« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

02 Haz

2014

İmam HUMEYNÎ

Hamdi Algar 01 Ocak 1970


İmâm Rûhullah Mûsevî Humeynî (1902-1989)

Şiî âlimi, İran İslâm Devrimi’nin önderi ve İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu.

20 Cemâziyelâhir 1320 (23 Eylül 1902) tarihinde Kum’un 160 km. güneybatısındaki Humeyn kasabasında doğdu. İmam Mûsâ el-Kâzım soyundan gelen ataları, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Nîşâbur’dan ayrılarak Hindistan’ın Leknev bölgesindeki Kintur kasabasına yerleşmişlerdir. Aynı aileden tanınmış âlim Mîr Hâmid Hüseyin’in çağdaşı olan dedesi Seyyid Ahmed, XIX. yüzyılın ortalarında Leknev’den (veya Humeynî’nin ağabeyi Seyyid Murtazâ Pesendîde’nin bir ifadesine göre Keşmir’den; bk. Ali Devânî, VI, 760) Necef’e gelerek Hz. Ali’nin türbesini ziyaret etti; bu arada Humeyn’in ileri gelenlerinden Yûsuf Han’la tanıştı ve onun teklifi üzerine Humeyn’e yerleşmeye karar verdi. Burada kendisi ve soyu Hindî nisbesiyle tanındı.

Humeynî beş aylık iken babası Seyyid Mustafa bir cinayete kurban gittiğinden çocukluğunu annesi ve halasının himayesinde geçirdi. Bunların 1918’de vefatı üzerine ağabeyi Seyyid Murtazâ’nın yanında kaldı. Bu dönemde içinde bulunduğu güvensizlik ortamının Humeynî’de mücadeleci bir ruh halinin gelişmesine yol açtığı anlaşılmaktadır. Nitekim kendisi bu dönemi anlatırken, “Çocukluğumdan beri savaş halindeyim” demiştir (Sahîfe-yi Nûr, X, 63). Humeynî yedi yaşında hıfzını tamamladıktan sonra Arapça dersleri aldı. Ağabeyi Seyyid Murtazâ’nın desteğiyle tahsilini ilerletmek üzere 1339’da (1921) o sırada önemli bir ilim ve eğitim merkezi olan Erâk (Sultanâbâd) şehrine gitti. Erâk’taki hocaları arasında Şeyh Muhammed Gülpâyigânî, Âga-yı Abbas Erâki, Şeyh Muhammed Ali Burûcirdî ve Seyyid Ahmed Hânsârî zikredilebilir. Humeynî’nin Erâk’a varmasından yaklaşık bir yıl sonra Şiî ulemâsının önde gelen isimlerinden Âyetullah Abdülkerîm Hâirî’nin Erâk’tan ayrılarak Kum’a yerleşmesi ve burada dinî eğitim kurumlarını ihya etmesiyle Kum âdeta İran’ın mânevî başşehri olma yoluna girdi. Bunun üzerine 1922’de Kum’a giden Humeynî asıl terbiyesini burada aldı ve kişiliğini de burada kazandı.

Kum’a yerleştiği ilk günlerden itibaren fıkhı ön planda tutan Humeynî, normal medrese programının yanında felsefî ve irfanî alanlara da büyük ilgi gösterdi; bu ilgi, onun sadece fıkıhla uğraşan sıradan bir din âlimi olmanın ötesinde bir kişilik kazanmasında etkili oldu. Önce Âyetullah Erâki ile beraber Feyz-i Kâşânî’nin tasavvufî mahiyetteki Tefsîrü’s-sâfî’sini okumaya başladı; ardından irfan ve ahlâk öğretmenlerinden Hacı Mirza Cevâd Âga-yı Melikî Tebrîzî’den 1925’te ölümüne kadar özel dersler aldı. Ayrıca Molla Hâdî-i Sebzevârî’nin öğrencisi Mirza Ali Ekber Hekim Yezdî’den, İşrâki ve Meşşâî felsefesi uzmanı Seyyid Ebü’l-Hasan Kazvînî’den felsefe okudu. Fakat Humeynî’nin şahsiyeti üzerinde en büyük tesiri bırakan hoca, aralarında mürşidmürid ilişkisi bulunan Mirza Muhammed Ali Şâhâbâdî olmuştur. Şâhâbâdî Humeynî’ye ve birkaç seçkin talebeye İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem’ini, Hâce Abdullah Herevî’nin Menâzilü’s-sâ?irîn adlı eserini ve Molla Fenârî’nin Sadreddin Konevî’nin Miftâhu’l-gayb’ına yazdığı Misbâhu’l-üns adlı şerhi okuttu.

Humeynî’nin ilk hocalığı da irfan ve ahlâk konuları üzerine oldu. Şâhâbâdî Kum’dan ayrılınca ahlâk hocalığını Humeynî üstlendi. Onun 1930’da başlattığı halka açık derslerde okuttuğu kitapların en önemlisi Menâzilü’s-sâ?irîn’di. Ayrıca seçkin bir genç âlim zümresine Molla Sadra’nın el-Esfârü’l-erba?a’sının nefse ait bölümü ile Hâdî-i Sebzevârî’nin Şerhu’l-Manzûme’sini okutuyordu. Bu arada, ilk kitabı olan ve İmam Ca‘fer es-Sâdık’ın okuduğu bazı duaların açıklamasını ihtiva eden Şerhu du?â?i’s-seher’i 1928 yılında tamamladı. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye ait terimleri sıkça kullandığı bu eserden sonra irfanın ana meseleleri üzerine sistematik bir çalışma olan Misbâhu’l-hidâye ile’l-hilâfe ve’l-velâye’yi kaleme aldı (1930).

1353’te (1934) yayımlanan bir kitapta yer almak üzere yazdığı kısa otobiyografisinde Humeynî vaktinin çoğunu Molla Sadra’nın kitaplarını okumak ve okutmakla geçirdiğini, birkaç yıldan beri Mirza Muhammed Ali Şâhâbâdî’nin yanında irfanla meşgul olduğunu ve Âyetullah Hâirî’nin fıkıh derslerine devam ettiğini belirtir (Ali Rızâ Yezdî Hüseynî, s. 65-67). Bu ifadelerden, o yıllarda Humeynî’nin nazarında fıkhın ikinci planda kaldığı anlaşılmaktadır. Bu durum daha sonra değişmekle birlikte irfanın onun için sırf bir öğrenim ve öğretim vasıtası değil aynı zamanda hayatının sonuna kadar şahsiyetinin bir parçası olduğu görülmektedir.

