Ekmeleddin Bey’e Atatürkçülük testi
Mustafa Armağan 01 Ocak 1970
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun çatı adaylığı açıklanır açıklanmaz bazı çevrelerde ilk akla gelen sorunun ‘Atatürkçü mü, değil mi?’ olması Türkiye’de demokrasi ve fikir özgürlüğünün hal-i pür-melalini sergilemesi bakımından ibret-i alemlikti.
Düşünün, iki parti gece gündüz uğraşıyor, içtima içtima üstüne, neticede bir adayın ismi ilan ediliyor, ilk merak edilen şey, ‘ya Atatürkçü değilse’. Yani adayın nitelikleri, nişanları, kitapları şusu busu hiç önemli değil. İsterse sıfırın altında yaşasın, yeter ki Atatürkçü olsun! Maalesef az gelişmiş muhitlerde örümceklenen mantık bu.
İşin garibi, bu soru Utku Çakırözer tarafından sorulmuş ve Prof. İhsanoğlu, mecburen şu cevabı vermiş:
“Atatürk’ü, Cumhuriyet realitesini ve kazanımlarını inkâr etmek tamamen yanlıştır. Atatürk, istiklal mücadelesinin kahramanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak tüm Türk milletinin gönlünde yer etmiş mümtaz bir şahsiyettir. Bunun aksini söylemek tarihin realitesine yakışmayan bir tutum olur. Fransa için Napolyon, ABD için George Washington neyse Türkiye için de Atatürk odur. Türkiye’de Atatürk meselesi gündeme geldiğinde yapılan şu: Bir kesim onu yargılıyor ve tamamen reddediyor. Bir kesim ise yarı Tanrı misali kutsuyor. Ne kutsamalı ne de reddetmeliyiz. Türkiye’nin bu tartışmaları çoktan aşmış olması lazım. Cumhuriyet’in 100. yılında tarihimizi objektif ve rasyonel olarak ele alabilmeliyiz.” (Cumhuriyet, 16 Haziran 2014)
Gerçi bu cevapta eleştireceğim şeyler mevcut ama onları sona bırakarak şunu söyleyelim ki, hakikaten “Türkiye’nin bu tartışmaları çoktan aşmış olması lazım”dır ve çağdaş bir demokratik idarede bir cumhurbaşkanı adayının tarihte yaşamış bir şahsiyete ne kadar bağlı olup olmadığının sorgulanması en basitinden ayıptır. Bir kişiye ve onun fikirlerine saygı duyulup duyulmaması veya kendisinin o kişiye ve ilkelerine sadık yaşayıp yaşamadığı tamamen kendisini ilgilendiren bir tutumdur. Başkasını bağlamaz.
Mesela bir ABD başkan adayına Washington’a ve ilkelerine bağlı olup olmadığının sorulduğunu düşünün. Adam belki de Lincoln, Franklin veya Jackson’ı beğeniyordur. Kimi ilgilendirir ki? Bu konu sadece belki hangi ekonomik veya dış ilişki tarzını benimseyeceği anlamında bir ilginin muhatabı olabilir ve zaten varsa onu da kendisi açıklar. Nitekim Reagan 1985’te yeni vergi paketini açıklamak için İbn Haldun’un sözlerini rehber aldığını açıkladığında kimse –“Mukaddime” yazarının ismini bilmeyenler hariç- garipsememişti.
Artık bu ilkellikten kurtulmalıyız. Türkiye 1930’ların şahıs kültüyle yönetilebilecek ve tektipleştirilebilecek homojen bir nüfusu barındırmıyor. Öte yandan demokrasiye uygun zemin ancak çoğulculaşmış bir kültürde bulunabilir. 1950’lerden beri yaşadığımız ve nüfus ve ekonomik dengesizliğe bağlı olarak hâlâ hız kesmeyen iç göç sayesinde Doğulusu ile Batılısı birbirini tanıdı. Trakya gibi yabancıyı az tanıyan bölgelere de tanıtma işini yine göç ve turizm yapacaktır.
Kürtlük ile çiğköftenin bağlantısı
Ailece Urfalıyızdır, 1967 Ağustos’unda PTT memuru olan babamın tayini Bursa’ya çıktı. Altıparmak semtinde iki katlı bir ahşap ev bulduk. Ev sahibimiz yanımızdaki yine bir ahşap evde oturuyor. Ocak henüz tütmüyor. Yanımızda biraz bulgur ve salça getirmişiz. Annemle babam hemen çiğköfte yoğurdular, tabii komşuya göndermeden olmaz, ben de ev sahibimize bir tabak götürdüm. Makbule geçecek sanırken Rumeli kökenli olan ev sahibimiz, çiğ etle yapılan bu yiyecek ikramını kabul etmemişti. Arkamızdan da bizi ‘yamyam’ gibi görmeye başladıklarına dair duyumlar(!) aldığımızı hatırlıyorum. Oysa şimdi o evin etrafı çakma çiğköftecilerce kuşatılmış!
