Devlet dağılırken
Gültekin Avcı 01 Ocak 1970
TÜBİTAK raporu, devlet bünyesindeki sarsıntıyı enikonu gösterdi.
Devlet, milleti nezdinde itibar ve güvenilirliğini koruduğu ölçüde vardır.
17 Aralık’tan bu yana devlet aygıtı, siyasal çıkarlar ablukasında ağır bir depresyon geçiriyor.
Devletin gösterdiği nevrotik refleksler, merkezden taşraya, devletten topluma, siyasetten bilime süratle yayılıyor.Zira enfeksiyon başladığında organizma tüm hatlarıyla bu marazı hisseder.
Siyaset, hukuk ve ahlaka rağmen faaliyet gösterirse, devletin kalbi teklemeye başlar.
Devlet ise toplumun kalbi gibidir, durdurularak dinlendirilmez.Siyaset hukuk ve ahlakı hiçe sayarak yükseliyorsa, devlet ve toplum alçalıyor demektir.
Rutin devlet faaliyetlerinin kamuoyunun gözleri önünde partizanlaşması, yönetimi daraltıp, hukuki meşruiyeti ortadan kaldırır.
Artık en rutin devlet işleyişi bile güven bunalımında çırpınır.Yönetim iki yoldan yozlaşır diyor Rousseau.
Yönetim daraldığı veya devlet eridiği zaman.
Yönetim büyük sayıdan küçük sayıya indiği, yani demokrasiden aristokrasiye geçtiği zaman daralır.
AKP yönetimindeki seçkinci, partizan ve oligarşik perspektif, devlet yönetimini açıkça daraltmış durumda.
Devam edelim Rousseau’nun ölümcül işaretine.
Devletin dağılma durumu ise iki şekilde baş gösterebilir ki, bu nevrotik görüntü Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir:
“Hükümdar devleti yasalara göre idare etmediği ve egemen gücü gasp ettiği zaman.”
Siyasal iktidar, kendisine teveccüh etmeyen halk kitlelerinin temel hak ve hürriyetlerini taciz noktasındaysa egemenlik gaspından, hukuk üstü davranıyorsa hukuki meşruiyetini yitirmiş bir yönetimden bahsetmek gerekir.
Devlet kadrolarında partizanlık, cadı avcılığı, nepotizm (akrabalık) ve kronizm… (Dostluk.)
Bunlara bir de hukuksuz müdahale ve baskıları eklediğinizde Türkiye tablosu berraklaşır.
Montajı hissettim
TÜBİTAK da bu cenderedeki devlet kurumlarından birisi.Cumhurbaşkanlığı adaylarının belirleneceği zeminde, Başbakan’ın önündeki süreci şaibe görüntüsünden temizlemeye yönelik bir rapor çıktı.
Bilim ve Teknoloji Bakanı’nın “Montajı hissettim” dediği, Dışişleri Bakanı’nın “Soru soran gazeteci başına bir şey gelmeden evine gidebiliyorsa basın hürdür” dediği bir ülkedeyiz.
TÜBİTAK, ses kayıtlarının parça hecelerden yeni kelimeler türetilerek oluşturulduğu ilginç bir uygulama var diyor.Onlarca TÜBİTAK personelinin işten atılmasından sonra…
Doğal olarak şu soru akla geliyor:
Başbakan Alo Fatih konuşmasını kabul edip cevap verdiyse…
Doğan Grubu ile ilgili davaya müdahale ettiğini kabul ettiyse…
MİLGEM ihalesi konuşmasını doğruladıysa…
“Benim ailemle, çocuklarımla konuşmalarımı dinlemişler” dediyse…
“Kriptolu telefonumu dinlemişler” diyorsa…
Başbakan’ın kabul ettiği konuşmaların hecelerini kim oluşturdu?
TÜBİTAK’a giden ses kayıtları montajlanmış olarak mı gitti, ilk internete düştüğü halleriyle mi?
TÜBİTAK’a bunca kadro teröründen sonra liyakat sahibi kişiler atandı mı?
TÜBİTAK’ın mevcut personelinin liyakat sahibi olduğunu varsaysak bile, bunca personel kıyımından sonra, kurumdan “Ses kayıtları orijinaldir” şeklinde rapor çıkma şansı var mı?
İş ve mesleki istikbali iktidarın iki dudağı arasında olduğu alenen yapılan kadro kıyımlarıyla gösterilen bir hengâmede objektif bilimsel raporlardan bahsetmek mümkün mü?
17-18 Aralık 2013 tarihli ses kayıtları için Bilim ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık'ın tüm baskı ve tehditlerine rağmen TÜBİTAK uzmanlarının montaj, dublaj raporu vermedikleri ve bu sebeple görevden alındıkları iddiaları ortada dururken, gerçek bir TÜBİTAK raporundan bahsetmek hukuk ve mantığa uygun değildir.
Bilimsel özerklik ve özgürlüğün garantisi de demokratik bir hukuk devletidir.
Bunca şaibe ve baskı altındaki bir TÜBİTAK raporu, bilimsel teknik perspektifle değil, kadro terörü ve personel kıyımıyla yazılmış görünüyor.
Veya “montajdır” raporu verecek ekibi buluncaya kadar gerçekleştirilen personel kıyımıyla…
Hukukun tükendiği yerde, bilimin vazifesi muktedire destek olmaktır.Artık Türkiye’deki bilimsel ve kriminal laboratuvarlar güvenilirliğini yitirdi.
Devlet dağılıyor!