AHMED HÂŞİM
M. Orhan Okay 01 Ocak 1970
(ö. 1887-1933)
Türk şairi ve deneme yazarı.
Bağdat’ta doğdu. Doğum tarihi olarak yakın zamanlara kadar 1883 ile 1887 arasında değişik tarihler gösterilmişse de M. Kaya Bilgegil’in Millî Eğitim Bakanlığı Arşivi’nden (D/6490 numaralı dosya) tesbit ettiği yeni bilgilere göre, bu tarihin hicrî 1304, rûmî 1303 (1887) olduğu kesinlik kazanmıştır. Baba tarafından Bağdatlı Âlûsîzâdeler’e, anne tarafından da Kâhyazâdeler’e mensuptur. Her iki aileden de müfessir, fakih ve din adamları yetişmiştir. Babasının Arabistan vilâyetlerindeki vazifeleri sebebiyle düzensiz bir tahsil gördü. Çok sevdiği annesinin ölümü üzerine babasıyla İstanbul’a geldi. Bir yıl Numûne-i Terakkî Mektebi’ne devam ettikten sonra (1896), Galatasaray Sultânîsi’ne yatılı olarak girdi (1897). Mezun olunca (1907) Reji İdaresi’ne memur oldu, bir taraftan da Mekteb-i Hukuk’a devam etti. İzmir Sultânîsi’nde Fransızca ve edebiyat muallimliği (1910-1914), daha sonra Maliye Nezâreti mütercimliği yaptı. I. Dünya Savaşı’ndaki askerliğinde Anadolu’nun çeşitli yerlerini görmek fırsatını buldu. Askerlik sonrasında bir müddet İâşe Nezâreti’nde ve Düyûn-ı Umûmiyye’de (1922-1924) çalıştı. Bu arada Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nde (Güzel Sanatlar Akademisi) mitoloji dersleri verdi. Daha sonra tayin edildiği Mülkiye Mektebi Fransızca muallimliğiyle beraber akademideki kürsüsünü ölünceye kadar muhafaza etti.
1924’te Düyûn-ı Umûmiyye’den aldığı ikramiye ile Fransa’ya giden Ahmed Hâşim, o yılın yazını Paris’te geçirdi. 1928’de ikinci defa, bu sefer tedavi için Paris’te bulundu. Son olarak yine tedavi için gittiği Frankfurt’tan iyileşemeden döndü. 4 Haziran 1933’te Kadıköy’deki evinde öldü. Mezarı Eyüp’tedir.
Kaynaklar, babasının memuriyeti gereği yer değiştirmesi dolayısıyla Hâşim’in İstanbul’a geldiği zaman Türkçe’yi iyi bilmediğini yazarlar. Bir yıl okuduğu Numûne-i Terakkî’ye, bu eksikliğin telâfisi için verilmiş olmalıdır. Onun sanat ve edebiyat meseleleri ile ilgilenmeye başlaması Galatasaray’daki öğrencilik yıllarına rastlar. Burada devrinin ünlü isimleri arasında bulunan Arapça muallimi Zihni Efendi, Farsça muallimi Acem Feyzi, edebiyat muallimleri Tevfik Fikret ve Müftüoğlu Ahmed Hikmet beylerden faydalandı. Yine burada, sonraları her biri edebiyat alanında şöhret yapacak olan Hamdullah Suphi, İzzet Melih, Emin Bülent ve Abdülhak Şinasi ile de yakın mektep arkadaşı oldu. Sanata ve edebiyata meraklı bu çevre içinde şiirle uğraşan Haşim’in bilinen ilk manzumesi “Hayâl-i Aşkım”, 7 Mart 1901 tarihli Mecmûa-i Edebiyye’de neşredilmiştir. Bu şiirle beraber, daha sonraki iki yıl içinde çıkan on beş şiirinde, kısmen Muallim Nâci ve Abdülhak Hâmid, daha çok da Fikret ve Cenab’ın tesirleri görülür.
Ahmed Hâşim, Galatasaray’daki talebeliğinin son yıllarında Fransız şiirini, özellikle Fransız ve Belçikalı sembolistleri, bu yolla da Batı edebiyatının estetik ve poetik temelini yakından tanımaya çalışmıştır. Halit Ziya Kırk Yıl’da, onun kendi nesli içinde Batı şiirini en iyi araştıran ve bilen bir sanatkâr olduğunu söyler. 1906’da Galatasaray Sultânîsi’nin son sınıfında iken tamamlayıp 1908-1909 yıllarında neşrettiği “Şi‘r-i Kamer”lerde şahsiyeti ve orijinalliği belirmeye başlar. 1909’da aralarına katıldığı Fecr-i Âtî çevresindeki yazıları, topluluğun yayın organı olan Servet-i Fünûn dergisindeki on beş kadar şiir ve Edebiyât-ı Cedîdeciler’i tenkit eden bir makaleden ibarettir.
