral Tolluoğlu babasıyla ilgili anılarını Babam Nurullah Ataç (1980) adlı kitapta topladı.Nurullah Ataç’ ın ölümünden sonra kızı, babasının yazılarının geliriyle karşılanmak; her yıl Mayıs ayı içinde, bir önceki yılın en iyi eleştiri ve deneme yazılarına verilmek üzere, 500 lira tutarında, bir Ataç Armağanı kurdu (1958). Bu armağan, 1959’ da Mehmet Fuat’a, 1960’ da Sabahattin Eyüboğlu’ na verildi, ondan sonra kaldırıldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Nurullah Ataç’ın maceraları
Beşir Ayvazoğlu
Zaman 2 Ocak 2014
Benim için yılbaşı gecesinin diğer gecelerden hiçbir farkı yok; her zaman ne yapıyorsam onu yaparım, yani çalışırım. Dün gece, Nurullah Ataç’ın Günce’lerine 31 Aralık ve 1 Ocak günlerinde neler yazdığını merak edip baktım; o da benim gibi ne giden yıla ağıt yazmış, ne gelen yıla güzelleme...
Paylaş Tweetle Paylaş Gönder Yazdır A A İsmini geçen haftaki yazımda da bir vesileyle andığım Ataç’ın kitapları birkaç aydır masamda; 1940’ların, 1950’lerin edebiyat ortamı hakkında onu okumadan söz söylemek zordur. Güzel bir haber: Şerife Çağın, bu ilgi çekici adamın şiire dair yazılarını toplayıp kitaplaştırdı. Dergâh Yayınları’nın altı yüz küsur sayfalık büyük boy bir kitap olarak yayımladığı Şiir Daima Şiir, doğrusu lezzetli bir kitap. Şerife Çağın’ın aynı yayınevinde bir de Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Nurullah Ataç adlı kitabı var.
Dünya görüşüne, dil ve kültür anlayışına yüzde yüz karşı olduğum hâlde seviyorum Ataç’ı. Kendini şiire adamışlığı, doğru bildiğini hiç çekinmeden söylemesi, hatır gönül dinlememesi hoşuma gidiyor. Eski şiirimizi iyi bilir, hatta kekemeliğine rağmen çok iyi inşad ederdi. Aslında Türkçesi de harikadır. Tilcikler uydurup “dörüt”lü, “asığ”lı, “koşuk”lu devrik cümeleler kurmaya başlamadan önceki yazılarını ve tercümelerini okuyunuz, bana hak vereceksiniz. Şerife Çağın’ın hazırladığı kitapta, onun iki dönemini bir arada görmek, dilindeki değişmeyi adım adım takip etmek mümkün.
Ataç gibi adamların, onlar gibi düşünmesem de, sanat, edebiyat ve düşünce dünyasına renk, hareket ve heyecan kazandırdıklarına inanırım.