1930’larda Humeynî’nin herhangi bir siyasî faaliyeti bulunmamakla birlikte Hacı Nûrullah İsfahânî, Mirza Sâdık Âga Tebrîzî, Âgazâde Kefâî ve Seyyid Hasan Müderris gibi Pehlevî rejmine karşı olan ulemâ ile temas halindeydi. Siyasî görüşlerini ilk defa açık bir şekilde 4 Mayıs 1944 tarihinde yazdığı bir yazıda ortaya koydu. “Okuyun ve Uygulayın” başlıklı bu yazısında Humeynî, “De ki: Size bir tek öğüt veriyorum: Allah için ikişer ikişer ve teker teker kıyam edin” (Sebe’ 34/46) meâlindeki âyette geçen “kıyam” kavramını “siyasî direniş” anlamında yorumlayarak özellikle ulemâ zümresini İran’ın ıslahı için baş kaldırmaya çağırıyordu.

Humeynî, dinde ıslah fikrini savunan Ali Ekber Hakemîzâde’nin Esrâr-ı Hezârsâle adlı eserine karşı yazdığı Keşf-i Esrâr başlıklı reddiyede de aynı yönde görüşlere yer vermiştir. Vehhâbîliğin tesiri altında kalan Şerîat Senglecî ve tarihçi Seyyid Ahmed Kesrevî’nin geleneksel Şiîliğe yönelttikleri eleştirileri çürütmeyi de ihmal etmeyen Humeynî, eleştiri konuları arasında bilhassa muharrem ayında icra edilen matem törenlerinin, imamların türbelerine yapılan ziyaretlerin ve imamlara atfedilen duaları okumanın önemi üzerinde durmuş, bu kişilerin Şiîliğe hücumlarını Rızâ Şah’ın dinsizlik politikasına bağlamıştır. Bununla birlikte Keşf-i Esrâr’da saltanatın ilgası yönünde görüş ve teklife rastlanmaz; eserde, yetkili müctehidlerin oluşturduğu bir meclis tarafından Allah’ın kanunlarına aykırı hareket etmeyen, baskı ve zulümden kaçınan, insanların malına, hayatına ve namusuna tecavüz etmeyen âdil bir şahın seçilmesi önerilir. Saltanatın bu kayıtlı meşruiyeti de daha iyi bir nizamın kurulması ile son bulacaktır.

1946 yılında Âyetullah Ebü’l-Hasan İsfahânî’nin ölümü üzerine Âyetullah Hâcî Âga Hüseyin Burûcirdî’nin Kum’daki medreselerin yönetimine getirilmesinde Humeynî’nin de rol oynadığı söylenir. Humeynî, Burûcirdî’nin Muhammed Rızâ Şah’a karşı sert bir tavır takınacağını ümit ediyordu, ancak bu beklentisi gerçekleşmedi. Nitekim Nisan 1949’da Burûcirdî’nin anayasanın değiştirilmesi konusunda hükümetle müzakereler yaptığını öğrenen Humeynî kendisine yazdığı bir mektupta bu husustaki rahatsızlığını dile getirdi; 1955’te Bahâî fırkasına karşı mücadele konusunda da Humeynî ile Burûcirdî arasında bir anlaşmazlık oldu. Humeynî, Âyetullah Ebü’l-Kasım Kâşânî ve Fidâiyyân-ı İslâm örgütünün kurucusu Nevvâb-ı Safevî gibi siyasî faaliyette bulunan dinî liderlerle temas kurduysa da hiçbir zaman onlarla sıkı iş birliği içine girmedi.

Humeynî, Burûcirdî’nin Kum’daki liderlik yıllarında fıkıh dersleri vermekle meşgul oldu. 1946’da Ahund Molla’nın Kifâyetü’l-usûl adlı eserinin bir bölümünü okutarak başlattığı usûl-i fıkıh dersleri giderek büyük ilgi topladı. Onun bu derslerde öğrencilerine tenkit ruhu aşılamasının ve özellikle fıkıh ilmini İslâm’ın ahlâkî, irfanî, felsefî, siyasî ve sosyal boyutlarıyla irtibatlandırmasının derslere ilginin artmasını sağladığı söylenir.

Burûcirdî’nin 1961’de vefat etmesinden sonra Humeynî dinî liderliğin yeni sahibi olarak görüldü, birçok İranlı Şiî tarafından merci-i taklîd kabul edildi. 1962 sonbaharında hükümet, belediye seçimlerini kazananların Kur’an üzerine yemin etme şartını kaldıran bir kanunu kabul etti. Bunu Bahâîler’in kamu alanına girmesini sağlayan bir plan olarak gören Humeynî kanunu feshettirmeyi başardı. Bu başarı onun şaha muhalefette en önemli isim olarak sahneye çıkmasında etkili oldu.

