Hepimiz sorumluyuz ama farklı derecelerde
Nazlı Ilıcak 01 Ocak 1970
Soma faciasında tepeden tırnağa herkesin sorumluluğu var. Şahsen ben, gazeteci olarak sorumluluğumu kabul ediyorum. Taşeronlaşmanın sakıncaları, işçi güvenliği, çalışma şartları ve maden ocakları gibi konular üzerinde durmadım. Bana cezamı kesin; kınayın, azarlayın...
Gün, herkesin vicdan muhasebesi yapma günüdür. Enerji Bakanı Taner Yıldız, BUGÜN Gazetesi’nden Seda Şimşek’e verdiği demeçte, vatandaşın beklediği gibi konuşmuş. Öfke yok, tekme yok, tokat yok: “Buradaki kusur tartışılmaz. Bunu söylemekten çekinmemeliyiz. ‘Bizim kusurumuz yok’ deyip, üstünü örtemeyiz. Hepimiz sorumluyuz. Bir siyasi sorumlu aranıyorsa ben o sorumluluğu üstleniyorum. Bundan kaçamayız.”
Patron sorumlu, sendika sorumlu, müfettişler sorumlu ve elbette siyasi iktidar da sorumlu.
Neden insanlar infial halinde söyleyeyim: Tayyip Erdoğan’da sürekli bir meydan okuma hali mevcut. Bir özür dilese, her şey bir anda değişiverecek. Oysa tam aksine, tekme atan danışmanını bile yanı başından ayırmıyor. Vatandaşa, herkesin gözü önünde “Tokadı yersin” diyor. İftarda, fakir sofralarını paylaşan, bir kuru ekmek ve çorbayla orucunu açan Erdoğan, böyle biri değildi. Artık, sadece kendisini, yakın çevresini ve kendi gibi düşünenleri ilgilendiren olumsuzluklardan şikâyet ediyor; empati yapmasını unuttu, bilmiyor.
Soma Holding, eğer yevmiye vererek işçileri AK Parti mitingine göndermişse, bu bir siyasi yakınlık anlamına gelmez mi? Böyle bir yakınlıktan maraz doğmaz mı? İşçi şikâyet edecekse de edemez. Çünkü “Patron arkasını iktidara dayıyor” diye düşünür. Tek başına bu yakınlık dahi, sorumluluk yaratır.
Mesuliyetten söz ederken, sendikaları da unutmamak gerekir. Belli ki işverenin hakkını koruyorlar. Can güvenliğinin yüksek üretime kurban edildiğini, işçilerin yemeklerini bile yanlarında getirdiğini, küflenmiş gaz maskelerini ve yığınla ihmali görmezden gelmişler.
Madenin patronu da elbette sorumlu... Sendikayı kafakola almış, siyasi iktidarı arkasına ve işçiyi ayaklarının altına. Onun üzerine basarak kârını katlıyor. Önce 2009’da Park Holding’den 14 milyon tonluk maden sahası devralıyor. 2012’de 6 milyon ton rezervlik bir ek iş daha Soma Holding’e veriliyor. 2011’de, Zonguldak’tan aldığı bir maden daha var. 136 milyon ton jeolojik rezervi bulunan Zonguldak Bağlık/İnağzı sahası, Kasım 2011’de, Soma Kömür Şirketi’ne devrediliyor.
Devlet ya da sendika umursamadıktan sonra, patron mu işçi güvenliği için yatırım yapacak? O elbette kârına bakacak.
Ölüm koçları
İşçi başları ya da dayı başları, onlara “Ölüm koçları” da diyebiliriz. Ana gayeleri verimliliği artırmak. Sloganları: “Haklar asgari, üretim azami.”
Yemeği evden getiriyorlar, ayaküstü, alelusul yiyorlar... Biraz gecikirsen yevmiyeden kesiliyor; gaz maskesini açarsa para cezası... Maske Çin markası, 1993’ten kalmış. Kullanma ömrü 5 sene. Ama müfettişten sendika başkanına kadar herkes yolunu bulduğu için, gözden kaçması mümkün olmayan kusuru görmezden geliyorlar. Ölüm koçlarının canına minnet. Çünkü onlar, çağımızın köle tacirleri. İşçi güvenliği onların neyine; alacakları primi düşünüyorlar. Hem bulduğu işçi başına hem de üretimin artışına göre ceplerini dolduruyorlar. 21’inci asırda, böyle bir manzara tüyler ürpertiyor.
TOBB’da söz düellosu
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde (TOBB), iktidar ve muhalefet arasında söz düellosu yaşandı. Geçtiğimiz sene TOBB, Kemal Kılıçdaroğlu’nu davet etmemişti. Bu sene, cesaretlerini topladılar (!) Kılıçdaroğlu’nu da çağırdılar. Ama protokolü, tersine çevirmekte beis görmediler. Demek cesaret bir yere kadar. Mamafih hayırlı da olmuş. Belki Başbakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözlerine tahammül edemez, “Edepsiz” diye gene ortalığı karıştırırdı. Üslûbu ve edası, birinci sırada sessizce oturan CHP Genel Başkanı’na, o haliyle dahi katlanamadığını gösteriyordu. Ses tonu yavaş yavaş yükseldi; kontrolünü kaybetti. Demem o ki, Kılıçdaroğlu’nun eleştirilerini dinlerken sükûnetini muhafaza etmeyebilirdi. Muhalefet lideri Metin Feyzioğlu’nun akıbetine uğrasaydı ne yapardık? Havuz medyası, sarıp sarmalayıp, bu öfke patlamasını nasıl örterdi?
Demokrasideki arıza
Bir zamanlar Sovyetler Birliği henüz ayaktayken, komünistlere takılırdım: “Haklısınız: Bu ülkede herkes özgürce düşüncesini ifade edebiliyor. Ama ifade ettikten sonra, özgürlüğü kalmıyor.”
TOBB’daki diktatörlük tartışmasını duyunca, aklıma bu örnek geldi. Türkiye’de bir diktatör yok... Tamam. Ben de klasik anlamda bir dikta yönetimi olmadığını düşünüyorum ama Türkiye’nin bir özgürlük cenneti olduğu söylenebilir mi? Sizce üniversite, öğrenciler, işadamı, sivil toplum kuruluşları, gazeteciler tehdit altında değil mi? Belki cezaevine atılmıyorlar ama işten atılıyorlar, mitinglerde, meydanlarda Başbakan’ın himmetiyle azarlatılıp, yuhalanıyorlar, kimi işadamı vergi cezasına çarptırılıyor, işini yapan yargı mensupları ve güvenlik güçleri sürülüyor...
Haydi gelin anlaşalım. “Sivil dikta” demeyelim ama demokrasiyle hiç bağdaşmayan, otoriter bir yönetimden söz edelim. Türkiye’de her fert, üzerinde iktidarın baskısını hissediyorsa, konuşurken endişe edip, “Başıma bir şey gelebilir” diye çekiniyorsa, demokrasi çarkı arızalı demektir.