‘Yandaş’a da yazık!
A. Turan Alkan 01 Ocak 1970
BBC’nin Türkçe internet sitesindeki, “Erdoğan Köln’de yandaşlarına seslendi” başlıklı haber, bir yandaş gazete tarafından, “Gurbetçilere büyük ayıp” olarak algılandı.
Yandaş yerine daha incelikli kelimeler de bulunabilirdi fakat yandaş tâbiri en azından haşhaşi, sülük vs. gibi nefret dolu sıfatlardan daha ehven-i şerdir. Yandaş lafından alınanların empati yapması için güzel bir fırsat! Ne var ki aynı gazete, okuyucularına aylardan beri yandaş muamelesi yapmakta mahzur görmüyor; işte aynı gazeteden bir başka başlık cümlesi: “Erdoğan, Alman medyasına demokrasi dersi verdi.”
“İroni nedir, bunun Türkçesi yok mu?” diyenlere verilecek güzel bir örnek karşısındayız: İroni budur!
“Yandaşlık nedir peki?” diye soranlara da aynı cümleyi gösterebiliriz: Okuyucusunun zekâsına saygı göstermeyi hiç aklına getirmeden, yukardaki cümleyi kurabilmek, -en hafif tâbiri budur ve niçin alınganlık gösterildiğini doğrusu anlayabilmiş değilim!- yandaşlığın ta kendisidir. İçindeki hakikat payı olup olmadığını düşünmeden bu cümleyi alkışlamak da herhangi birini ânında yandaş yapar.
Mümtaz’er Türköne’nin tesbiti altı çizilecek türden: “Erdoğan’ın bilinçli ve kontrollü olarak tırmandırdığı gerginliğin asıl muhatabı düşmanları değil, kendisini destekleyenler.” Bu cümleyi şöyle ifade etmek de mümkün: Düşmanlık ve nefret edebiyatı ile sindirilmek istenen başkaları değil, bilakis taraftarlardır; BBC’nin tâbiriyle yandaşlara öcü gibi gösterilen “karşı taraf”ın, hakaret, tehdit ve tahriklere aldırış bile ettiği yok, hakaretlerin asıl amacı da bu değildi zaten; dolaylı olarak yandaş takımına verilen bir mesajdı bu: “Bu kadar zararlı, tehlikeli ve kötü insanlardan kendinizi ayrıştırın; selamı kesin, alışveriş etmeyin, su bile vermeyin.” Dolaylı mesajın, telaffuz edilmeyen fakat imâ ile anlatılan devamı şöyle: “Velev ki bazı hoş olmayan işlere karıştık ise, sizler de bize inanmak ve desteklemek suretiyle cürüm ortağı gibi oldunuz; öyleyse kader arkadaşıyız ve âkıbetimiz neyse beraberiz. Bu noktada durmak ve düşünmek çok tehlikeli; lidere itaat edin, tam destek verin ki bu badireden beraber çıkabilelim!”
Destekçilerine pek öyle görünmese de bunun bir nevi politik şantaj olduğunu düşünüyorum; bu şantaja boyun eğmek; mesela Başbakan’ın Alman medyasına demokrasi dersi verdiğini düşünmek, merkez sağ seçmeninin yakın vadede toplu halde itibarsızlaşmasına ve belirleyiciliğini kaybetmesine yol açacaktır ve bu kaçınılmaz görünüyor. Daha şimdiden itibar eprimesine uğrayan kelimeleri hatırlayın: İslâmcılık, modern muhafazakârlık, gelenekçilik, mâneviyatçılık, ahlâk, ‘Benim başörtülü kardeşim’ edebiyatları ve daha niceleri… Mazlum ve ezik dindarların politik sistemde yükselişine zemin teşkil eden hareket, şimdi aynı kitlenin tükeniş ve harcanışına hizmet etmekte! Yakın gelecekte Müslüman kimliğiyle siyaset yapmak isteyenlerin cirmi, bugünkü Anavatan veya Doğruyol çizgisinde küsuratlarla ölçülür hale gelecek. Ne kehanet, ne tahmin; başını bile isteye algı mühendisliğinin giyotinine uzatanlar, belirleyicilik kredilerini kaybederler.
Yandaş takımına yöneltilen iktidar baskısı, onların zekâsını da hiçe sayıyor ve bu saçmalığa itiraz etmek yerine alabildiğine desteklemek, bu kitlenin mâsumiyetini azaltıyor; onlara bir mânâda Soma madenlerine çalışmak ve evlerine ekmek götürmek zorunda kalan işçi muamelesi yapmanın sürdürülebilirliği yok. Ya havuç, ya sopa! Doğrusu ne havuç ne sopa! Yandaşlarını ancak korkutarak bir arada tutan bir siyasi aklın en büyük kâbusu, onları günün birinde bir “vatandaş” kimliği içinde görmektir; “Ben sadece seçmen değil, aynı zamanda bir vatandaşım” diyen insanları, “Almanlara demokrasi dersi verdik” saçmalığına inandırmak kolay mı?
Size A. Daudet’in “Altın Beyinli Adam” hikâyesini anlatmak isterdim ama yerim dar; merak edenler internette bulabilirler. Bakalım hikâyenin sonunu tanıdık bulacak mısınız?