Bu noktada aklıma 1930 Ağrı İsyanı sırasında “Cumhuriyet” gazetesinde çıkan bir yazı geldi. Kürt isyanı ile çiğköfte arasında kurulan bu muhteşem irtibata doğrusu hayran kalmamak mümkün değildi. Şöyle yazıyordu 13 Temmuz 1930 tarihli “Cumhuriyet”:
“Bunların (asilerin) alelade hayvanlar gibi basit sevk-i tabiilerle (içgüdülerle) işleyen his ve dimağlarının tezahürleri, ne kadar kaba, hatta aptalca düşündüklerini gösteriyor. Çiğ eti biraz bulgurla karıştırıp öylece yiyen bu adamların Afrika vahşilerinden ve Yamyamlardan hiç farkı yoktur.”
Evet, bir dönem Doğulu insan çiğköfte yediği için Vahşi ve Yamyam olarak görülürken bugün etli ve etsiz çiğköfte gemileri Edirne’den İzmir’e kadar başarılı bir çıkarma yapmış durumda.
Ne demiştik? Artık 1930’lardaki Türkiye değiliz ve o devrin kavramlarıyla düşünmek ve sorgulamak, hele kişiye, tarihteki bir şahsı sevip sevmediği üzerinden bir iman testi uygulamak ilkellikten başka bir şey değildir.
İspat et!
28 Şubat sürecinde Prof. Semavi Eyice, zamanın Kültür Bakanı tarafından yakışıksız bir şekilde dine uzak biriymiş gibi suçlanmış, Semavi hoca da bir TV programına çıkıp boynundaki sanırım ayet yazılı bir künyeyi kameralara göstermek zorunda kalmıştı. Tabii çok utanmıştım bir alimin bu hale düşürülmüş olmasından.
Ancak bir başka ilim adamı Ekmeleddin Bey’den Atatürkçü olduğunu ispatlamasını isteyenlerin durumu bundan farklı değil. Biri dinî, öbürü laik bir zorbalık ve aynı mantığın mahsulleri.
Bir de tuhaf olan, herkesi kusursuz bir şekilde temsil edecek ve ‘tüm’ milletin ortak paydası olacak bir değeri hâlâ var farz etmemiz. Unutmayalım ki, postmodern dönemde böyle heyula paydalar bulmak veya üretmek mümkün değil.
Mesela İslam’ın ortak payda olduğunu savunuyorsanız en hafifinden “Hangi İslam?” sorusuna muhatap olabilirsiniz. IŞİD ve Esed örnekleri ortada. ‘Bunlar Müslümansa ben değilim’ diyenler yok mu? Atatürk de bütün dayatmalara ve Ekmeleddin Bey’in rağmına “tüm Türk milletinin gönlünde yer etmiş mümtaz bir şahsiyet” hiç olmadı. Muhtemelen başta Mehmed Akif ve kendi babası İhsan Efendi’nin de eleştirdiği biriydi. 5. Şua’daki Said Nursi kadar bir tablosunu eleştirdiği için akıl hastanesine tıkılan ressam Fikret Mualla’nın da Atatürk paydası altında buluşmadıklarını biliyoruz. Dil, isim ve tarihlerini silmeye kalktığı Kürtlerin de Atatürkçü olmadıkları açık vs.
Demek ki, demokratik ortamın oluşması için şart olan bu sosyolojik parçalanma ve ayrışma döneminde kalkıp yeniden 1930’ları veya darbe dönemlerini hatırlatacak ifadeler kullanmaktan kaçınmak gerekir. İhsanoğlu’nun “Atatürk’ü ne kutsamalı, ne reddetmeliyiz” sözüne ancak tabu olmaktan çıkarılmalı anlamında hak veriyorum. Aksi halde dayatılan şahıs kültleriyle demokratik ortamın en büyük düşmanı fanatizmi önlemek mümkün olmayacaktır.
Baksanıza, İstanbul’a yeni havalimanı için hep şahıs ismi öneriliyor. Bu millet kavram üretmeyi, yani düşünmeyi unutmuş resmen. Asıl tehlikenin farkında mıyız?