Bu gidişatla biraz zor
Mehmet Ali Bulut 01 Ocak 1970
Şunu anladım ki tefrika bitmeden ittihad olmayacak…
İttihad olmadan da hiçbir beklenti gerçekleşmez. Bir Musa’nın çıkmasını bir süre daha bekleyeceğiz…
Maalesef, Müslümanlar arasında oluşan farklı yaklaşımların hep siyaset zeminine çekilip orada bir körler ve sağırlar döğüşüne dönüştürülmesi, İslam dünyası için daima yabancılar tarafından kullanılır bir siyasi malzeme olmuştur.
Müslüman halkların –hemen her ülkede-, kavga etmeden tartışmayı; meselelerini çözmeyi unuttukları asırlara baliğ olduğu gibi, iktidarların da mahza kendi halklarının çıkarları doğrultusunda hizmet etme alışkanlıklarını kaybetmeleri bir o kadar zaman alır.
“Avrupa ne der, Amerika ne der” cümlesi, siyasilerimizin repliği olmuştur. Zira iktidarların iktidarda kalmaları, halkın eseri olmaktan çıkmış, onların tasvibine bağlı bir meseleye dönüşmüştür. Tıpkı, Abbasi hilafetinin çöküşü dönemindeki gibi. Kimin halife olacağı ve hilafetinin ne kadar süracaği, ordu içinde gücü ele geçirmiş -hata bir kısmı Müslüman da olmayan- Türk komutanların tasvibine bağlıydı…
Türkiye Cumhuriyeti’nde de kim iktidar olacak, kim iktidardan gidecek, Amerika ve Avrupa karar veriyor. Onların istemediği iktidar, önünde sonunda tahttan iniyor. Çünkü gerçekten halkları da istedikleri gibi sevk ve idare edebiliyorlar.
Şuradan belli ki, Avrupa’nın, Amerika’nın istemediği bir iktidarı, bir müddet sonra görüyoruz ki halk da istemiyor. Halkın kimi seçeceğine de onlar karar veriyorlar! O yüzden de Türkiye’de, siyaset yapmak isteyenler uzun müddet, umreye gider gibi Batı ve Amerika’daki mahfileri ziyaret edip bağlılıklarını bildirmek zorunda kaldılar. O mahfillerde sözü geçenler de gerçek Batı veya Amerika’dan çok orada dahi hükümran olan karanlık güçlerdi…
Onlar da bu zaafımızı bize karşı hep kullandılar. Türk halkın adayanarak siyaset yapmak isteyenleri, halkın nazarından düşürdüler veya yok saydırdılar.
Bunu hep başardılar. Müslümanlar olarak, artık maalesef, eğer birbirimize düşmanlık yapma imkânımız varsa, dostluğu denemeyi akıl edemediğimizi iyi biliyorlar. Nerede ise tüm cumhuriyet tarihi boyunca siyaset ve iktidar, halka rağmen yapıldığı için iktidarlar, güçlerini kaybetmemek için ya baskıya müracaat ettiler ya da tek parti döneminde olduğu gibi belli bir kesime rüşvet vererek iktidarını sürdürebildiler.
Cumhuriyet hükümetlerinin, aynı zamanda, batı hegemonyasının taşeronluğunu yapmak gibi bir görevleri(!) de bulunduğu için, halk nezdinde daima kuvvetli/yıkıcı bir muhalefetle de karşılaştılar. İktidar sağ partilerde olmuşsa, CHP ve yandaşları, onu, cumhuriyet değerlerine ihanet etmekle suçlamışlardır. CHP iktidarı ise her daim, belli bir kesim tarafından millete ihanetle suçlanmıştır. Dolayısıyla her iktidar kendi taraftarını da zinde tutmak gibi bir görev üstlenmiştir. Çünkü bizde iktidar değişikliği, sadece bir hizmet değişikliği değil, adeta iman küfür mücadelesinde siper kapma şeklinde algılana gelmiştir. O yüzden de iktidarların temel vazifelerinden biri de taraftarlarındaki teyakkuzu diri tutmaktır. “Ben olmazsam senin hayatın ve yaşam tarzın tehdit altına girer” psikolojisini diri tutmaktır. Bu uğurda, toplumun içine yeni ayrışmaları sokmak bile mubah görülmüştür… iktidarını sürdürmek için bir dış gücün hegemonyasını kabul etmek de dahil!