Ocak 1962’de şahın “beyaz devrim” diye adlandırdığı on maddelik bir reform programı ilân etmesi ve ulemânın ısrarına rağmen bu reformdan vazgeçmemesi üzerine Humeynî, 22 Ocak 1963’te şahı ve planlarını reddeden bir protesto yayımladı. Şah iki gün sonra Kum’a gelerek ulemâ sınıfını tenkit eden bir konuşma yaptı. Humeynî, sekiz önemli âlimin imzasını taşıyan bir bildiriyle şahın programını ithama devam etti. Ayrıca hükümetin politikasını protesto için 21 Mart 1963’teki Nevruz bayramı kutlamalarının iptal edilmesine fetva verdi. Bir gün sonra Humeynî’nin halka konuşma yaptığı Kum’daki Feyziye medreselerine gönderilen paraşütçü komandalar birkaç öğrenciyi öldürüp bazılarını da tutukladılar. Fakat Humeynî rejimi tenkide devam etti. 1 Nisan’da politika dışında kalan bir kısım ulemânın tutumunu “zalim rejimle iş birliği” olarak ilân etti (Kevser, I, 67). Humeynî, şahın bir tehdidine karşı onu “küçük adam” diye nitelendirerek aşağıladı. 30 Nisan 1963’te Feyziye medreselerine saldırının kırkıncı günü İran hükümetini Amerika ve İsrail adına İslâm’ı yok etmeye çalışmakla suçladı. İki ay sonra bu mücadele ayaklanmaya dönüştü. Dinî hassasiyetin arttığı muharremin başında sarayın önünde şahı itham eden bir gösteri yapıldı. Aşure günü (3 Haziran 1963) Humeynî, Feyziye medreselerinde şah ile Emevî Halifesi Yezîd arasında paralellik kuran ve şahı uyaran bir konuşma yaptı (Sahîfe-yi Nûr, I, 46). Bu ağır konuşmadan iki gün sonra tutuklanarak Tahran’daki Kasr Hapishanesi’ne konuldu. Humeynî’nin tutuklandığı haberinin yayılması üzerine Kum, Tahran, Şîraz, Meşhed ve Verâmin’de gösteri yapan kızgın halk tanklarla karşılandı. Üç gün süren ve kanlı biten bu 15 Hurdad (İran takviminde olayların başladığı gün) ayaklanması İran tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren Amerika’nın desteğiyle güçlenen şah rejiminin baskısı artmaya başladı. Bu durum, rejime meydan okuyan tek şahsiyet olarak Humeynî’nin prestijini güçlendirdiği gibi birçok ulemânın Humeynî tarafından belirlenen radikal hedefler etrafında birleşmesine de sebep oldu.

Humeynî, Kasr Hapishanesi’nde on dokuz gün kaldıktan sonra önce İşretâbâd askerî üssüne, oradan da Tahran’ın Dâvûdiye bölgesinde bir eve götürülerek burada hapsedildi. Çeşitli yerlerde Humeynî’nin serbest bırakılması için gösteriler yapıldı. 7 Nisan 1964’te Humeynî serbest bırakıldı. Üç gün sonra Kum’da, 15 Hurdad’da başlayan hareketin sürdürüleceğini ilân ederek hakkında çıkarılan uzlaşma rivayetlerini yalanlamış oldu.

1964 sonbaharında Amerikalılar’ın İran mahkemelerinde yargılanmasını önleyen resmî bir karar alınması, Humeynî’ye şah rejimiyle yaptığı bütün mücadelesi boyunca belki de en ateşli konuşmasını yapma fırsatı verdi. Bu anlaşmayı İran’ın bağımsızlık ve egemenliğini ortadan kaldıran vahim bir gelişme olarak nitelendiren Humeynî anlaşma lehinde oy kullananları vatan haini diye itham etti. Fakat 4 Kasım 1964’te tekrar tutuklanarak Türkiye’ye sürgüne gönderildi. Önce Ankara’ya ve 12 Kasım günü on iki ay kalacağı Bursa’ya götürüldü. Büyük oğlu Mustafa Humeynî de 3 Aralık 1964’te Bursa’ya gitti. Ayrıca İran’dan gelen bazı dostlarının kendisini ziyaret etmesine izin verildi, kitap talebi karşılandı. Humeynî Bursa’da geçen süre içinde Tahrîrü’l-vesîle adlı eserini derledi.

5 Eylül 1965’te Humeynî on üç yıl kalacağı Irak’ın Necef şehrine gönderildi. Necef’e yerleşince Şeyh Murtazâ Ensârî Medresesi’nde fıkıh okutmaya başladı. Dersleri İranlı öğrencilerin yanı sıra Irak, Hindistan, Pakistan, Afganistan ve Körfez ülkelerinden gelen öğrenciler tarafından da takip ediliyordu. Humeynî, 21 Ocak-8 Şubat 1970 tarihleri arasında velâyet-i fakih doktrini konusundaki konferanslarını Şeyh Murtazâ Ensârî medreselerinde verdi. Bu konferanslarda, on ikinci imamın gaybeti döneminde imamın siyasî ve fıkhî fonksiyonlarını ulemânın icra etmesi gerektiği şeklinde özetlenebilecek olan bir doktrin ortaya koydu ve bunun, Şiî imâmet düşüncesinin açık bir sonucu olduğuna ilişkin naklî deliller gösterdi, İslâmî devlet kurmaya götüren bir program ortaya koydu (Velâyet-i Fakih, s. 204). Irak’taki sürgün döneminde Humeynî, bir yandan İran’daki gelişmeleri takip ederek çeşitli yazıları ve mektuplarıyla rejime karşı tavrını açıklarken bir yandan da 1967 Temmuzunda Irak’ta Baas Partisi’nin iktidara gelmesinden kaynaklanan olumsuz şartlarla mücadele etti. Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşı vesilesiyle Humeynî, İsrail ile olan bütün ilişkileri kesmeyi öneren ve onların ürünlerini kullanmayı yasaklayan bir bildiri yayımladı. Bu bildiri, Humeynî’nin Kum’daki evinin yağmalanmasına ve orada yaşayan ikinci oğlu Seyyid Ahmed Humeynî’nin tutuklanmasına sebep oldu. Humeynî’nin yayımlanmamış bazı eserleri de bu sırada kayboldu. 1971’de Irak ve İran ilân edilmemiş bir savaş haline girince Irak rejimi kendi topraklarına yerleşmiş olan ve bazıları nesiller boyu orada yaşayan İran vatandaşlarını sınır dışı etmeye başladı. O zamana kadar Irak resmî makamlarıyla çatışmamaya özen gösteren Humeynî bu defa Irak liderlerine hitap ederek bu tutumu kınadı. Humeynî, Filistin meselesine karşı olan ilgisini de 27 Ağustos 1968’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nün silâhlı kanadı olan el-Âsıfe’nin faaliyetlerini desteklemek için “vücûh-ı şer‘î”yi kullanmanın gerekliliğine dair bir fetva vererek gösterdi; Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Bağdat temsilcisiyle görüştükten sonra bu fetvayı daha ayrıntılı biçimde tekrarladı (Sahîfe-yi Nûr, I, 144-145).

