Kimsesizler yine kimsesiz!
Ali Bulaç 01 Ocak 1970
1994 yılının başlarında RP belediye seçimlerine hazırlanıyordu. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirler adeta Refah’ın kuşatması altındaydı.
Oy depoları olan varoşlar ve Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen, dışlanan dindar çevreler büyük bir hamleye hazırlanıyorlardı. Bizler bu sefer seçimleri Refah’ın alacağından emindik, hazırlanmasında acizin de pay sahibi olduğu o müthiş seçim kampanyasının her karesinde bir kesimin acısı, mağduriyeti, gözyaşı sergileniyordu. Bir ara biz de kuşkuya düştüysek de Beyaz Türklerin üsttenci sözcüsü rolüne soyunan Zülfü Livaneli, bir televizyon programında R.Tayyip Erdoğan’a, “Sen bırak ne yapacağını, şunu söyle bakalım: Atatürk’ü seviyor musun, sevmiyor musun?” sualini bir sorgu hakimi edasıyla sorunca “Tamam” dedik, “Tayyip seçimi aldı.” O gece “demokratik rejim şirktir” diyenler, “Ulan, gidip Tayyip’e oy vermezsem namerdim” dedi.
Ertesi gün Merter’deki İz Yayınları’nda Tayyip Bey’le karşılaştık. Bana ve rahmetli Ahmet Şişman’a “Ne diyorsunuz?” diye sordu. “Seçimleri kim kazanır?” Şu cevabı verdim: “Üç isimden biri: Ya Tayyip, ya Recep, ya Erdoğan, iyisi mi biz üçünün de kazanacağını düşünelim.” Güldü, hoşuna gitmişti.
Rahmetli Erbakan Hoca’nın siyasete kazandırdığı R.Tayyip Erdoğan’ın motivasyonu neydi? Tam o günlerde beraber yola çıktığımız dostlarımdan Hüseyin Besli, bunu şöyle ifade ediyordu: “Biz kimsesizlerin kimsesi, sessizlerin sesiyiz!”
Evet, aynen öyleydi. Sonraları yiğitçe şiiriyle zulme ve adaletsizliğe direnmeyi bırakıp borsacılığa soyunan ve bu iktidar döneminde borsada bile “paralel gulyabaniler” arayan diğer şair dostum Ömer Özbay “Güneşe bir adım kala vurdular kardeşlerimi” diye şiirler yazacak, evrenin tümündeki kimsesizlerin kimsesi ve sesi olacağımızı feryad edecekti.
Ve sahiden kimsesizler, yoksullar, yoksunlar, itilmişler, dışlanmışlar, ezilmişler, horlanmışlar ayağa kalktı; önce İstanbul ve Ankara’da belediye seçimlerine yüklendiler, arkasından RP ile iktidar yürüyüşünü başlattılar. Bürokratik merkez ulusal solu, klasik tek parti zihniyetini tetikçi kullanıp 28 Şubat’la bu yürüyüşü durdurmak istedi. Öyle zulümler işlendi ki, bugün ne yapıldığına bakıp o günlerin acısını anlamak kolay; kodlar da, refleksler de aynı.
Kimsesizler yılmadı, 2002’de bir hamle daha yaptılar. Erdoğan ve ekibini iktidara getirdiler; birkaç sene iyi gitti. Sonra o bildik devlet kendini toparladı, ruhunu restore edip bu sefer muhafazakâr-dindar bedene girip bir kere daha hortladı. Heyhat!
Bizimkiler hangi ideallerle yola çıktıklarını unutanlar, çılgın projelerin sarhoşluğuna kapıldılar. Büyüme histerisine yakalandılar, kentleri rant alanına çevirdiler; ezilenleri hatırlamaz oldular. Sigortasız işçi çalıştıran, sağlıksız iş ortamlarına gencecik kızları, 15 yaşındaki çocukları doluşturan, kaçak işçilerin sömürülmesine ses çıkarmayan, düşük ücretli vasıfsız kol gücünü tercih eden işyerlerinde kaza üstüne kaza oluyor. Alnı secdeden kalkmaz bakanlar –yine bir dostumuz Ömer Dinçer- Zonguldak’ta yerin altından günlerce cesetler çıkarılamazken “Maden ocaklarımız dünyanın en güvenilir yerleridir.” diyordu. 2011 yılında 1.700 işçi kazalarda hayatını kaybederken ölenler neredeyse “üretim zayiatı” diye yazılıyordu. Bu ülkede her 16 bin işyerine bir müfettiş düşüyor, işyerleri doğru dürüst teftiş edilmiyor. Soma’da yüreğimizi yakan maden ocağının incelenmesi için CHP’nin verdiği önerge iktidara zarar verir diye AK Partililer tarafından reddediliyor.
Bu satırları yazdığım ana kadar ölenlerin sayısı 238 olarak açıklanmıştı, 120 kişi de toprak altındaydı. Benzer bir kaza Avrupa’da olsaydı çoktan kaç yetkili istifa eder, Japonya’da harakiri yapardı. Bizde “Takdir-i ilahi, ihmal varsa araştıracağız” denecek. “Usulüne uygun” mesele kapatılacak, yeni bir kaza beklenecek.
Sonuç: Kimsesizler yine kimsesiz, sessizler yine sessiz kaldı. Feryatlarını Arş’ın Sahibi elbette duyuyordur ve elbette “Bize katından bir kurtarıcı gönder” diyen bu müstaz’aflara imhal edip ihmal etmeyen yüce Allah, bir çıkış yolu gösterecektir.