Bütün bu zaaflarımızı, kullanılabilir siyasi manipülasyon aygıtları olarak elinde tutan o karanlık mahfiller, aynı zamanda kimin siyaset yapıp yapmayacağına da karar veren merciler oluyorlar!
Peki, gerçekten de o odaklar o kadar güçlü mü?
Hayır, ama herkes onlara gidip arz-ı hürmet edince, kendi halkını idare etmek için bile onlardan tasvip ve ruhsat isteyince onlar da azmanlaştılar. Bizim saftirozluklarımızdan ve safderunluğumuzdan yararlanıp başımıza canavar kesildiler.
Cumhuriyet döneminde, gidip Batıdan icazet almak genelde sağcı siyasetçilerin başvurdukları bir usuldü. Gerçi buna da mecburdular. Çünkü asrın başında iki büyük harp ile milletin gücü kırılmış, imkânları yok edilmiş, başına da onların kendi idarelerini aratmayacak CHP Zihniyeti denilen bir jandarma konulmuştu. Mamafih, devletimizin yaşamasına bile Batıcı olması şartıyla müsaade etmişlerdi… Ondan inhiraf etmek imkânsızdı. Cumhuriyeti kuranların da tek parti döneminin de başka çareleri yoktu. Bağımsızlık masalı falan göz boyamaktan ibaretti. Türkiye Batının istemediği bir çizgide duramazdı. CHP’li muktedirler bunu biliyorlardı. Başka siyasetçilere de fırsat vermiyorlardı.
Türkiye’nin bu şekilde bir yere varamayacağını gören ve daha güzel şeyler yapılabileceğine inanan bazı siyasetçiler farklı şeyler yapmak istediler. Bunların ilki Menderes’ti. Menderes, iktidarı almak için CHP’den daha fazla batıcı, daha fazla Atatürkçü olmak gerektiğine inandı.
İktidarı İnönü’den almak için Amerikan desteğini yanına almak istedi. Böylece Türkiye için, yeni bir onay makamı var etti! Bunu yapmak zorunda mıydı, bilmiyorum. Ama sanırım sandı ki, Avrupa’ya karşılık Amerika’ya istinat ederse, ülke yararına daha bağımsız hareket edebilecek… Hâlbuki ki o dönem, Amerika’nın, tüm dünyada, iktidarı Avrupa’dan devraldığı dönemdi.
Nerede ise gidip Amerika’nın kucağına oturdu. Ta ki, Türkiye’yi Batının temsilcisi olan CHP sultasından kurtulsun. Böylece Türkiye Batının sultasından kurtulmamıştı ama başına yeni bir efendi sardırmıştı.
Menderes, doğru yaptı yanlış yaptı tartışılabilir, ama yaptı. Böylece, efendilerimiz ikiye üçü çıktı. Her meselede Avrupa’nın ve Amerika’nın tasvibini almak iktidar olmak isteyen siyasi ekiplerimizin zorunlu geleneği oldu. Gidip o mahfillerde, İslam’a olan düşmanlıklarını modernlik kisvesi altına gizlemiş hahamlardan ve papazlardan himmet dilendiler. İşin en acısı da, siyasilerimizin muhatap olduğu şahıs ve kuruluşlar, o ülkelerin gerçek temsilcisi değil, onları da ele geçirmiş saklı örgütlerdi… Şebekelerdi…
Kendisi racon koyan, kınayıcıların kınamasına aldırmadan hakka ve halkına hizmet eden idarecilere artık hasretiz. Tabii bu yaklaşımımdan, dünyaya rağmen hareket eden, halkına “ben en iyisini bilirim” deyip re’y-i vahidi dayatan diktatörlükleri kast etmiyorum. Dünyanın nereye gittiğini iyi okuyan ve halkını da o yöne sevk ve idare eden liderleri kast ediyorum. Özal öyle yapmak istedi ama tam beceremedi. Başlangıçta Amerika’ya verdiği sözler ve yaptığı anlaşmalar hep ayağına takıldı.