Humeynî’nin fetvalarının sınırlı düzeyde de olsa İran’da dağıtılması isminin bu uzun sürgün yıllarında bile unutulmadığını göstermektedir. Daha önemlisi, şahın başvurduğu sert önlemlere rağmen 15 Hurdad olaylarıyla başlayan İslâmî muhalefet hareketi gelişmeye devam etti; birçok kişi ve grup açıkça Humeynî’ye olan bağlılığını gösterdi. Onun sürgüne gönderilmesinden hemen sonra merkezi Tahran’da bulunan ve bütün İran’da şubeleri açılan Hey’ethâ-yı Mü’telife-yi İslâmî adlı bir dernek kuruldu. Bu dernekte, içlerinde Hüccetü’l-İslâm Ali Ekber Hâşimî Rafsancânî ve Cevâd Bâhüner gibi devrimden sonra önemli sorumluluklar üstlenecek kişilerin de bulunduğu Humeynî’nin Kum’daki birçok öğrencisi aktif görev aldı. Ocak 1965’te Humeynî’yi sürgün eden başbakan Hasan Ali Mansûr bu organizasyonun dört üyesi tarafından öldürüldü.

Sürgün yıllarında Humeynî’nin İran’da bir temsilcisi bulunmamakla birlikte Âyetullah Murtazâ Mutahharî, Âyetullah Seyyid Muhammed Hüseynî Bihiştî ve Âyetullah Hüseyin Ali Muntazırî gibi önde gelen ulemâ onunla irtibat kurar, önemli konularda onun adına görüş bildirirdi.

Haziran 1975’te 15 Hurdad ayaklanmasının yıl dönümünde Feyziye Medresesi öğrencileri medresenin avlusunda bir gösteri düzenlediler, kalabalık bir grup da dışarıda toplandı. Bu gösteriler üç gün devam etti. Sonuçta askerî güçlerin müdahalesi üzerine çok sayıda insan öldü. Humeynî bir bildiri yayımlayarak Kum’da meydana gelen bu olayların, artık emperyalizmden kurtulma zamanının çok yakın olduğuna işaret ettiğini söyledi (a.g.e., I, 215). Humeynî’nin oğlu Seyyid Mustafa’nın 23 Ekim 1977’deki esrarengiz ölümünden SAVAK sorumlu tutuldu; Kum, Tahran, Yezd, İsfahan, Meşhed, Şîraz ve Tebriz’de protesto gösterileri yapıldı. Humeynî oğlunun ölümünü “Allah’ın gizli bir nimeti” olarak niteledi ve İranlı müslümanları ümitli olmaya çağırdı (Şehîdî Dîger ez Rûhâniyyât, s. 27).

7 Şubat 1978’de yarı resmî Ittılâ?ât gazetesinde Humeynî’yi ülkenin düşmanlarıyla birlikte çalışan bir hain olarak nitelendiren bir yazı çıktı. Ertesi gün Kum’da büyük bir gösteri düzenlendi, güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucunda yine birçok kişi öldü. Bu olay, 1978 yılı boyunca devam eden ve Pehlevî rejiminin yıkılmasını amaçlayan geniş çaplı devrim hareketinin de başlangıcı oldu. Kum’da öldürülenler kırk gün sonra büyük gösterilerle anıldı. Tebriz’de şah kuvvetlerinin müdahale etmesiyle başlayan olaylar 100’den fazla insan öldükten sonra durulabildi. Kırk gün sonra Tebriz’de öldürülenler için elli beş şehirde mitingler düzenlendi (29 Mart). Bu defa Yezd’de güvenlik kuvvetleri merkezî bir camideki kalabalık üzerine ateş açtı. Mayıs başlarında Tahran olayların merkezi oldu. 1978 Haziranında şah kendisine karşı çıkanlara bazı tâvizler verdi, ancak baskılar devam etti. 17 Ağustos’ta hükümet İsfahan’da kontrolü kaybedince ordu harekete geçti ve yüzlerce sivil göstericiyi öldürdü. İki gün sonra Abadan’da bir sinemanın kapıları kilitlenip 410 kişinin yakılarak öldürülmesinden hükümet sorumlu tutuldu. Ramazan bayramında (4 Eylül) büyük şehirlerde toplam 4 milyon insanın katıldığı gösterilerde monarşinin sona ermesi ve Humeynî’nin liderliğinde bir İslâm hükümetinin kurulması istendi. Devrim hareketinin bu ilerleyişi karşısında şah sıkıyönetim ilân etti. 9 Eylül Cuma günü Tahran’da yapılan iki ayrı gösteride 4000 kişi öldürüldü. Bu kanlı olaylar gerçekleşirken Humeynî İran’a gönderdiği mesajlarda fedakârlıklarından dolayı halkı kutluyor, olup bitenlerden Amerika’yı sorumlu tutuyordu.

Ülke çapında huzursuzluğun gün geçtikçe artması üzerine New York’ta İran ve Irak Dışişleri bakanlarının gerçekleştirdiği toplantıda alınan karar uyarınca 24 Eylül 1978’de Humeynî’nin Necef’teki evi askerler tarafından kuşatıldı; kendisine Irak’taki ikametinin ancak politik faaliyete son vermesi halinde devam edebileceği bildirildi. Humeynî 3 Ekim’de Irak’ı terkederek Küveyt’e geçti; bu ülkeye girmesine izin verilmeyince Cezayir, Lübnan ve Suriye ihtimallerini değerlendirdi; nihayet oğlu Seyyid Ahmed Humeynî’nin tavsiyesiyle Paris’e gitti. Gayri müslim bir ülkede yaşamak istemeyen Humeynî, yayımladığı bir mesajda kendisine ifade özgürlüğü tanıyacak bir müslüman ülkeye gitmek istediğini beyan etti (Sahîfe-yi Nûr, II, 143). Herhangi bir İslâm ülkesinden bu yönde davet gelmeyince Paris’te kaldı. Humeynî’nin Necef’ten zorla çıkarılması İran’da büyük tepkiye sebep oldu. Aslında onun için hareketini bütün dünyaya duyurabilmesi ve İran’la daha rahat ilişki kurabilmesi bakımından Paris daha elverişliydi. Humeynî de bu imkânı çok iyi değerlendirdi.

