Silivri yargılamaları ve sonuçları
Sadi Somuncuoğlu 01 Ocak 1970
Türk Milletinin, yazılı tarih öncesi destanlar devrinden bu yana, insanın ve insanlığın kurtuluşunu adalette gördüğünü, bilim adamları anlatmaktadır. Bu inanç en veciz ifadesini, “adalet mülkün temeli” özdeyişinde kendini bulmuştur. Bu hasletimizi, en sade ve güçlü bir şekilde, yaşlı ninelerimizin, “aman oğlum gavurun hakkını önce ver” sözlerinde de görebiliriz. İnsan olan herkes için geçerli olan bu adalet anlayışını, bizim dışımızdaki hiçbir kültür ve medeniyette bulmak mümkün değildir. Bunu, günümüzün en gelişmiş hukuk devletlerinde de göremiyoruz. Esasen, genlerinde sömürgecilik ve ırkçılık olan kültür ve medeniyetlerin, kendi dışındaki insanlık için adil olması düşünülemez.
Ancak, zamanımızda şartlar değişmiş, bu anlayış kültürümüzde ve vicdanımızda yaşasa bile kurumlarımızda aranır hale gelmiştir. Bunun en kahredici emareleri, özellikle son dönemin siyasi yargılamalarında da görülmektedir. Bir hukukçumuzun, adalet dağıtan kurumun “mahkeme değil, suç örgütü” olduğunu söylemek zorunda kalması, halimizin ifadesi sayılmalıdır.
İlk duruşması 19 Haziran 2010’da başlayan Balyoz Davası’nın safahatını birazcık bilenler, milli vicdanı sızlatan yargılama sonucunda 237 sanığa ağırlaştırılmış müebbet, 20, 18 ve 16 yıl gibi ağır hapis cezaları verildiğini hatırlayacaklardır. Yargıtay’ca da onaylanan bu karar AYM’nin ittifakla verdiği, “adil yargılama” yapılmadığı ve “hak ihlali” olduğuna dair kararı ile bir ölçüde çözüme kavuşmuştur. İlk mahkeme ise bu kararı dikkate alarak tutukluların tahliyesine karar vermiştir. Böylece yeniden yargılamanın önü açılmıştır.
“Ergenekon”, “Balyoz” ve benzeri davalara baktığımızda, bütün bunlar ülkemizde nasıl oluyor diye yüzümüz kızarıyor. Bütün bunların dünyanın gözleri önünde cereyan ettiğini düşünerek de, kahroluyoruz. İddianame adı altında hazırlanan “iftiraname” ve duruşmalarda görülen mesnetsiz ve korkunç suçlamalar; uydurma deliller, imzasız ihbarlar, iğrenç suçlara bulaşmış sahte şahitler, aşağılık tertipler dikkate alınmak suretiyle; buna karşılık kutsal olan savunma hakkının kısıtlanması, savunma şahitlerinin dinlenmemesi, dosyadaki deliller ve bilimsel kurumların raporlarının yok sayılması, savcılıkça sanıkların lehine olan delillerin saklandığının ortaya çıkmasına rağmen karar tesis edilmiştir. Kısaca korkunç bir hukuk cinayeti işlenmiştir.
Yargılama safhasında adalet ve insan hakları böylesine çiğnenirken, yargıdan önce yargılayan ve kararı verip infaza kalkışan malum medya takımı ile her vesileyle ve her gün ülkeyi; “devletin içine sızmış çetelerden”, “darbecilerden”, “cuntacılardan”, “terör örgütlerinden”, “vesayetten”, “katillerden temizledik” diyen siyaset erbabı hep devrede ve uyum içinde görülmüştür. Ülkemiz, yıllar boyunca, hep böylesine gergin ve yıkıcı gündemle yaşamak durumunda bırakılmıştır. Olup bitenleri izleyen yurttaşlarımız, önce bir şey anlayamadı, ama sonra hukukun katledildiğini ve ülkemizin ciddi şekilde güç kaybına uğradığını görmeye başladı. Bunları özetleyerek ifade edecek olursak;
1) Hukukun suç saydığı fiillerle değil de, zihniyetleri yargılamak suretiyle, geçmiş devirlerle ve bazı zümrelerle hesaplaşmaya kalkışan Orta Çağ karanlığının hortlatılması,
2) Medeniyetimizin özünü teşkil eden “adalet mülkün temeli” şiarımızın, yani hukuk devleti kavramının ağır bir yara alması,
2) Ülkemize büyük hizmetler yapmış şerefli ve seçkin komutanlarımızın şahsen, aileleri ve sevenleriyle maddi ve manevi işkence görmesi,
3) Yargılananların şahsında şanlı ordumuzun itibarsızlaştırıldığı, özellikle Deniz ve Hava Kuvvetlerimizin zayıflatılması,
4) Türkiye Cumhuriyetinin “Milli” ve “Üniter” devlet yapısının, çok ortaklı bir rejime (Irak modeline) dönüştürülmesinin en büyük engeli olan TSK’nın etkisizleştirilmesi,
5) TBMM, Cumhurbaşkanlığı, Hükümet ve Yargı’yı, kısaca Devleti kendine bağlayarak otoriter bir rejime geçişin yolunun açıldığı, kişi vesayetinin tesis edilmesi,
6) Devletimizin caydırıcılığının zayıflaması karşısında, yurt içinde bölücü terör örgütünün, yurt dışında Irak ve Suriye’ye yerleşen en vahşi terör örgütlerinin artan saldırılarının hedefi olmamız,
7) Terör örgütlerinin katliamına uğrayan, Irak ve Suriye’de, hemen sınır boylarımızda yaşayan, Türkiye’den başka yardımcısı bulunmayan kardeşlerimiz Türkmenlerin çığlıklarına seyirci kalınması, gibi önemli ve telafisi oldukça maliyetli sonuçlar doğurduğu görülmektedir.
Türkiye’mizi bu duruma getiren ve caydırıcı gücünü kaybettiren siyasetin sahibi, bir de devletin başına getirilirse, başımıza neler gelebilir iyi düşünülmelidir!