Bana göre Sayın Tayyip Erdoğan da bu noktada. Başlangıçta, önüne konan keyfi, küfri ve siyasi engelleri kaldırmak ve iktidar olmak için onların desteğini aldı. Şimdi de o desteğin sultasından kurtulamıyor. “Ya hep bizim dediğimiz gibi yaparsın ya da biz seni indiririz”, diyorlar. Erdoğan, o anlaşmalar gereği BOB eş başkanlığı bile yaptı. Buna rağmen ne zaman ki Türk milletinin menfaatlerini öncelemeye başladı, yerli yabancı güçler devreye sokulup iktidardan indirmek istendiler. Hala da devam ediyor. Ve o da direniyor.
Başlangıçta hiç onlara meyletmeseydi bugün çok daha güçlü olacaktı ama o zaman da belki siyasete girmesi mümkün olmayacaktı…
Bu direnç nasıl neticelenir bilemiyorum ama Batının her istediğini yapamayacağını anlaması açısından saygı duyulası bir direnç. Eğer gerçekten halk adına ise... Sadece iktidarını korumak hesabınabile olsa anlamlı! Türkiye’nin başına ne tür belalar açılır bilemiyorum fakat bu ülkede artık istedikleri gibi racon kesemeyeceklerini göstermek açısından iyi bir deney! İnşallah milletin hayrına tecelli eder! Çünkü vakti gelmemiş bir güç denemesi, insanı helake de götürebilir…
Çünkü Batı, hala içimizdeki ayrılıkları, farklılıkları kullanarak, bizi sevk ve idare edebiliyor. Bizim içimizde hep var olan kavgaları ve o kavgalara neden olan gerekçeleri canlı tutuyorlar. Her daim kullanabilecekleri adamlar bulabiliyorlar…
Bunun sebebi, içimizdeki fakru zaruret ve cehalettir. Ve tabii ihtilaflar… Çözemiyoruz ihtilafları. Çünkü aramızda o ihtilaflardan beslenen, kendi şahsi itibarını o ihtilafların devamında bulan “Ferisiler” ve “Yazıcılar” var.
Kimimiz Modernciyiz, kimimiz Batıcıyız, kimimiz Osmanlıcıyız, kimimiz İslamcıyız, kimimiz Türkçüyüz, Kimimiz, Şarkçıyız, kimimiz komünist, kimimiz liberal vs vs… Daha özele indiğimizde ise şuculardan buculardan ortalık yıkılıyor. Dikkatle bakarsanız, görürsünüz ki o insanlar esasında o taraftarlıktan besleniyorlar. Meslekleri olmuş yani.
Adam fes giyiyor, cüppe giyiyor, her meseleyi getirip Osmanlıcılığa, dindarlığa dayandırıyor. Bir de bakıyorsunuz ki o iş adamın geçim kaynağı; o söylemden geçiniyor. Bakıyorsunuz adam hem İslamcı hem Osmanlıcı fakat aynı zamanda iyi bir İngiliz muhibbi. İslam’ın bugünkü perişanlığının altında o milletin sinsi palanları var olduğunu biliyor ama o ayrı(!?)