Muharrem ayına bir hafta kala (23 Kasım 1978) Humeynî bu ayı İran’da İslâm askerlerinin zafer ayı ilân eden bir bildiri yayımladı (a.g.e., III, 225). Muharremde gösteriler ülke çapında tekrar patlak verdi. Binlerce insan ölüme hazır olduğunu göstermek için kefenlere büründü. Sokağa çıkma yasağına uymayanlar öldürüldü. 9 Muharrem’de (9 Aralık 1978) Tahran’da monarşinin yıkılmasını isteyen 1 milyon insan yürüyüş yaptı. 10 Muharrem’de 2 milyon insan, en önemli maddesi Humeynî liderliğinde bir İslâm devletinin kurulması olan on yedi maddelik bir bildiri lehinde gösteride bulundu. 18 Muharrem’de gerçekleştirilen ülke çapındaki grevle devrim hareketi ekonomik bir boyut da kazanmış, bu sırada askerî disiplin de çökmeye başlamıştı.

3 Ocak 1979’da General Ezhârî’nin yerine Şahbur Bahtiyar başbakan olarak tayin edildi; bu arada şahın bir süre ülkeden ayrılması için planlar hazırlandı. 12 Ocak’ta, şahın yokluğunda ona vekâlet etmek üzere Celâleddin Tahrânî’nin başkanlığında dokuz üyeden oluşan bir konsey ilân edildi. Bir gün sonra Humeynî, gayri meşrû saydığı Bahtiyar yönetiminin yerine geçecek olan Şûrâ-yı İnkılâb-ı İslâmî’yi kurduğunu Paris’te ilân etti. Üç gün sonra da şah bir daha dönememek üzere İran’dan ayrıldı.

Orduda şaha bağlı generallerle devrim yanlısı subaylar arasındaki mesafe gittikçe açılıyordu. Bu gelişmelere karşı Batı yanlısı bir askerî darbe imkânını araştırmak üzere görevlendirilen Nato Kara Kuvvetleri komutanı General Robert Huyser’in raporunda böyle bir şeyi düşünmenin mümkün olmadığını belirtmesinden de anlaşılacağı üzere devrim hareketi ordu içinde de büyük taraftar toplamıştı. Artık Humeynî’nin İran’a dönmesinin zamanı gelmişti. 1 Şubat 1979’da Tahran’a ulaşan Humeynî’yi 10 milyon insan karşıladı. Humeynî, havaalanından devrim şehidlerinin gömülü olduğu Bihişt-i Zehrâ Mezarlığı’na gitti. Orada Bahtiyar hükümetini tanımadığını, kendisinin yeni bir hükümet kuracağını ilân etti (a.g.e., IV, 281-286). Geçici İslâm hükümeti Mehdî Bâzergân’ın başkanlığında 5 Şubat’ta kuruldu. Silâhlı kuvvetlerin gittikçe dağıldığını, birçok askerin Humeynî taraftarlarına katıldığını gören Bahtiyar 10 Şubat’ta Tahran’da sokağa çıkma yasağı ilân etti. Humeynî bu yasağa uyulmamasını istedi ve şaha bağlı ordu mensuplarının halka ateş açması durumunda cihad ilân edeceğini açıkladı (a.g.e., V, 75). Ertesi gün Yüksek Askerî Konsey Bahtiyar’dan desteğini çekti, 12 Şubat günü de rejimin bütün organları çöktü. Artık devrim başarıya ulaşmıştı.

İran’da seküler, liberal, milliyetçi ve sol çevreler de devrime özellikle başarıya ulaşacağının anlaşılması üzerine destek vermişlerdi; ancak devrimde merkezî rolü oynayan Humeynî ve onun liderliğini yaptığı İslâmî yapı idi. On dört yıl ülkesinden ayrı kalmasına rağmen Humeynî İran halkını harekete geçiren motivasyonları çok iyi kavramıştı. Sadece sembolik bir lider olmakla yetinmedi, aynı zamanda devrimi yönetti. Zaman zaman bazı kişilere danışıp onlardan bilgi aldıysa da bütün önemli kararları kendisi verdi; şahla anlaşma yolları aranması tavsiyelerini hiçbir zaman kabul etmedi. Devrimden sonra da İran İslâm Cumhuriyeti’nin politik yapısını şekillendirmede merkezî bir rol oynadı. 29 Şubat 1979’da Tahran’dan Kum’a geçerek yönlendirici rolünü oradan gerçekleştirdi. 30-31 Mart günlerinde İslâm Cumhuriyeti’nin kuruluşu için referandum yapıldı (a.g.e., V, 223). Yeni düzenin kurumlaşması, 3 Ağustos’ta yeni anayasa konusunda çalışmalar yapacak olan Meclis-i Hübregân’ın seçimiyle devam etti. Bu mecliste bulunan yetmiş üç üyeden elli beşi ulemâ sınıfındandı.

Çoğunluğu İslâmî eğilime sahip liberal teknokratlardan oluşan Bâzergân hükümeti, ülkede durumun hızla normale dönmesi ve devrim kurumlarının yavaş yavaş ortadan kaldırılması taraftarıydı. Bu yüzden çoğunluğunu ulemânın oluşturduğu, radikal değişiklikler yapılmasından ve sertlikten yana olan Devrim Konseyi ile hükümet arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Humeynî bu iki kurum arasında tarafsız görünmeye çalıştıysa da ulemâyı tuttuğu açıktı. 1 Temmuz’da Başbakan Bâzergân Humeynî’ye istifasını sunduysa da kabul edilmedi. Devrim Konseyi’nin dört üyesi (Rafsancânî, Hüccetü’l-İslâm Cevâd Bâhüner, Âyetullah Muhammed Mehdevî Kânî ve Âyetullah Seyyid Ali Hamaney [Hâmeneî]), iki kurum arasındaki iş birliğini geliştirmek amacıyla Bâzergân hükümetine dahil oldu.

Bâzergân ile devrim yanlılarını birbirinden koparan son olay, Tahran’daki üniversite öğrencilerinin, Amerika Birleşik Devletleri’ni şahı himaye etmek ve İran’da şah lehine bir darbe hazırlamakla suçlayarak 4 Kasım 1979’da Amerikan büyükelçiliğini işgal etmeleri ve personeli rehin almalarıyla gerçekleşti. Öğrenciler rehineleri serbest bırakmak için şahın İran’a teslim edilmesini şart koştular. Onların bu teşebbüslerinden önce Humeynî’nin yakın danışmanlarından onay almış olmaları muhtemeldir. Çünkü olaydan sonra Humeynî öğrencilerin bu davranışını birinci devrimden daha büyük bir hareket olarak değerlendirmiştir (a.g.e., X, 141). Amerika Birleşik Devletleri düzenlediği başarısız bir kurtarma operasyonundan sonra 7 Nisan’da İran ile diplomatik ilişkilerini resmen kesti; Humeynî ise bunu İran halkı için bir sevinç vesilesi olarak yorumladı (a.g.e., XII, 40); rehineler ancak 21 Ocak 1981’de serbest bırakıldı.