Düşüncelerinin bilinmesinden çekinmediği gibi, tezatlar içinde yaşamaktan da rahatsız değildi Ataç; bir gün evine davet ettiği Asaf Hâlet Çelebi’ye akşama kadar Allah’a inanıp inanmadığını, inanıyorsa niçin inandığını sorarak başının etini yemiş. Çelebi, bunu Mustafa Baydar’a verdiği röportajda anlatır. Ataç, o tarihte yeni çıkan Varan dergisinde kendisini Çelebi’ye karşı savunan genç bir yazarın yazısı hakkında şu notları düşmüştür: “Bay Asaf Hâlet Çelebi bir konuşmasında, benim inançsızlığımı bildirerek beni ‘mutaassıplara jurnal etmek’ istemiş. Boşuna üzmüş kendini Bay Halim Yağcıoğlu. Ben öyle şeylerden korkmam. Ben nelere inanıp nelere inanmadığımı söylerken ‘Bunu kimseler duymasın!’ demiyorum. Düşüncelerimin bilinmesinden şimdiye dek çekinmedim, bundan sonra da çekineceğimi sanmıyorum.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, aziz dostunun tezatlar içinde yaşadığını, yaratılışının büyük fikir saplantılarına ve kuruntulara çok müsait olduğunu söyler ki, doğrudur. Dil konusundaki fikirlerini beğenmediği için bu can dostunu defterden silen Ataç, bir rivayete göre “Kırtipil” lâkabının mucidiydi. Meral Tolluoğlu, babasının son zamanlarda Tanpınar’ın adını bile duymak istemediğini, ondan söz edenlere “Ben Hamdi diye kimseyi tanımıyorum!” dediğini söyler. Aynı şekilde bir zamanlar şiirleri hakkında son derece övücü yazılar yazdığı Yahya Kemal’i de artık sevmiyor, şiirlerini de beğenmiyordu. Meral Tolluoğlu, “Benim kanıma, sezişime göre babam Beyatlı’ya da, Tanpınar’a da yazı dilini eleştirdikleri için darılmıştı.” dedikten sonra şöyle devam ediyor:
“Babam ikisine de hem çok kırgın, hem de dargındı. Bir zamanlar çok sevdiği bu iki insanın ne yüzünü görmek, ne de adını anmak istiyordu. Yanında birisi Tanpınar’dan açacak olsa babam ya duymazlıktan geliyor ya da ‘Hamdi artık Yahya Kemal’in çiş şişesini taşıyormuş’ diye gülüyordu. Bunun ne demek olduğunu bir gün sordum. Meğer Yahya Kemal hastalanmış. İdrar tahlili yapılması gerekiyormuş. İdrar şişesini hastaneye Tanpınar götürmüş. Bunu da kimden duyduysa babam duymuş. İşte bu nedenle ‘Hamdi, Yahya Kemal’in çiş şişesini taşıyormuş’ deyip gülüyormuş.”
Edebî değerlendirmelerinde genellikle büyük isabet kaydeden Behçet Necatigil, Garip akımı, bu akımın mensuplarınca şiirin ayağa düşürülmesi ve Nurulah Ataç’ın rolü hakkında şu hükmü vermiştir: “Orhan Veli ve kuşağı, şiiri gündelik hayatın gürültüsünde ayağa düşürdü. ‘Umurumda mı dünya’ buna örnektir. Banal nüktelerle şiir yazılacağı sanısı uzun bir süre genç şairlerin harcanmasına yol açtı. Bunda suç yüzde seksen Ataç’tadır.”
Ataç’ın o kadar desteklediği Garipçilerle de zamanla arası açılmış, bilmediğimiz bir sebeple çok kızdığı Orhan Veli’yi şairlikten kapı dışarı etmişti. Hikmet İlaydın’ın bir yazısında, “Ankara’da kendisinden duydum,” diyor, “Şaire ‘Şakuli Solucan’ diye ad yakıştırmış. Şeytanca bakışlarla gülüyor, gülüyor, öç almanın keyfini çıkarıyordu.”
Sadece Orhan Veli mi? Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın şiirlerini de beğenmemeye başlayınca araları açılmıştı. Bu iki şair, bir gün yolunu kestikleri Ataç’ı “Sen nasıl bizim şiirlerimizi beğenmediğini söylersin?” diyerek tekmelemişler. Zavallının elindeki helvalar fırlayıp paltosuna yapışmış, şapkası yere düşmüş. Eve gittiğinde pantolonunda Anday’la Rifat’ın tekme izleri hâlâ duruyormuş. Meral Tolluoğlu, buna rağmen babasının bir gün kalkıp Melih Cevdet’in evine gittiğini ve orada da dayak yediğini anlatıyor.
Görüldüğü gibi, bizim ülkemizde kavga eksik olmuyor. Ne edebiyatta, ne siyasette…
Eskiler ne demişler: “Bu da geçer yâhû!”