Veya bakıyorsunuz, bir tek derdi var; Filistin! İslam yurtlarının her bir yerinde kan ve göz aşı var; fakat onun için varsa yoksa Filistin. Yahut varsa yoksa Türk! Varsa yoksa Kürt. Dönüp bakıyorsunuz, onu iş edinmiş. Aynı şey dinci hareketler için de geçerli… Siz dini imanı, vatanı savunduğunuzu sanıyorsunuz bir de bakıyorsunuz ki dev bir holding sahibi olmuş! Dini, davasını meslek edinmiş onu da geçimliği için ekmek teknesi yapmış. O yüzden de asla uzlaşmaya, farklı bir konseptte bir araya gelmeye yanaşmıyor.
Kısacası bugün İslam kardeşliğinin önündeki en büyük mani bizatihi İslamcılardır, Osmanlıcılardır veya benzeri meslek erbabıdır. Çünkü adam maişetini oradan temin ediyor tezgâhının bozulmasına neden razı olsun ki.
Ehli Sünnet ve Şia düşünceleri, geçmiş İslam dünyasının kamplaşmasında en bariz unsurlardı. Bunların altında bir yığın yan meslekler, kollar, damarlar var. Her birimiz o kollardan birini temsil ettiğimiz için o ayrışma noktalarının canlı kalması için çabalıyoruz. Sonra birileri de çıkıp İslam kardeşliğinden veya İttihad-ı İslam’dan söz ediyor. İslam kardeşliği veya Müslümanlar arasında bir tevhidin oluşması adamın tezgâhını dağıtacak, hiç ona yanaşır mı? Tabii ki kendi tezgâhını sürdürmek için karşıtlarını var edecek ki kendisine olan ihtiyaç devam etsin…
Mesele bu. Batı ve tabii artık Doğu, içimizdeki bu zaafları bizden daha iyi biliyorlar. Her türlü çatışma unsurlarının taraftarlarını el altından destekleyerek diri tutuyorlar. Her daim kavga etmeye, birbirimize saldırmaya teşne halde tutuyorlar. Lazım olduğunda da bir tek sembolik saldırı ile bizi birbirimize kırdırıyorlar.
Bu gidişat düzelmedikçe ne Müslümanların başı dertten kurtulur ne de İslam bir yere gelir.
Biz mucize bekliyoruz. Mehdi Mesih çıkıp ortalığı yatıştırır diye bekliyoruz. Kimsenin aklı da ermiyor bu işin nasıl olacağına dair. Allahın her şeye gücünün yetiyor olması yetiyor bize. Oysa O hikmetsiz iş yapmaz. Firavun’u alt etmek için Musa’nın çıkmasını bekledi. Onun zihinsel tedbir kabiliyetine ve direncine ihtiyaç vardı çünkü. Âlemin nizamı bunu gerektiriyor zira. Yoksa âlemi kun feyekün ile var eden Allah için hiçbir tedbirin manası yoktur. O, bu âlem sebep sonuç ilişkileri içinde var etti. Kendisini de Hud (as)’un lisanıyla “İnne Rabbi Ala sıratin müstakim” (Rabbim doğru yol üzerindedir) (Hud, 56) diyerek, koyduğu usulü bozmayacağını gösterdi…
Bu âlem usuller ve erkanlar bütünüdür. Her bir şeyin de hakkı hukuk vardır. İşin hakkını veren kafir de olsa galip gelir. Batı eşyada ve insan fıtratında geçerli kanun ve usuller bizden daha iyi bildiği için bizi maniple ederek, kendi amacına hizmet ettiriyor. Biz de güya hakka hizmet ettiğimizi sanarak birbirimizi kırıyoruz. Adına da cihat ve dine hizmet diyerek.
Herkes tezgahının peşinde. Cenab-ı Hak, bir ayet-i kerimede “Ve men ya’şu an zikri’r-Rahmani….” (Zuhruf, 36) buyuruyor. “Kim Allah’ın zikrinden kendine bir geçimlik yaparsa ona bir şeytanı musallat edriz; o ona karin olur, dost olur…” buyuruyor…