15 Kasım’da Meclis-i Hübregân’ın onayladığı anayasa değişikliği 2-3 Aralık 1979’da yapılan referandumda büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Bu anayasanın velâyet-i fakih prensibini getiren ve bu makamı işgal edecek olan âdil ve dindar fakihe en yüksek yetkiler tanıyan 5, 109 ve 110. maddeleri Humeynî’nin liderlik rolünün anayasal temelini oluşturuyordu. Bununla birlikte Humeynî otoritesini ahlâkî ve mânevî prestijinden almaktaydı; bu da kendisinin “toplumun lideri” anlamında “imam” olarak tanınmasına yol açmıştır.

23 Ocak 1980’de bir kalp rahatsızlığı yüzünden Kum’dan Tahran’a getirilen Humeynî, tedavinin ardından 22 Nisan’da Tahran’ın kuzeyinde yer alan Cemerân’da mütevazi bir eve yerleşti ve ömrünün geri kalan kısmını bu evde geçirdi. Evin etrafında giderek genişleyen yeni bir mahalle oluştu. Humeynî hastahanede iken Ebü’l-Hasan Benî Sadr İran İslâm Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Fransa’da iktisat öğrenimi görmüş bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesinde, Humeynî’nin bir din âliminin seçime girmesinin doğru olmayacağı yönündeki kararı da etkili olmuştur. Bu hadise, siyasî sistemin kurumlaşması ve istikrara kavuşması için atılan önemli bir adım olarak görülebilir. Ancak Humeynî’den bağımsız bir yönetim peşinde olan Benî Sadr’ın cumhurbaşkanlığı bir hükümet krizine yol açtı. Bu kriz devam ederken 22 Eylül 1980 tarihinde Irak yaklaşık sekiz yıl sürecek bir savaş başlattı. Humeynî bu savaşı başlatanın Amerika Birleşik Devletleri olduğunu ifade etti ve İran halkından devrim döneminde yaptığı gibi bu tehlike karşısında da direnmesini istedi.

Savaş sırasında izlenecek politika konusunda Benî Sadr ile muhalifleri arasında görüş ayrılığı çıktı. Devrimin başından beri ihtilâfları çözmeye çalışan Humeynî, bu yeni hizipler arasındaki karşılıklı suçlamaları incelemek üzere üç kişilik bir komisyon kurdu. Komisyonun 1 Haziran’da verdiği rapora göre Benî Sadr anayasayı ihlâl etmek ve Humeynî’nin emirlerine karşı gelmekten suçlu bulundu. Neticede Benî Sadr 21 Haziran’da yapılan bir meclis oturumunda yetersiz görüldü, ertesi gün anayasanın 110. maddesi gereğince Humeynî tarafından görevinden alındı. Bir süre İran’da saklanan Benî Sadr 28 Temmuz’da Paris’e kaçtı.

Cumhurbaşkanlığının sonuna doğru Benî Sadr, Humeynî’yi ortadan kaldırma yönünde faaliyet gösteren Halkın Mücahidleri Örgütü ile (Sazmân-ı Mücâhidîn-i Halk) iş birliğine girmişti. Benî Sadr’ın gitmesinden sonra Halkın Mücahidleri Örgütü hükümet liderlerine suikast girişimlerinde bulunmaya başladı. Aslında bundan önce de Hizb-i Cumhûrî-i İslâmî’nin merkezine bombalı bir saldırıda bulunulmuş ve Âyetullah Bihiştî’nin de içinde bulunduğu yetmişten fazla insan öldürülmüştü; 30 Ağustos’ta cumhurbaşkanı seçilen Ali Recâî de bir başka bombalı saldırıya kurban gitmişti. Bundan sonra iki yıl boyunca suikastlar devam etti. Bu olaylar esnasında soğukkanlılığını koruyan Humeynî, Recâî’nin öldürülmesinin ardından yaptığı bir konuşmada suikastların hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini belirtti (Sahîfe-yi Nûr, XV, 130). İran’ın içeride bu tür problemlerle uğraşırken Irak karşısında savunmacı bir savaşı yürütebilmiş olması aslında yeni düzenin yerleştiğini ve Humeynî’nin halkın lideri olarak bir prestij kazandığını göstermektedir.

Humeynî’nin eski arkadaşı ve takipçisi olan Âyetullah Hamaney 2 Ekim 1981’de cumhurbaşkanı seçildi ve Humeynî’nin vefatından sonra onun yerine İslâmî cumhuriyetin dinî liderliğine getirildiği 1989 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu dönemde Irak’la yapılan savaşın zamanla İran lehine geliştiği görüldü. Bunun yanında Amerika Birleşik Devletleri İran’ın kesin bir zafer kazanmasını önleme yolundaki çabalarını arttırdı. Nitekim 2 Temmuz 1988’de bir İran uçağını vurdu; olayda 290 yolcu hayatını kaybetti. Bunun üzerine Humeynî, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 598 sayılı kararında belirtilen şartları kabul ederek daha önce Saddam rejimini devirinceye kadar savaşacakları yolunda açıklamada bulunmuş olmasına rağmen savaşa son vermeye razı oldu.