Göl Saatleri ve Piyâle adını taşıyan kitaplarıyla bunun dışındaki şiirlerinin toplamı doksan beş civarında olan Hâşim için verimsiz olmaktan ziyade, titiz ve “saf şiir” peşinde bir şair hükmünü vermek daha doğru olur. Bir mukaddime kıtası ve iki küçük şiirin ilâvesiyle on iki parçadan ibaret olan “Şi‘r-i Kamer”ler, Bağdat’ta geçen çocukluğuna ait hâtıralar ve intibalarla, sonraki şiirlerinde platonik aşkla karışacak olan derin bir anne sevgisi, güneşten kaçıp çöle hayat veren geceye sığınma, hastalık, ölüm gibi şairin çocukluğundan gelen, bazan şuur altında gizlenmiş duyguların izlerini taşır.
1921’de Dergâh mecmuasında çıkan “Bir Günün Sonunda Arzu” adlı şiirinin fazla müphem bulunarak tenkit edilmesi üzerine kaleme aldığı “Şiirde Mâna ve Vuzuh” adlı yazısı, edebiyatımızda şiir üzerine yazılan önemli makalelerdendir. Daha sonra Piyâle’nin mukaddimesi olarak “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” adıyla neşredilen bu yazıda Hâşim, şiirde mâna ve anlaşılabilirlik aranmayacağını, şiirin didaktik, fikrî ve belâgatçı değil, “resullerin sözleri gibi” çeşitli yorumlara müsait, sözden çok mûsikiye yakın ifade sanatı olması gerektiğini ileri sürer. Gerçekten de Hâşim’in şiiri, genellikle bu tarife uygun olarak, Batılı sembolist-empresyonist akımın tesiri altında, netlikleri silinmiş, gölgelenmiş, karartılmış tablolar gibidir. Hemen hepsinde derin bir melankoli, müphemlik, uzak ve meçhul diyarlara duyulan nostalji ve çok defa psiko-analitik yorumlara muhtaç renkler ve mûsiki hissedilir.
Hâşim’in nesir yazıları, şiirinden farklı bir karakter gösterir. Bu yazıların açık, berrak, nisbeten sade, nükteli hatta müstehzi bir ifadesi vardır. Nesirlerinde de şiirlerindeki kadar kelime seçiminde titiz olan Hâşim, küçük obje ve vak‘alardan hareket ederek, fazla derinliği olmayan bir perspektiften yakaladığı dış dünya intibalarını nakleder. Fıkralar, edebî tenkitler ve seyahat notlarının sağlığında neşredilenleri, her zaman beğenilmiş ve aranmıştır.
Hâşim, son devir edebiyatımızın cemiyet meseleleri ile en ilgisiz şairidir.
Bilhassa şöhretini yaptığı yıllarda, Türk toplumunun içinde bulunduğu çalkantılar ve çağdaşları olan diğer şairlerin katıldıkları siyasî-fikrî akımlar göz önüne alınırsa, onun bu tarafı daha da dikkati çeker. Bunun yanı sıra dinî duygulara da ilgisiz kalmıştır. İlk şiirleri arasında “Allahüekber” gibi dinî, “Perî-i Hürriyet” gibi fikrî ve “Bayrak” gibi millî motiflerden hareket eden üç şiirini de sağlığında çıkan kitaplarına almamıştır. Ancak onun sembolizm yoluyla bir çeşit mistisizme yaklaşmış olduğu söylenebilir. Fransız sembolist şairi Mallarmé’den naklederek benimsediği kanaatlerine göre, şekilleri ve maddeyi tasvir eden realizmin değil, edebî olan ide ve duyguların tebcili, şairlerin insanlar arasında “ruhanî” ve “lâdinî mutasavvıflar” zümresi teşkil ettiği, günlük dilin ancak “kudsî” bir istihâleden geçerek şiir dili haline gelebileceği gibi düşünceler, şiirin âdeta din yerine kaim olduğu hükmünü verdirir. Şiiri “resullerin sözleri” olarak telakkisi, yahut “Yollar” şiirindeki mâbed motifleri de bu duygunun mahsulleridir.
Eserleri. Şiirler: Göl Saatleri (İstanbul 1921); Piyâle (İstanbul 1926). Birkaç defa yayımlanan şiirleri son olarak, Bütün Şiirleri (Piyâle, Göl Saatleri, Diğer Şiirleri) adıyla İnci Enginün-Zeynep Kerman tarafından yayımlanmıştır (İstanbul 1987). Nesirler: Bize Göre (İstanbul 1928); Gurebâhâne-i Laklakan (İstanbul 1928); Frankfurt Seyahatnamesi (İstanbul 1933). Nesirlerinin tamamı Mehmet Kaplan tarafından Bize Göre/Gurabahane-i Laklakan/Frankfurt Seyahatnamesi (İstanbul 1969) adıyla yayımlanmıştır.