Rejim değişiyor mu?
HASAN ÜNAL 12 Aralık 2007
SON aylarda rejimin temel unsurları üzerinde özellikle AKP ve AKP’ye destek veren çevreler arasında yürütülen tartışmalar giderek ete kemiğe bürünmeye başladı. Örneğin uzunca bir süredir yargı kurumlarını kontrol altına almayı amaçlayan girişimler sonunda Hakimler ve Savcılar Kanunu’na kadar gitti.
Öte yandan basın ve televiyonların tamamen AKP güdümlü bir çizgiye sokulması yönündeki gayretler de tam gaz. Bunun en son örneği Sabah ve ATV grubunun geçen hafta ortasında Çalık Holding’e satılmasıydı. Bir tek grubun katıldığı ihale sonucunda Türkiye’nin ikinci büyük medya topluluğu Başbakan ve AKP’ye oldukça yakın bir kuruluşa verildi.
Hakimler ve Savcılar Kanunu
BİR yandan yargıyı kuşatma ve ele geçirme girişimleri öte yandanda zaten zapturapt altına alınmış gazete ve televizyonların sahipliğini değiştirmek suretiyle tek sesli bir basın-yayın hayatı oluşturmaya çalışmak rejim tartışmalarını beraberinde getirir. Nitekim öyle de oldu. Çünkü demokrasiler tek sesliliği kaldırmaz. Demokratik rejimlerde yargıya müdahale kabul edilemez.
Örneğin yeni çıkan Hakimler ve Savcılar Kanunu’na halen görevde bulunan hakim ve savcıların oluşturmuş olduğu YARSAV (Yargıçlar ve Savcılar Birliği) başta olmak üzere tanınmış hukukçuların karşı çıkmaları hükümet tarafından hiç dikkate alınmadı. Cumhurbaşkanının yasayı veto edeceğine dair beklentiler hüsrana dönüştü; zira gece yarısı Türkmenistan’dan gelen Gül sahaba karşı 03.00 civarlarında yasayı onaylayarak yürürlüğe koydu.
Toplam 29 hukuk fakültesinin yasayı eleştiren toplu açıklaması tek sesli basın ve televizyon dünyası içerisinde kayboldu gitti. Ama bu iş demokrasi açısından kolay yenilir yutulur olmadığı için yanklıları muhtemelen artarak devam edecektir. Çünkü demokrasiler hukuk devleti olmak durumundadırlar ve yargıya siyasetin yani yürütmenin müdahale ettiği yönetimler demokrasiden uzaklaşıyorlar denektir. Bundan sonra sıranın yüksek yargı organları olacağı açık. O aşamada ya cumhurbaşkanı yetkilerini tek yanlı tercihler şeklinde kullanacak ya da yeni anayasa ile birlikte yargı tamamen siyasetin emrine verilecek.
Medyadaki Vaziyet Daha Tehlikeli
1994 senesinden bu yana basın ve televizyonlarda Türk dış politikası ile ilgili konularda görüş belirten birisi olarak 2003 başından bu yana medyada yaşananların hiç bir önceki dönemle kıyasalanamayacak kadar baskıcı bir hal aldığını belirtmeliyim. Daha önceki yıllarda iktidarda bulunan hükümetlerin dış politikasının eleştirisine dair pek çok konuşmayı yaygın medya unsurlarında yaptığımı hatırlıyorum. Sadece ben değil eleştirel görüşler ifade eden pek çok uzman da ana medya unsurlarında sık sık yer alırdı.
Ancak AKP’nin iktidara gelmesiyle her şey değişti. Önceleri eleştirel görüşleri azaltmakla hükümetin gözüne girmeye çalışan kanallar ve gazeteler giderek eleştiren hiç kimseye yer vermemeye başladılar. Sadece İkinci Cumhuriyetçi, eski marksist, güya İslamcı bir güruh bütün basın ve televizyonları kapladı. Tam bir çok kanallı tek seslilik düzeni başladı ve artarak devam ediyor.
Aslında bütün gazete ve televizyonlar iktidarın emrinde olmasına rağmen Fitne-Fesat Medyasının pıtırak gibi artması ve ATV-Sabah Grubu’nun Başbakana çok yakın bir holdinge satılması medyada ikinci aşamaya geçildiğini gösteriyor olsa gerektir. Artık medya patronlarının tamamen sindirilmesinin bile yeterli olmayacağı ikinci aşama... Bu dönemde bütün gazete ve televizyonların bir şekilde el değiştirmesine tanık olabiliriz.
Medya Milli Güvenlik Sorunu
ÇOK kanallık tek seslilik düzeninde sadece hükümeti değil Amerika’yı ve AB’yi eleştirmek de yasak Güya İslamcı gazetelerde Amerika’yı eleştiren bir kaç yazı yazan herkesin kulağından tutularak sokağa atılması oldukça manidardır. Bir ülkede sadece hükümetin değil Amerika ve AB’nin de eleştirisi yapılamıyorsa, o ülkede medya sadece demokrasi sorunu olmakla kalmaz; aynı zamanda bir milli güvenlik sorunu haline gelmiş demektir.
AB ve Amerika’nın Türkiye’deki medya yapılanmasından dolayı her hangi bir rahatsızlık ifade etmemesi ne tür tehlikelerle yüz yüze olduğumuzu gösteren en önemli işaretlerden birisidir. Normalde AB’nin Türkiye’ye baskı uygulayarak, medyadaki tek sesliliğin önüne geçilmesini talep etmesi gerekmez mi? Allah ve din adına toplanan paralarla faaliyet gösterdiklerini söyleyen cemaat gazetelerinin Irak’da bir milyondan fazla Müslüman öldürülüp, on binlerce Müslüman kadına tecavüz edilirken, Amerika’yı eleştirmekten ısrarla kaçınması basit gerekçelerle izah edilebilir mi?
Yargıya siyasetin müdahale ettiği, çok kanal ve çok gazete ile tek seslilik yaşanan rejimlere demokrasi denilemez. Komünist rejimlerde az sayıda televizyon kanalı ve gazete olurdu. Hepsinin sahibi de devletti. Faşist rejimlerde ise sahipleri özel kişiler olan çok sayıda kanal ve televizyon olur. Ama hepsi de aynı telden çalarlar. Sizce bizim rejim demokrasiye benziyor mu artık?