Humeynî’nin ömrünün son yılında meydana gelen en önemli gelişme, bir zamanlar öğrencisi ve yakın arkadaşı olan Âyetullah Hüseyin Ali Muntazırî’nin elinden, 1985’te kendisine tanınmış olan İslâm Cumhuriyeti’nin dinî liderine halef olma yetkisini almasıydı. Muntazırî’nin damadı Mehdî Hâşimî ve bazı arkadaşları karşı devrim hareketinde bulundukları için idam edilmişler, Muntazırî de İslâmî cumhuriyete özellikle yargıyla ilgili meseleler hususunda çok ağır eleştirilerde bulunmuş, 31 Temmuz 1988’de Humeynî’ye yazdığı bir mektupta Halkın Mücahidleri Örgütü’nün İran hapishanelerinde bulunan üyelerinin kendi açısından meşrû olmayan sebeple idam edilmelerini sorgulamıştı. Ertesi yıl işler daha da karışınca 28 Mart’ta Muntazırî Humeynî’ye haleflikten istifasını vermek mecburiyetinde kaldı; Humeynî de kendisine yazdığı bir mektupla istifasını kabul ettiğini bildirdi (a.g.e., XXI, 112).

14 Şubat 1989’da Humeynî’nin Hz. Peygamber’e hakaret eden The Satanic Verses (Şeytan Âyetleri) adlı romanın yazarı Selman Rüşdi ile kitabın yayımlanmasından sorumlu olanların öldürülmesine dair verdiği fetva özellikle Batı’da geniş tepkilere yol açtı.

Humeynî 3 Haziran 1989 tarihinde vefat etti. 9 milyon insanın hazır bulunduğu cenaze töreninde naaşı Tahran’ın güneyinde Kum’a giden yol üzerinde bulunan mezarına ancak helikopterle taşınabildi. Bugün türbenin etrafı genişlemeye devam etmekte, burada ziyaret, ibadet ve eğitim amaçlı yeni bir şehir doğmaktadır. Ölümünün hemen ardından Humeynî’nin vasiyeti açıklandı. Uzunca bir belge olan vasiyette öncelikle İran toplumunun çeşitli sınıflarına hitap edilmekte, onlardan İslâm Cumhuriyeti’nin korunması ve güçlenmesi için ellerinden geleni yapmaları istenmektedir.

İran halkının önemli bir kısmı Humeynî’nin mirasına büyük değer vermekte, onun İran’a sadece dinî liderlik kurumu ve seçilmiş yasama organı bulunan bir siyasî sistem bırakmakla kalmadığına, aynı zamanda gayri müslim dünya karşısında bağımsızlık tavrı, kendine güven ve yeni bir dünya görüşü bıraktığına inanmaktadır. Humeynî’nin en çok önem verdiği hususlardan biri de Şiîler ile Sünnîler arasında bir birlik oluşturmaktı. Sünnî bir imamın arkasında Şiîler’in kıldıkları namazın câiz olduğunu söyleyen ilk Şiî otorite Humeynî’dir (İstiftâ?ât, I, 279). Humeynî’nin dinî ve ahlâkî eserleriyle yakın çevresinin gözlemleri, onun dışa dönük mücadeleci kişiliğinin arkasında iç dünyasında yüksek bir dinî duyarlığa sahip olduğuna işaret etmektedir.

Eserleri. A) İrfanî ve Felsefî Eserleri. 1. Şerhu du?â?i’s-seher (Tahran 1362 hş.). Aslı Arapça olup Seyyid Ahmed el-Fihrî tarafından önce aslıyla, daha sonra aynı nâşir tarafından Farsça’ya çevrilerek yayımlanmıştır (Tahran 1370 hş.). 2. Risâle fi’t-taleb ve’l-irâde (Tahran 1362 hş.). Kader ve kazâ konularına tahsis edilen bu Arapça eser, Seyyid Ahmed el-Fihrî tarafından yapılan Farsça tercüme ve şerhiyle birlikte neşredilmiştir. 3. Ta?lîkat ?alâ Şerh-i Fusûsi’l-hikem ve Misbâhi’l-üns (Kum 1365 hş.). Dâvûd-i Kayserî’nin Fusûsü’l-hikem şerhine ve Molla Fenârî’nin Sadreddin Konevî’nin Miftâhu’l-gayb’ının şerhine yazılan ta‘likattır. 4. Sırru’s-salât (Tahran 1369 hş.). Salâtü’l-?ârifîn ve mi?râcü’s-sâlikîn adıyla da bilinen eser Farsça olup Cevâdî Âmülî’nin önsözüyle birlikte yayımlanmıştır. 5. Cilvehâ-yı Rahmânî (Tahran 1371 hş.; son üç eser, Humeynî’nin oğlu Ahmed’e yazdığı mektuplar ve ona ithaf ettiği şiirlerden oluşur). 6. Şerh-i Çihil Hadîs (Tahran 1372 hş.). Muhammed el-Garavî tarafından el-Erba?ûn hadîsen adıyla Arapça’ya tercüme edilmiştir (Beyrut 1416/1996). 7. Âdâb-ı Namâz (Tahran 1372 hş.). Seyyid Ahmed el-Fihrî tarafından el-Âdâbü’l-ma?neviyye li’s-salât adıyla Arapça’ya çevrilmiştir (Dımaşk 1984). 8. Dîvân-ı İmâm Humeynî (Tahran 1372 hş.). Humeynî’nin Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Hâfız-ı Şîrâzî üslûbunda yazdığı tasavvufî gazellerden oluşur. 9. Misbâhu’l-hidâye ile’l-hilâfe ve’l-velâye (Tahran 1372 hş.). Hilâfet konularıyla ilgili olup Celâleddin Âştiyânî’nin önsözü ve şerhiyle birlikte yayımlanmıştır. 10. Nokta-yı ?Atıf (Tahran 1373 hş.). 11. Cihâd-ı Ekber yâ Mübâreze be Nefs (Tahran 1373 hş.). Humeynî’nin Necef’te iken nefisle mücadele konusunda talebelerine yaptığı konuşmalardan oluşan eser Cihad-ı Ekber adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir (trc. Ali Nurhan, İstanbul 1989). 12. et-Ta?lîkat ?ale’l-fevâ?idi’r-razaviyye (Tahran 1417). Kadı Saîd Kummî’nin İmam Ali er-Rızâ’nın bazı hadislerine yazdığı şerhlere ilâvelerdir. 13. Mahrem-i Râz (Tahran 1375 hş.). 14. Tefsîr-i Sûre-i Hamd (Tahran 1375 hş.). Fâtiha sûresinin tefsiridir. Tefsîru âyeti’l-besmele de bu eserin bir bölümünün İrfan Mahmûd tarafından Arapça’ya yapılan tercümesidir (Beyrut 1412/1992). 15. Sebû-yı ?Aşk (Tahran, ts.). Humeynî’nin ömrünün son iki yılında kaleme aldığı gazelleri ihtiva eder.

B) Fıkıh. 1. Ta?lîkat ?ale’l-?Urveti’l-vüska (Kum 1340 hş.). Muhammed Kâzım Yezdî’nin el-?Urvetü’l-vüska adlı eserinin şerhidir. 2. el-Mekâsibü’l-muharreme (Kum 1381). 3. er-Resâ?il. Müellifin Ka?ide lâ zarar, el-İstishâb, et-Te?âdül ve’t-tercîh, Fi’l-İctihâd ve’t-taklîd, Fi’t-Takıyye adlı risâlelerinden oluşan eser Müctebâ Tahrânî’nin dipnotlarıyla birlikte yayımlanmıştır (Kum 1385). 4. Velâyet-i Fakih yâ Hükûmet-i İslâmî. Humeynî’nin 1969 yılında İslâm devletinin mahiyeti ve kurulmasının gereği konusunda verdiği derslerden oluşan eser aynı yıl Necef’te basıldıktan sonra İran’da birçok defa neşredilmiştir. el-Hükûmetü’l-İslâmiyye adıyla Arapça’ya (Necef 1389), İslâm Fıkhında Devlet ismiyle Türkçe’ye (trc. Hüseyin Hatemi, İstanbul 1979) çevrilen eser ayrıca İngilizce’ye de tercüme edilmiştir (“Islamic Goverment”, Islam and Revolution [trc. Hamid Algar], Berkeley 1981, s. 27-166). 5. Kitâbü’t-Tahâre (Necef 1389). 6. Tahrîrü’l-vesîle. Fıkıh konularını yaygın sistematiğe göre ele alan eserin son kısmında günün meseleleriyle ilgili cevaplar yer alır (Necef 1390; Beyrut, ts.). 7. Kitâbü’l-Bey? (Necef 1396). 8. Tavzîhu’l-mesâ?il (Tahran 1359 hş.). Müellifin fıkıhtaki mukallitleri için yazdığı Farsça ilmihal olup Risâle-i Ahkâm adıyla da anılır. Eser Tevzîhul Mesâil Risalesi: Tam İlmihal ismiyle Türkçe’ye tercüme edilmiştir (Tahran 1408). 9. ed-Dimâ?ü’s-selâse (Kum 1403). Humeynî’nin tahâret konularıyla ilgili olarak verdiği derslerin Âyetullah Sâdık Halhalî tarafından tutulan notlarından meydana gelmiştir. 10. Zübdetü’l-ahkâm (Tahran 1404). 11. İstiftâ?ât (I-II, Kum 1366-1372 hş.). Humeynî’nin devrimden sonra verdiği yaklaşık 2500 fetvadan oluşan Farsça eseridir. 12. Risâle fî ta?yîni’l-fecr fi’l-leyâli’l-mukmire (Kum 1368 hş.). 13. Menâsik-i Hâc (Tahran 1370 hş.). 14. Ahkâmü’l-İslâm beyne’s-sâ?il ve’l-imâm (Beyrut 1413). Daha çok 1981-1983 yılları arasında Humeynî’ye sorulan sorulara verilen cevaplardan oluşur. 15. Envârü’l-hidâye fi’t-ta?lîka ?ale’l-Kifâye (Tahran 1372 hş.). Muhammed Kâzım-ı Horasânî’nin Kifâyetü’l-usûl adlı eserinin şerhidir. 16. Bedâ?i?u’d-dürer fî ka?ideti nefyi’z-zarar (Tahran 1414). Yukarıda adı geçen Ka?ide lâ zarar adlı risâlenin tenkitli neşridir. 17. Menâhicü’l-vüsûl ilâ ?ilmi’l-usûl (Tahran 1372 hş.). Fâzıl Lenkerânî’nin ekleriyle birlikte basılmıştır. 18. Ta?lîkat ?alâ Vesîleti’n-necât (Kum, ts.). Ebü’l-Hasan İsfahânî’nin Vesîletü’n-necât adlı eserinin şerhidir. 19. Hâşiye ber Risâle-i İrs (Kum, ts.). Molla Hâşim Horasânî’nin mirasla ilgili eserinin şerhidir. 20. Kitâbü’l-Halel fi’s-salât (Kum, ts.). 21. Tehzîbü’l-usûl (Kum, ts.). Fıkıh usulüyle ilgili olarak verdiği derslerden oluşur.

C) Diğer Eserleri. 1. Keşf-i Esrâr. Ali Ekber Hakemîzâde’nin Esrâr-ı Hezârsâle adlı eserine reddiye olup Kum ve Tahran’da birçok defa basılmıştır. 2. Mecmû?â?î ez Mektûbât, Suhanranîhâ, Peyâmhâ ve Fetâvâ-i İmâm Humeynî (Tahran 1360 hş.). Humeynî’nin çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalar ve yazdığı mektuplardan oluşur. Eserin bir kısmı Muhammed Cevâd el-Mihrî tarafından Muhtârât min akvâli’l-İmâm el-Humeynî adıyla Arapça’ya tercüme edilmiştir (Tahran 1402). 3. Sahîfe-yi Nûr (1361-1371 hş.). Yine Humeynî’nin mektup ve konuşmalarından ibaret olup yirmi iki cilt halinde derlenmiştir. 4. Sahîfe-yi İnkılâb (Tahran 1368 hş.). Humeynî’ye ait vasiyetlerin Farsça metinlerinden meydana gelen eser, Arapça’ya (Nassü’l-vasiyyeti’l-ilâhiyyeti’s-siyâsiyye, Tahran 1989) ve İngilizce’ye (Imam Khomeini’s Last Will and Testament, Washington DC 1989) çevrilmiştir. 5. Sîmâ-yi Zen (Tahran 1370 hş.). Humeynî’nin İslâm’da kadının statüsüyle ilgili konuşmalarının kitap haline getirilmiş şeklidir. 6. Peyâm-i İnkılâb (Tahran 1373 hş.). Aynı muhtevada bir eserdir. 7. Kevser (I-II, Tahran 1373 hş.).

Ziyaret -> Toplam : 125,27 M - Bugn : 30047

ulkucudunya@ulkucudunya.com